30 Ocak 2013 Çarşamba

BULAMADIM


Seni nerede kaybettim?
Sen gelirken ben mi gittim?
Ben gelirken sen mi gittin?
Nedense bir türlü kesişmedi yollarımız.
Yürüdüm … yürüdüm… yürüdüm…
Yol sana çıkmadı.
Sen bana,  ben sana gelirken
Farklı yollardan mı yürüdük?
Öyle olmalı...
Seni hiç bulamadım…

26.12.2012

YOLCU


Doğumla ölümün arasında geçen zamanda
Birer yolcuyuz farklı duraklarda
Kimimiz handa kimimiz yolda
Aynı sonla biten yolculukta…
Her durak farklı bir manzara
Bazımız sessiz, ıssız bir vahada
Diğerimiz kapkaranlık bir mağarada
Öteki alaca bir kıyıda…
Çantalar dolusu umutlarla
Cebimizde anılar gidiyoruz
Bir duraktan diğer durağa.
Her durağın tadı başka
Durmak yok bu yolculukta…

15.01.2010

27 Ocak 2013 Pazar

AŞK VS İLİŞKİ


Birkaç gün önce facebook’ta paylaştığım “AŞK ÖZGÜRLÜKTÜR” ve “AŞK SEÇİM MİDİR” yazılarıma gelen yorumları okuyorum da hala 50 küsür yaşına gelmiş bizlerin aşk ve ilişki konusunda kavram kargaşası yaşadığımıza şahit oluyorum. Genelde içinde aşk geçen her cümleye tepkimiz, aşkla ilişkiyi eş tuttuğumuzdan, ilişkiye yüklediğimiz beklentiye göre şekil alıyor.

Oysa bana göre aşk başka, sevgi başka, ilişki ise bambaşka bir kavram. Türk Dil Kurumu’na göre aşkın kelime anlamı aşırı sevgi ve bağlılık duygusu, sevi, sevda. Dikkat ederseniz sevgi demiyor, sevi, sevdayı eş anlamlı vermiş. Sevdaya baktığımızda ise güçlü sevgi, aşırı ve güçlü tutku diyor. Yani aşkta bir aşırılık, tutku  ve güçlülük söz konusu. Sevginin açıklaması ise şöyle; insanı bir şeye veya bir kimseye karşı yakın ilgi ve bağlılık göstermeye yönelten duygu. İlişkiye baktığımızda ise iki şey arasında karşılıklı ilgi, bağ, münasebet, temas olarak vermiş ilişkinin anlamını.

Ben en kolay ve en güzel insanın çocuğuna duyduğu duygu olarak açıklayabiliyorum aşkı. Hani neredeyse daha doğmadan tutkuyla bağlandığınız, sadece varlığı ile size mutluluk verendir çocuğunuz. Bütün kızmalarınız, öfkelenmeleriniz sadece onun iyiliği içindir. Kendinize ait hiçbir beklenti yoktur çocuğunuza karşı duyduğunuz duyguda. Yaptığınız her şey sadece ve sadece onun mutluluğu içindir. Tüm isteklerinize karşı gelse bile, seçtiği yol sizin onun için uygun gördüğünüz olmasa bile asla ve asla onun yanından ayrılmadığınız varlıktır çocuk. Ona karşı duyduğunuz derin sevgi hiç kurumayan dipsiz bir kuyu gibidir. İnsanı yaşatan, ayakta tutan, dünyaya meydan okutabilen tek taraflı bir duygudur çocuğunuza duyduğunuz güçlü sevgi. Aynen aşk gibi…

Tutkunun Türk Dil Kurumu’nca kelime anlamı; irade ve yargıları aşan güçlü bir coşku. Aşkta tutku esastır. İnsanın ufkunu açan, kendi sınırlarını zorlayan, o güne kadar bilinmedik vahalarda keşif yaptıran özgür bir duygudur. Aşk beklentisizdir... Aşkın tek taraflı bir duygu olduğunu kabul edersek beklentinin kelime olarak bile yeri yoktur bu duygu yoğunluğunun içinde. Beklenti insanın gerçekleşmesini beklediği şeydir ki bu da karşı tarafa yükümlülük getirir. Oysa aşk olanın kabulüdür.

İlişki ise iki taraf arasındaki karşılıklı bağdır diyor TDK. Bu her türlü ilişki olabilir. İş ilişkisi, arkadaşlık ilişkisi, aşk ilişkisi vs. Konumuz aşk olduğuna göre biz aşk ilişkisine bakalım. İlişki yaşayan bir çiftin her ikisi de birbirine aşk duygusu ile bağlıysa ki en ideali ve en isteneni budur, bu ilişkinin tadına doyum olmaz. Ancak her ilişkide durum böyle değildir. Bazen taraflardan biri aşk ile bağlıyken diğeri sadece sevgi ile bağlıdır. Bazen de her iki tarafta sevgi ile bağlıdır. Hatta bazen ilişkide sevginin esamesi okunmazken mantık bazında bir ilişki kurulmuştur. Ama ilişki midir? İlişkidir. Her ilişkinin dinamiği kendine göre farklıdır. Bazen sesli bazen sessiz kurallar çerçevesine oturur ilişki. Birbirlerine aşk ile bağlı çiftlerde bu çerçeve her hangi bir zorlama olmadan doğal olarak oluşur çünkü her iki tarafta diğerini mutlu etmeyi esas almıştır. Diğer ilişkilerde ise bu kurallar her iki tarafından doğal yapısına uyumluluk gösterdiği sürece ilişkide sorun çıkmaz. Ancak taraflardan biri bunları zorunluluk olarak algılayıp, içselleştiremediği sürece eninde sonunda o ilişki biter. İlişki bitebilir ama aşk biter mi? Aşk bitmez…

27.01.2013



24 Ocak 2013 Perşembe

AŞK SEÇİM MİDİR


Arkadaşım “ay ne oldu biliyor musun? “ diyerek kapıdan giriyor. Yüzü mutluluktan pırıl pırıl, sesi cıvıl cıvıl. “ Ne oldu? “ diyorum. “ Evleniyorum “ diyor neşe içinde. Aman ne güzel…  Başlıyor heyecan içinde anlatmaya “ dün akşam yemeğe gittiğimizde beni seçtiğini söyledi ve evlilik hazırlıklarına başlamamı istedi. Efendim, ben iyi bir anneymişim, tahsil terbiyem iyiymiş, oturup kalkmasını, yerine göre giyinmesini biliyormuşum. İyi bir ev kadınıymışım falan.  Benden daha ideal bir eş olmazmış”. Arkadaşım bunları anlatırken benim beynimden “ Başka alternatifleride mi varmış ki seni seçmiş? “ sorusu geçiyor ama arkadaşımın moralini bozmamak için bu soruyu kendime saklıyorum. Sadece ağzımdan “ Hani aşk, sevgi nerede? “ sorusu kaçıveriyor. Arkadaşımın o gülen gözleri sarsılan gururunu ifşa edercesine donuklaşıyor ve “ Tokat atsaydın daha iyiydi Yasemin “ diyor. Hemen kendini toparlıyor ve “ Amaaann bu yaştan sonra aşk mı olurmuş? Elindekinle idare edeceksin. Hem bak adam beni çok beğeniyor, ben de yalnız yaşlanmak istemiyorum “ diyor. Belki de kendine göre haklı. Yirmi yaşına gelmiş kızıyla senelerdir yalnız yaşayan arkadaşım, kızının yakında evden uçacağının bilincinde kendini garantiye almak istiyor. Eh hazır da talip var…

Çocukluğumdan beri yaşadıklarım sayesinde seçilmemenin insanda ne gibi duygular yarattığını bilirim. Buna karşılık seçilmenin insanın nasıl gururunu okşayacağını da. Ancak geldiğim noktada kendi değerimin başkaları tarafından biçilmesine izin vermeyi artık çok anlamsız buluyorum. Eskiden, kendime fazla değer biçemediğim dönemlerde, başkalarının övgülerine ben de çok ihtiyaç duyardım. Övgü aldıkça gururum okşanır ancak o övgünün ben de yarattığı olumlu duygu fazla sürmezdi. E normal, insan kendi kendini değerli bulmayınca başkalarının yarattığı olumlu histe anlık oluyor. Arkadaşımın içinde bulunduğu durumu düşünüyorum. Bana biri böyle bir şey dese herhalde cevabım “ sen kimsin ki beni seçiyorsun?” gibi muhtemelen çok agresif olarak algılanacak bir cevap olurdu. Hele de konu evlilik gibi temelinde muhakkak sevgi barındırması gereken bir konuysa.

Her ne kadar yaş itibari ile yeni bir ilişki veya yeni bir evlilik yaşamak zor da olsa, sevgisiz yola çıkan her aşk veya evlilik gemisinin eninde sonunda karaya oturacağına inanıyorum. Madde madde beğendiği konulardan birinde bir aksaklık çıksa ne olacak? “İyi bir annesin” demiş ya, hepimiz anneyiz ama  zaman zaman hatalar yapabiliyoruz. Diyelim ki gene öyle bir hata yaptık. Al sana gitti işte kredin. Veya her zaman efendi düzgün giyinirken o gün tutturamadın, saçma sapan bir şey giyindin. Ne olacak?!  Adam yaptığı seçimden pişman, kadın ise devamlı o standartı tutturabilmenin gerginliğinde.

Şartlı sevginin her iki tarafı da değil mutluluk bilakis mutsuzluğa sürükleyeceğine neredeyse kalıbımı basabilirim. Yalnızlık konusuna gelince, bu tür bir ilişkinin içinde gene yalnız olur insan. Değişen bir şey olmaz. Bir de üstüne başka birinin sorumluluğu da yüklenir. Bana göre feci bir durum. Onun yerine hayatı kendi istediğim gibi yaşayacağım dolu bir yalnızlığı tercih ederim. Yalnız kalmamak adına seçimini kendisinden yana yapmış(!) beyefendi ile evlilik planları yapan arkadaşıma, mutluluğunu bozmamak adına ağzımdan kaçan tek cümle haricinde bir şey demiyorum. Sadece buruk bir “ hayırlı olsun “ la mutluluğuna ortak olmaya çalışıyorum, derinimde yarınların mutsuzluğa gebe olduğunu bilerek…

24.01.2013

23 Ocak 2013 Çarşamba

RÜZGAR


Aç yüreğini enginlere
Git gidebildiğince pupa yelken
Doldur yaşam rüzgarını yelkenlere
Yaşamaktan vazgeçmek için çok erken.
Bazen yolda kara bulutlarla dolu bir fırtına
Engellese bile yüreğini
Bil ki güneş bulutların arkasında
Parlamaya hazır bekliyor seni.
Yeter ki olsun rüzgarının gücü 
Silmeye her derdi, kederi.
Eğer çıkmazsan yola
Yüreğinde bilindik hüzünler kolkola
Yalnız özgürlük sevgili gibi sarılmış boynuna
Hep aynı çerçeve aynı manzara...

14.01.2010

21 Ocak 2013 Pazartesi

KEDİLERİM

                                           COOKİE HANIM
                                            LİMON EFENDİ
                                                            ÇAKIL OĞLUŞ

AŞK ÖZGÜRLÜKTÜR


Aşk yazıları yaz diyorlar. Daha çok okunuyormuş. Öyle siparişle oluyor mu bu işler? Bilmiyorum. Zaten aşk ha deyince yazılabilen bir konu mu ki? Başkasını bilmem ama ben yazamıyorum…
Aşk deyince duruyorum. Her konuda bir sürü laf üretebilen ben, konu aşka gelince kelimelerin yetersiz kaldığını hissediyorum. Öyle derin kesen bir konu bu… Ne desem az, ne söylesem eksik…  Herkesin aşktan anladığı farklı, herkesin yaşadığı farklı… Çok subjektif bir konu… Yazılmıyor işte öyle kolay kolay… Çıkmıyor… Takılıyor… Tıkanıyor…

Aşk  ne zamana, ne süreye, ne uyuma, ne yaşa başa, ne de herhangi bir şeye bağlı, bağımsız bir duygu. Bilinçsizce kendimizi özgür bıraktığımız tek alan… Bilinçaltımızın tüm ezberletilmiş kurallara karşı çıkarak bir göz kırpma süresi içinde özgür hissetme, davranma, seçme hakkı tanıyarak bize oynadığı bir oyun… Tüm görüşmelere, yazışmalara, sevişmelere rağmen aslında sadece bir anda hissettiğimiz... O özgür anın coşkusunun peşinden sürükleniyoruz, tekrarını bekleyerek, arzu ederek… Aslında tüm aşk o bir anda gizli… Bu bir söz, bir bakış, bir dokunuş, bir gülümseme, bir duruş velhasıl herhangi bir şey olabilir aşkın kilidini açan. Herkesinki kendine göre değişken, herkesinki kendine göre derin…

En uzun ilişkilerin en derin aşklar olması gerekmez, en dip dibe yaşananların da… Belki en uzağınızda olan, belki de çok az konuştuğunuz biri olabilir o. Eros’un size aşk okunu fırlattığı o anda, kendinizi her baskıya karşı özgür bıraktığınız o anda yanınızda olandır. Size tüm dünyaya meydan okuma hissi verebilen, ruhunuzu zincirlerinden kurtarıp kafesinizin kapısını açandır. Kafesinin kapısını açık bulan kuşların bocaladığı gibi bocalamamız bundandır. Kimimiz bildiğimiz yer deyip eşikten özgürlüğe uçmaz, olduğumuz yerde oturur kalırız, kapımız açık. Kimimiz ise bilinmez ama özgür gökyüzüne doğru uçarız, midemizde kelebekler uçuşarak. O kafes ise hep orada bekler bizi, kapısı açık… Eninde sonunda oraya döneceğimizi bilerek… Çok azımız dönmez.

Dönülse de dönülmese de fark etmez. Aşk bir kere kapınızı çaldı mı, sizi asla terk etmez. Üzerinden ne kadar geçerse geçsin o anın özgür coşkusu ömür boyu size yoldaş olur. Kimi zaman sessizleşir kimi zaman coşar ama o hep oradadır. Aslında özlenen, bu coşkuyu yaşadığınız anda bunu yaşamanızı tetikleyen kişi değil, ruhu özgür bırakışın kendisidir…

22.06.2011



20 Ocak 2013 Pazar

GÜL BANA


Hani kuşların şarkıları ile uyanırdın sabaha 
Muzipçe göz kırpan güneşle 
Zıpkın gibi kalkardın güne 
Aklında geceki rüyanın tatlı sarhoşluğu 
Yüreğinde önünde fethedilmeğe hazır günün
Seni dansa davet eden umudu 
Yüzünde yaşamanın mutluluğu 
Gülümserdin hayata 
Bir zamanlar… 

Ne oldu? 
Güneş seni sarmalamaz 
Deniz enginliğini sunmaz 
Lacivertin üstündeki ak martılar 
Sana günaydin demez mi oldu? 
Yoksa Sen mi duymaz oldun?

Aç bak gözlerini 
Sil pusu pencerendeki 
Hala güneş parlıyor muzipçe 
Hala deli mavi deniz 
Hala taşın altında sevgi 
Gör bak 
Herkes, her şey seni bekliyor 
Bak bana 
Gül bana... 

24.11.2009

19 Ocak 2013 Cumartesi

BİZİM EVİN HALLERİ


Bizim evin halleri pek bir alem… Hane nüfusumuz bir yetişkin, bir çocuk ve ikisi de kedi olmak üzere dört kişiden oluşuyor. Evin tek erkeği Limon Efendi, tekliğinin farkında pek bir ağır abi durumlarında. Bu arada hemen açıklayayım, hayır efendim tüyleri sarı değil. Kızım gözlerinin şeklini ve rengini limona benzetmiş, adını Limon koyduydu eve geldiğinde küçük bey. Eve insan cinsinden bile olsa güzel bir hatun geldi mi yavşıyor ama genel hava ağır abi. Çapkın eşşoğlu ama seçiçi. Öyle her önüne gelene yüz vermiyor ama bir beğenirse ayaklarına kapanıyor hatunun. Artık bir iltifat, bir ilgi görmeniz lazım. Ayaklara sürtünmeler, kucağa atlamalar, mırr’lamalar gırla. En kedi sevmeyenini bile baştan çıkarır cinsten… 

Diğeri bir zamanların işveli, cilveli kedisi Cookie Hanım ise kısırlaştırıldıktan sonra aldığı kiloların ağırlığı ile olsa gerek pek bir ninem durumunda. Unumu eledim eleğimi astım havalarında Limon Efendi’nin avanslarını “ aa terbiyesiz” modunda patileri ile savuşturuyor. Ancak mutad yeri sepetinde bir yatışı var ki görmeniz lazım. Hürrem Sultan’ın Valide Sultan olmuş hali… Öyle gerim gerim… Bir de çenesi düşük, sormayın gitsin. Suyunu tazelemeyi unutmuşsam artık homur homur söyleniyor su tasının başında. Taa arka odada bile olsanız duyup geliyorsunuz .”Ne var?” diye sorduğumda öyle bir bakışı var ki, görevini ihmal etmiş elemanını bakışı ile yerle bir eden patron havasında. Diyorum ya Valide Sultan… Hoş kiloları itibarı ile bir Garfield havası da var ama onun gibi muzır değil.

Haftasonu geçirdiğim vertigo atağı nedeniyle her hafta değiştirdiğim kumlarını değiştiremedim. Sen misin değiştirmeyen? Her ne kadar Cookie Hanım dişi olduğundan kadın hallerinden anlıyorsa da, Limon Efendi evdeki temizliği beğenmemiş koca misali, suratını astı ve beni cezaya koydu. Tuvalet kabı hariç neresi varsa oraya yapıyor tuvaletini. Ama gene de kadını fazla dellendirmeye gelmez diye herhalde, tuvalet banyo lavabosunun içine yapıldı haftasonu boyunca. Hiç yoktan iyidir, temizlemesi daha kolay. Bütün bu edepsizliğine rağmen hastayım ya kendini en amorf şekillere sokarak, benim üzerimde kendine yatacak bir bulup pozitif enerjisini bana geçirmeyi de ihmal etmedi. Öyle açık açık değil, çaktırmadan… Erkek işte!!!

Bak şimdi!  Cookie Hanım dikildi yanıma, ”miyav miyav “ konuşuyor. Sesi de pek bir çirkin garibimin. Diyor ki “bırak şu yazıyı, benimle ilgilen” Mecburen beş dakika ara arkadaşlar. Dişiyi ilgisiz bırakmaya gelmez, maazallah patiliyiverir sonra. Haa birde istediği yeri sevmezseniz şekilden şekle girip istediği yerini okşatıyor. Sevmeyi bırakırsanız ama hala ona yetmemişse patisi ile “tık tık” durumda “hoop, daha bitmedi, nereye?” diyor. Dişi değil mi? İlla istediğini alacak…

Cookie Hanım’ı sevme molası vermişken iki lokmada öğle yemeği yiyeyim dedim. Bir baktım Limon Efendi kurulmuş karşımdaki sandalyeye. Hani komşuda pişer bize de düşer mi misali. Zeytinyağlı yediğimden onun ağız tadına uygun bir şey yoktu ama o yemeğin sonuna kadar bir umut efendi efendi oturup bekledi sandalyesinde. Ne zaman ki kalktım, baktı iş çıkmaz bu sofradan, o da indi sandalyeden.

İşte böyle arkadaşlar. Hayvan sevmeyenlerin hiç anlayamadığı sıcacık bir dünya onlara yaşanan… Bizim evde onlar benim çocuklarım, Ladin’inde kardeşleri statüsündeler. Zaman zaman gene hikayelerini yazdığımda göreceğiniz gibi pekte farkları yok insanlardan. Hatta daha saf, daha içten, daha netler. Sevginize kendi dillerince, kendi hallerince inanılmaz bir karşılık veriyorlar. Kediler kesinlikle nankör değiller. Sadece kişiliklerine saygı gösterilmesini isteyen, gösterilmediğinde baskı altına girmeyen varlıklar. Siz gösterirseniz, onlarda sizinkine gösteriyorlar. Hepimizin istediği ama bazılarımızın becerebildiği gibi…

Bizim evin hallerine kapıyı açtık. Zaman zaman bu halleri paylaşmaya devam edeceğim. Hayvan dünyasından keyif alan, merak eden herkese kapımız açık. Bekleriz…

21.03.2011

18 Ocak 2013 Cuma

HAYAT


Sigaramın dumanı gibi sürekli şekil değiştiriyor hayat
Al bir çoşku sönüp gidiveriyor aniden
Tozu dumanı kendinden büyük
Koca bir is bırakıyor peşinde…

Tekrar bir nefes çekiyorsun şöyle derinden
O bir anlık al’ı yaşayabilmek için içinde
Her biri ömründen çalıp giden
Derin dumanlar çekiyorsun içine…

Ne yapsan nafile
Bir sigara içimi kadar mutluluk
Geride kalan sadece yanık bir kalbin kokusu
Hayatında ise koca bir boşluk…

31.08.2010

SENFONİ


Bu sabah nedense aklıma lise yıllarında ki tiyatro merakım geldi. O yıllarda okulumuzda olmayan tiyatro kolu için deli gibi çabaladığımı hatırlıyorum. Bizim okulda bir kulüpler vardı bir de kollar. Kulüpler haftada bir ders saati boyunca yapılan aktivitelerdi. Kollar ise daha önemliydi. Onların toplantıları olur, çalışmaları okul saatleri dışına da taşardı. Üsküdar Amerikan gibi bir okulda neden, nasıl bir tiyatro kolu olmadığını bilmiyorum ama yılların 78-81 yılları arası olduğunu düşünürsek belki de anarşinin en tavan yaptığı zamanlar olmasından dolayı okul bizleri siyasetten bizi uzak tutmanın yolu olarak görmüş olabilir. Neyse bütün çabalamalarımın sonucunda “Tiyatro Kolu” açılmasına sebep olamadıysam da en azından tiyatro kulübümüz olmuştu.

Bütün bu merakımın doğal bir sonucu olarak üniversite için konservatuara gitmek istemiş ama evden şiddetli bir karşı çıkma ile karşılaşmıştım. Sevgili üvey babamın “solcu” olacağım korkusu içinde beni göndermeye izin vermediği Genco Erkal oyunlarına anneminde desteğiyle gizli gizli giderdim. Hatta lise sonda İngilizce edebiyat dersi için Bertolt Brecht üzerine yazdığım mezuniyet tezimi bile ondan saklı hazırlamıştım. Allah’tan yatılıydım!

Baktım konservatuara gitmenin bir yolu yok, tiyatro ile iç içe geçmiş psikoloji merakımı, daha makul karşılanır umuduyla, dile getirmiştim. Ancak umduğumun tersine bu sefer “ deli doktoru mu olacaksın? Zaten evlenip çoluk çocuğunun başında oturacaksın, bırak bu işleri “ gibi algılamakta zorluk çektiğim bir tepki ile karşılaştım. Evde üvey babaya karşı çıkmanın mümkünü yok ama bende illa okuyacağım. Çare olarak başarılı bir iş adamı olarak karşı çıkmayacağından emin olduğum işletmeyi seçtim. Her ne kadar üvey babamda “ boş işler, zaten çalışmayacaksın bari kimsenin hakkını alma “ havası varsa da bundan geri atmadım ve üniversiteye girdim.

Şimdi geriye dönüp bakıyorum, 27 sene okuduğum üniversitenin hakkını vererek ticaret hayatında çalışmışsam da, yapmak istediklerim hep içimde kaldığından olsa gerek, dönüp dolaşıp gene psikolojiye ve sanatın muhtelif dallarına döndüm. Ha iyi bir tiyatrocu olur muydum? Sanmıyorum ama iyi bir psikolog olurdum.

Hep dediğim gibi, kendi iç sesimizi duymaya, dinlemeye başladıktan sonra içimizde yerleşmiş tüm istekler, arzular, korkular, kızgınlıklar, kırgınlıklar birer birer ses vermeye başlıyorlar. Bir sürü zorunluluk, gereklilik altında bastırılmış kendi benliğimiz, biz kendisine izin verirsek, sesini yükseltiyor izni koparınca. Kendimizin bize söylediği bu yeni müziğe bedenimiz bile uyum sağlıyor zamanla. Hatta bu yeni ben o kadar yüksek söylüyor ki şarkısını, eski benin müziği zar zor duyuluyor gerilerden bir yerden. Daha da güzeli eskiden bizden ayrılmaz bir parça olan öfke ve kırgınlık kolay kolay yer de bulamıyor bu yeni senfonin içinde. Allegro havasında gidiyor müziğiniz.

Bütün mesele kendi iç sesinizi duyabilmekte, onun dediklerine paye vermekte… Bu sesi duyup, onun size dediklerini anlayıp önemserseniz gerisi kendiliğinden geliyor zaten.

18.01.2013

17 Ocak 2013 Perşembe

BEZ BEBEK


Sevgi otel odasından içeri girip etrafına şöyle bir bakındı. Kiri göstermemesi için buklet, kırçıllı gri halıyla kaplı, saten görünümlü aynı renk perde ve yatak örtüsü ile özelliği olmayan sıradan, kişiliksiz bir odaydı. Gülümsedi. Odanın hiçbir yere aidiyet duygusu vermeyen, içinden geçmiş binlerce insanın öyküsünü sır gibi saklayan steril havası Sevgi’de kendi hikayesini de baştan istediği gibi yazabileceği hissi uyandırdı.

Sekiz senelik, her gününü kocası için ne anlam taşıdığını sorgulayarak geçirdiği ikinci evliliğini iki senelik zorlu bir mücadeleden sonra yeni bitirmişti. Tükenmişlik hissi ile doğumundan beri kızı için her kuruşunu özenle biriktirdiği paradan harcamaya kıymış ve içinde kalan son yaşam filizini yeşertmek umuduyla Paris’e gelmişti.

Paris’in kozmopolit, cıvıl cıvıl havasını seviyordu. Her yerde Fransız kolonilerden gelme siyahiler, her türlü kılık kıyafet ve saç stilinde insanlar, dünyanın bilumum yerlerinden gelmiş turistlerle karşılaşabilirdi insan. Kimseyi tanımadığı, kimsenin de kendini tanımadığı yerlerde hep rahat ederdi Sevgi. Bu cümbüşün içinde göze batmadan kendi olabilmenin huzuruyla sokağa bıraktı kendini. Otelden çıkınca akşam serinliğinin başladığını hissetti. Hafif üşümesine rağmen egzos kokusunun karıştığı bahar havasını içine çekerek otelin yakınındaki bir bulvara saptı. Bulvar boyunca sıra sıra mağazalar, restoranlar, cafeler vardı. Karnı henüz acıkmadığından dükkanlara baka baka yürümeğe karar verdi. İlk önce bir ayakkabı mağazası, lüks kırtasiye ürünleri satan bir mağaza, erkek giyim mağazası, bir turizm acentası. Vitrinde ki afişlere baktı. Her iki kocasıyla da hiç istediği gibi bir tatile gitmediklerini düşündü içi sızlayarak. Nadiren gidilmiş bir iki tatilde hep onların istedikleri yerlere olmuş, Sevgi huzursuzluk çıkarmamak adına hep uyum sağlamıştı. Huyu böyleydi, böyle eğitilmişti.

Bir oyuncak mağazasının önünde durdu. Evde onu bekleyen hayatındaki tek anlamlı varlık olan kızına belki bu dükkandan bir şey alabilirdi yarın. “ Ne alabilirim? “ diye vitrini incelerken birden dondu kaldı.  Önde duran porselen bebeklerin arkasına saklanmış, sarı bukle saçlı, kırmızı şapkalı, çiçek desenli kırmızı bir elbise giydirilmiş el yapımı bez bebeği gördü. Üzerindeki elbise farklı olmasaydı kendi çocukluğunun kırmızı şapkalı bebeği diyebilirdi!

O kapkaranlık, hayalet gölgelerle dolu sandık odasını hatırladı. Annesinin ameliyat nedeni ile İstanbul’a gitmesi gerektiğinde onu anneannesine bırakmışlardı. Evde fazla oda olmadığından eşyalarla dolu, zorla bir yatağın sıkıştırıldığı penceresiz, havasız odayı vermişlerdi ona.  Sevgi yurt dışında yaşayan babasının ona getirdiği bez bebeğe sarılıp gözlerini sımsıkı kapardı geceleri, canavara dönüşen eşyaların hışmından korkarak.

Arkadaşları arasında tek boşanmış anne babaya sahip çocuk olarak kendisini farklı hissederdi herkesten. Bir parçası eksik, tamamlanmamış gibi. Onların evlerine gittiğinde ailecek oturulan sofralarda kendisi aykırı kalırdı sanki. Hayatı boyunca hiç öyle bir sofraları olmamıştı ki!  O zamanlar ara ara kendilerine kalmaya gelen annesinin arkadaşı Kazım Abi ile de hiç böyle sıcak olmazdı sofraları zaten. Bir akşam Kazım Abi’den “sofradan kalkabilir miyim?” diye sormadan kalktığı için yediği tokattan sonra ise onun her gelişi, her kalışı bir kabusa dönüşmüştü Sevgi için. Tokattan ziyade annesinin bu olay karşısında sessiz kalması acıtmıştı canını daha çok. Annesinin seçimi Sevgi’yi yok sayma pahasına Kazım Abi’den yana olmuştu.  Bir de Kazım Abi annesini ” Sen ne biçim çocuk yetiştiriyorsun?” diye azarlamıştı.  Annesi suskun, Sevgi ise annesinin bu zayıflığı karşısında şaşkındı. O günden sonra annesinin azarlanmaması için Sevgi, içi huzursuz ve kırgın, her hareketine dikkat etmişti annesinin gönlünde Kazım Abi’ye kaptırdığı tahta yeniden oturabilme umuduyla.

 Bir sabah uykunun şefkatli kollarından ayrılma tereddütü ile uyur uyanık yatarken çalan telefon sesiyle iyice sıyrıldı uykusundan. Telefona cevap veren anneannesinin “ evet düğün bu akşam, Kalyon Otel’de. Biz bu gün öğlen uçağıyla gideceğiz” dediğini duyduğunda kaskatı kesildi. Anneannesinin “ Ayten-Kazım Akyol Kalyon Otel dediniz mi gelir telgraf. Tabii ki söylerim. Neyse Sevgi uyanmadan kapatalım, onun haberi yok” demesiyle içinde kızgınlık, kırgınlık barındıran öfke ile yatağından fırladı. Anneannesinin karşısına geçip hayal kırıklığının yuttuğu kısık bir sesle “ne oluyor? Kim evleniyor? Neyi ben bilmiyorum? “ diye artarda sorular sorarken alacağı cevabı çoktan biliyordu halbuki. Anneannesi onu sakinleştirmeye çalışarak “ annen evleniyor, söylemişti ya”  dedi. Son bir güçle bulduğu sesiyle  “neden ben bilmiyorum, neden ben gitmiyorum? “ diye avaz avaz bağırdı, göz  yaşlarını umutsuzca içinde tutmaya çalışarak. “ Senin orada olman uygun olmaz” demişti anneannesi. Gerisini duymamıştı bile. “uygun olmaz, uygun olmaz”.Sadece bu cümle çınlıyordu beyninde. Annesini aradı. Annesi de lafı dolandırarak  “uygun olmadığını” söyledi ağlayarak. “Bana söyleseydin anlardım, mutluluklar dilerim” diyerek kapattı telefonu Sevgi. Hayatı boyunca zaman zaman kendisini yoklayacak değersizlik, istenmemezlik, çaresizlik hissi o zaman demir atmıştı ruhuna. Görünmeme, yok olma, geri planda kalma gereği ise mezar taşı gibi dikilmişti başına. Tek sırdaşı kırmızı şapkalı bebeğine sarılıp ağladı saatlerce.

Annesi onu İstanbul’a yanına aldığında da durum değişmemiş, Sevgi’yi yatılı okula vermişlerdi hemen. Zengin, tanınmış bir aileye gelin giden annesi, çocuklu boşanmış bir kadın olduğu için aile tarafından hiç evlenmemiş biricik oğullarına uygun bir gelin olarak görülmemişti. Onun kızı Sevgi ise hiçbir zaman çocuk veya torun statüsünde görülmemiş, aileden sayılmamıştı. Sevgi ise her zaman her yerde “uygunsuz” olduğu duygusu ile savaşmış, ne evliliklerinde ne de iş hayatında bir yere sığamamıştı.

Vitrinin önünde ne kadar durduğunu bilemedi. Kendi gözyaşlarına karışmış serpiştirmeye başlayan yağmuru hissetti teninde. Hayata tek tutunma nedeni olan kızını düşündü. O annesi gibi olmayacak hep kızını seçecekti…

16 Ocak 2013 Çarşamba

KESİŞ(E)ME(ME)


Birbirine paralel yollarda giden
İki anlaşılamayan…
Yan yana ama birbirine dokunmadan…
Kesişmez yollar
Hep paralel
Hep anlaşılamadan…
Kaderin cilvesi ile kesişse de yollar
Bir umut…
Bir belki…
Bir ya olursa…
Sanrılarının hayal perdesinde…
Gene ayrılır yollar
Gene paralel…
Gene kesişmeyen…
Gene anlayamadan…
Gene anlaşılamadan…
Anlanamamış ve anlaşılamamış her şey
Yüklü heybeleriyle
Gene yollarda
Gene yalnız
Gene tek başına….

ÜÇÜNCÜ BAHAR



Ece Temelkuran’ın “İkinci Yarısı” kitabına başladım geçen gün. Son günlerde benim de kafamı sıkça meşgul eden bir konu bu. Daha iki-üç bölüm okur okumaz kapattım kitabı. Onun dediklerinden fazla etkilenmeden kendi sözcüklerimi bulmak istedim. Ben bu konuda neredeyim, ne düşünüyorum netleştireyim, öyle okuyayım istedim.

Daha kapakta başladı düşünceler. Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Yaş Otuz Beş” şiirinden etkilenerek otuz beş yaşı ömrün yarısı olarak almış Ece Temelkuran. Gerçekten iki yarıdan mı oluşuyor insanın ömründeki merhaleler? Ben kendimce beşinci bölümdeyim mesela. Başkası için bu sayı başka olabilir. Bölüm sınırlarını yaşla koymak yerine değiştikçe, geliştikçe, başka bir boyuta geçtikçe koymalı sanki.

Kendimi örnek alırsam; çocukluk ve okul çağlarını kapsayan, hala ve henüz ailenin döngüsü içinde yer aldığımız, üniversitenin sonuna kadar olan dönem birinci bölüm. Dünyaya “merhaba” dediğimiz ilk nefes alışımızla başlayan, bombardıman gibi aile ve okulun içimize “biz”i oluşturmak adına bilgi ve ilgi yükledikleri dönem. Nüanslar olsa da çoğumuzun benzer geçirdiği dönem. Sonra gelen, iş veya evlilik adı altında dünyaya açıldığımız, bize yüklenenleri gösterdiğimiz, sattığımız ikinci dönem. Üst başlıkları aynı olsa da alt açılımları birbirinden farklı olan bir zaman dilimi. Kimimizin bize yüklenenleri olduğu gibi kabul ederek dümdüz yol aldığı, kimimizin ise yavaş yavaş sorgulamaya başlayarak biraz daha çetrefil yollar seçtiği.

İşte bu noktada ayrılabiliyor insanların bölümleri. Bazıları bu bölümde kendi benliklerine ebeveynlik, müdürlük gibi yeni statüler eklediklerinden, bu bölüme takılı kalıp belki çok sonraları yeni bir bölüm daha açıyor. Diğerleri ise bu bölümü çocuklu veya çocuksuz boşanıp ya da her şeye baştan başlamayı göze alarak iş, sektör değiştirip kapatarak, yeni bir sayfa açıyorlar hayatlarında. Bu diğerleri habire bızık bızık her şeyi sorgulayanlar zaten. Bu ikinci kategoriye dahil olanlar, yeni bir “ben”le yola devam ediyorlar taptaze umutlarla. Başka bir dönemece gelinceye kadar ki, bu da çoğunlukla yeni bir evlilik, çocuk ya da işte üst düzey pozisyonlar, iş kurmalarla oluyor. Tabii bunların biri veya öbürü olacak diye bir şey yok.  Sadece biri veya hepsi birden de olabilir.

Kimine göre üçüncü kimine göre dördüncü bölüm ilginç. Artık hayatta istediğini elde etmiş, duruşunu belirlemiş hissediyor insan. Bir güruh olarak çıktığı birinci bölümden sonra en nihayet kendi benliğini oturtmuş, çizgisini belirlemiş, uyumluluk ve aykırılık noktalarını sabitlemiş bir özgüvenle yola devam ediyor. Özdemir Erdoğan’ın  “İkinci Bahar” şarkısını mırıldanıyor kendi kendine. Her şey iyi güzel de bir de çakıl taşları batmasa ayağına. Başlarda huzur içinde geçen dönem yaş ilerledikçe yeni sorgulamalara yol açıyor. Kimi iş hayatında ulaşmak istediği en tepe noktaya ulaştığında bakıyor ki aslında yapmak istediği bu değil. Kimi çocukları büyütme telaşında kendini unutmuş, çocuklar kendi yollarına gittiğinde kalıyor tanımadığı kendiyle baş başa. Kimi çocuklar uğruna anlaşamadığı bir eşle oturmuş senelerce. Kiminin taa çocukluğundan beri yaşam gailesi içinde hep bastırmayı seçtiği yaralar çıkıyor birer birer. Kimi yapmak istediklerini yapmış, elde etmek istediklerini elde etmiş ama bakıyor ki daha önünde çok zaman var.  Özetle çoğunlukta bir “Ee şimdi ne olacak?” sorusu baş gösteriyor. Halinden memnun mesut, sorgulamadan, yeni bir döneme girmeden,  hayatlarının sonuna kadar bu döngüde gidenler de var tabii.

İşte bu bölüm en güzel bölüm bana göre. Bugüne kadar olanlarla, olmayanlarla olgunluğa eriştiğimiz, sırt çantamıza yaşanmışlıklarımızın tecrübesini yükleyip içimizdeki en güzeli, en doğruyu çıkarabildiğimiz dönem. Hayatımızda ciddi bir “mıntıka temizliği”  yapıp, bugüne kadar bize engel olan tüm hırs, kırgınlık, kızgınlık, öfke, anılar, yaralar ve bunlara sebep olan insanlardan arınıp hayata neşe, keyif ve iç huzurla bakabileceğimiz dönem.  Tüm bize yüklenilmiş –meli, –malı’ları kendi doğrularımız çerçevesinde değerlendirip, kendi –meli, –malı’larımızı oluşturabildiğimiz dönem. Mutluluğumuzun kaynağının başkalarında değil, kendimizde olduğunu keşfettiğimiz dönem.   Bize biçilmiş kaftanları çıkarıp, üstümüze, ruhumuza uygun kılıfları geçirdiğimiz dönem. Aşkın, sevginin gerçek anlamını öğrendiğimiz dönem. Aşkla yolu kesişmeyenlerimizin bile hayattan zevk almayı becerebildikleri dönem. Kendi özümüzle tanışıp, kendimizle barıştığımız dönem. Kendimizi affedip, korkularımızla, zaaflarımızla kendimizi kabul edip sevdiğimiz…  Ondan sonra gelsin üçüncü bahar. Ha bundan sonra başka bir dönem olacak mı, henüz yaş itibari ile bilemiyorum. Olursa onu da yazarız günü geldiğinde…

11.11.2011


NE OLDU SANA ÇOCUK?


Ne oldu sana Çocuk?
Sen ki tutkuların, sevdaların ülkesinde doğdun,
Onların ateşinde büyüdün,
Bunların peşinde koştun,
Inandın, mücadele ettin.
Yüreğini hem memleket sevdası
Hem aşkın ateşi ile yaktın.
Ne oldu sana çocuk?
Nereye gittin?
Büyüdün ne oldun?
Hangi köşeye saklandın?
Hangi acının, hangi hayal kırıklığının ardında kaldın?
 Çık ortaya artık Çocuk
Özledim seni,
Senin çocukça saflığını, dürüstlüğünü, inancını
Cesaretini, çocuklar gibi coşkulu aşkını…
Sensiz aynı olmuyor hiçbir şey Çocuk
Büyüklerin dünyasinda kaybolup gidiyor
Büyümüş yüreğin.
Mutluluk denen şeyi çoktan unutmuş,
Olmadık sevdalarda arıyor büyümüş beynin.
Ama ben seni özlüyorum Çocuk…
Sana ulaşmaya, seni kovuğundan
Çıkarmak istiyorum.
Her nerede saklandı isen çık artık
Korkma...
Seni seviyorum ÇOCUK!

15.03.2008

15 Ocak 2013 Salı

DÖNEMEÇ


Son dört senedir, hep Ocak ayında, hayat bana yeni bir şey fısıldıyor. Paulo Coelho’nun her iki senede bir Ocak ayında beyaz bir tüy bulduktan sonra yeni bir romana başlaması gibi bende her sene Ocak ayında gelişen bir olay neticesinde, kendimle ilgili yeni bir keşiften sonra o seneyi o konuyu iyice derinine irdeleyip bir duruş belirlemeye harcıyorum bilinçsizce. Kendi romanımı yazıyorum yani…

Her dönemeç öncesi durgunlaşıyorum hatta donuklaşıyorum. Sanki yüreğime yeni bir şey fısıldanacağının bilincinde, tek bir kelimesini kaçırmamak için sessizleşiyorum. Pür dikkat kesiliyorum. Bekliyorum... Bazen virajlar çok keskin oluyor, savuruyor beni yol dışına. Evrenin “yolun yol değil, değiştir “ demesinin bir şekli bu keskin virajlar. Zaten çok uzun zamandır yanlış yolda ilerlediğini fark ediyorsun. E evren ne yapsın? Senelerce kibar kibar anlatamamış sana yolunun yanlışlığını, savuruveriyor seni yolun dışına. Mesajı alabilirsen değiştiriyorsun yolunu. Yeni bir yolu takip ediyorsun. Varmak istediğin hedefe, kendi benliğine doğru daha kısa ve doğru bir yola giriyorsun.

Bazense yumuşak tatlı bir eğimde oluyor virajlar. Ağır ağır, frene basıp yavaşlayarak dönüyorsun virajı. Bu da evrenin “yol doğru da, bu yolda aldığın kararlar, yaptığın seçimler yanlış, tekrar gözden geçir” demesinin bir yolu. Düşüne düşüne, sakince geçiyorsun bu dönemeçten.
Tabii bunlar böyle aniden gelmiyor aslında. Yol boyunca bir sürü uyarı tabelası oluyor ama insanın gözü onları görmeye alışık değilse, görmüyor işte. Görsek bile, hepimiz bomboş yolda maksimum 100 kilometre hızla gitmeyi nasıl anlamsız buluyorsak, o uyarı tabelalarını da ciddiye almıyoruz aynı mantıkla. Ancak eninde sonunda bir yerde anlamı çıkıveriyor bu tabelaların. Evren bu, oyun oynamaya gelmez. Ne yapıp edip seni sana gösteriyor hayat yolunun bir yerinde.

Benim dönemeçlerim neden hep Ocak ayına denk geliyor hiç bilmiyorum. Bilinçaltımıza işlenmiş her yeni sene, yeni bir başlangıç olduğundan mı? Yoksa bana fısıldananı işleme sürecimin nedense tam bir sene olmasından mı? Hiçbir fikrim yok. Fazla da irdelemiyorum. Benim hayat kitabımda bana öyle uygun görülmüş. Kabul etmek lazım… Önemli olan bana fısıldananı duymam. Duymanın ötesinde anlamam ve kendi hayat yolumda gerekli revizyonları yapmam. Haydi kolay gele!

11.01.2013

TUVAL



Hayat tuvalinin üzerinde elimi gezdiriyorum gözlerim kapalı. Parmaklarımın ucuyla hissediyorum tuvalin boyalarla sertleşmiş dokusunu. Yer yer kalınlaşmış alanlar var, tümsekler, pütürler. Hayattaki pürüzler gibi… Yer yer ise dümdüz, hiçbir kalıntı yok üzerinde. Belli ki hayat akmış oralarda, acısız, duraksız… Yara açmadan, dümdüz, kalıntısız…

Gözlerimi açıyorum. Tuvalin çok yakınında olduğum için hiçbir şekil, figür seçemiyorum. Sadece renkler bulanık bakıyorlar bana. Koyu bir mor hakim.  Asaletin rengi. Asil bir ruhun içine kısılmış mutsuz bir ruh mu? Ondan mı koyu? Bilinmez. Oraya buraya serpiştirilmiş maviler, turuncular, yeşiller ve beyaz da var ama moru bastıramamış. Asalet adı altında bir sürü -meli-malı’lar üstün gelmiş her renge. O morun altından bana parlayacak esas rengi bulmak istiyorum,  özü görmek istiyorum. Daha dikkatli bakıyorum tuvale. Bir bakıyorum beyaz göz kırpıyor morun altından, bir bakıyorum turuncu.   Sanki her şeye yeniden başlamak istercesine beyaz başını uzatmak istemiş morun altından ama mor hep baskın gelerek o beyaz başı bastırmış. Turuncu ise kırmızıya dönemeden kalmış. Coşmak istemiş, kopmak istemiş ama morun bir kaş hareketiyle yerine oturmuş gibi sanki. Kırmızı ise hiç yok. Ne acı! Heyecanın, tutkunun rengi olmalı aslında kırmızı ve bu ressamın paletinde hiç yer almamış. Sanki hiçbir tutkunun peşinde kaybolmamış gibi…

Halbuki bağır bağır kırmızı olmalı insanın tuvali. Kopup gitmeli, koşmalı tutkusunun ardından… Kovaladığını yakaladığında hissettiği dinginliği görmek için aralarda maviler de olmalı. Ama öyle çok değil... Kırmızın arasından bakmalı, maviler, beyazlar yer yer siyahlar… Tabii siyah da olmalı, karanlığın insana fısıldadıklarını da es geçmemek gerek. Karanlıkta yazılır en güzel şarkılar…

Hayat, kişinin yaptığı en güzel resim olmalı…

04.06.2011

YAŞAMANIN DAYANILMAZ ÖZGÜRLÜĞÜ


Almanya’dayım… Yarı hristiyan olmama rağmen çocukluğum hariç hiç Noel kutladığımı hatırlamıyorum. Yeni yıla da ömrüm boyunca bir kere hariç hep memleketimde girdim. Zaten oldum olası sevmem yılbaşı kavramını. Benim için Aralık’ın son günü ile Ocak’ın ilk günü arasında hiçbir fark yoktur. Bakmayı ve görmeyi bildikten sonra deliye her gün bayram misali bana her gün yılbaşı…

Herkesin son derece iyi niyetle birbirine yolladığı “yeni yılda sağlık, başarı ve mutluluk “ dileklerinden ziyade ben bunlara ulaşmayı mümkün kılan alt ruh halleri ile ilgileniyorum daha çok. Bunun için yeni yıla girmeden önce geçecek olan yılla ilgili bir bilanço çıkardım kafamda. Her yeni gelen senenin umutlarının geçmiş senede yaşananların üzerine inşa edildiğini düşündüğümden… Belki yanılıyorum ama benim için öyle…

Senelerdir hiçbir Noel veya yılbaşı ziyaret etmeyi akıl etmediğim babamı, onlar için özel olan bu dönemde ziyaret etmek istedim bu sene. Son dönemde sık sık rahatsızlandığından bir daha bunu yapma şansımın olup olmayacağını bilmediğimden sanırım. Buraya vardığımızda babamın bana hayatında sarılmadığı kadar sıkı sarılıp “iyi ki geldiniz, bu benim belki de son Noel’im “ dediğinde gözlerinden akan mutluluk ve sevgi selini görünce yeni işe başlamış olmama rağmen hayatımda verdiğim en doğru kararlardan biri olduğunu düşündüm. Bunca senedir hep kendimin anlaşılmasını beklemiş ama hiç onun tarafından bakmamışım ilişkimize. Belki de ilk defa sevgimiz karıştı birbirine sarılışımızda...

Bu seneye Ocak’tan itibaren baktığımda 2012’yi “öğrenci” olduğum bir sene olarak özetleyebilirim. Hayat konusunda çok şey bilmeme rağmen “yaşamak” konusunda dünyaya yeni gelmiş bir bebek kadar bilgisiz ve safmışım. Her şeyden önce öfkeden arınan yüreğimle etrafımdaki her şeye sevgi ile bakabilmeyi, onların bana sundukları güzellikleri görmeyi ve içime çekmeyi öğrendim.  Hepimizin plan veya gelecek veya herhangi bir ismin altına sakladığı beklentiyi tamamen arkada bırakıp günün bana sunduklarının keyfini çıkarmayı öğrendim. İnsanın kendini bırakınca önüne kendiliğinden bir çok hoşluğun, keyfin düştüğünü gördüm. Sadece görmek, fark etmek ve kendini akışa bırakmak gerek.

Bu sene hiç mi kötü günlerim olmadı? Oldu, olmaz mı? Özellikle sene başında…  Ancak sene içinde ilerledikçe yaşanan her şeyin olması gerektiği için yaşandığına inandım. Bu yaşadığım kötü şeylere daha pozitif bakmama ve yaşananlardan alacağım derse bakmama imkan verdi. Almam gereken dersi fark edebildiysem yaşananı geride bırakıp ileri yürüdüm. Bu gün ise “her şey olması gerektiği gibi “ söylemine hala inanmakla birlikte, aslında “her şeyin bizim gördüğümüz, görmek istediğimiz gibi” olduğuna inanıyorum daha çok. Kendimiz ile ilgili farkındalığımız ne kadar çoksa olaylara daha pozitif ve öğretici olarak bakabilmemiz o kadar kolay oluyor. Kendimizden ne kadar çok kaçarsak hayata karşı o kadar acı bir tat kalıyor dilimizde. O zaman “yaşamak”  birçoğunun dediği gibi tiyatro sahnesinde oynanan bir rolden ibaret oluyor. Oysa ben rol yapmak istemiyorum… Zaten beceremem.

49 yıllık ömrümün 48 yılında yaşar gibi yapmışım. 2012’de ise yaşamayı öğrendim. Daha gidecek çok yolum var ama bir kere yola çıkıldı mı eninde sonunda bir yere varılır biliyorum. Önemli olan ilk adımı atmak ve ben attım… Hayatımda ilk defa yeni bir yıla umutla, güzel duygularla başlıyorum. Yeni yılda bu sene öğrendiklerimin üzerine daha da koyup yaşamın tadını çıkarmayı hedefliyorum. Öfke, kırgınlık gibi olumsuz duygulardan arınıp sevgi ve hoşgörü ye yoğunlaşmış iç dünyamla evrenin bana sundukları ile “yaşama”yı planlıyorum. Bu noktaya gelişimde az veya çok etkisi olan herkese sevgilerimi ve şükranlarımı sunuyorum.

Herkese “yaşama”nın dayanılmaz özgürlüğünün hissedildiği bir 2013 diliyorum…

30.12.2012

KOR TANESİ


Hepimiz bugün olduğumuz kişiliği, geldiğimiz noktayı bir yığın anı üzerine kuruyoruz. Bu yığının içinde direk çöpe atılacaklar, özenle kutulanıp tavan arasına saklanacaklar ve en nadide sanat eseri gibi başköşeye konacaklar var. Hangi kategoride olursa olsun her anı insanda iz bırakır. Özellikle de çöpe atılacaklar yığınının arasından çıkar en çok yara izi bırakanlar. Silme tuşuna basmamıza rağmen çöp kutusuna atmak için bir daha tuşa basmadığımızdan mıdır, yoksa öğütme makinesinin içinde öğütmediğimizden midir, her ne kadar çöp olsalar da, en olmadık yerde sinsice karşımıza çıkarlar aniden.

Yüreğimizi derin delmiş anılar, kendileri ile ilgili tüm hesapları kapatmadan anı kütüphanemizdeki yerlerini almıyorlar maalesef. Her ne kadar bizler onlarla işimiz bittiğine inanarak onları raftaki yerlerine kaldırsak bile, içimizde onlara dair en ufak bir kor tanesi kalmışsa eğer, raftaki yerlerinden göz kırpıp dururlar habire.  Kendilerine uygun buldukları ortamlarda bizi tekrar yakmak üzere…

Bu yeniden ortaya çıkışın farkında bile olmayız çoğu zaman. Kendini güncel yaşanan olayların arasına öyle bir güzel gizler ki, o anki ruh halimizi, tepkimizi yeni sanırız. Geçmiş zaman içinde kendimizi yaş almış, olgunlaşmış bulduğumuzdan, geçmişte halledilememiş konuların bizi sürekli takip ettiğinin farkına varmadığımız gibi, biri bize onların varlığından bahsetse bile,  onları çoktan hallettiğimizi ve üzerinden geçtiğimizi söyleriz. Bize göre bugün yaşanan konunun geçmişle hiçbir ilgisi yoktur. Halbuki farklı senaryolar içinde tekrar tekrar aynı davranış biçimini sergiliyorsak veya aynı olumsuz duyguları hissediyorsak, muhtemelen hala geçmişimizde halledemediğimiz, güzellikle el sıkışıp vedalaşamadığımız anılarımız vardır.

Evrenin geçmişte yaşananlardan gerekli dersleri almadan ilerlememize izin vermemesinin sonucu olsa gerek, evren bizi o kor tanesi ile yine ve yeniden karşılaştırır durur. Önemsemediğimiz o ufacık kor tanesi, zaman içinde, sessiz ve derinden yaktığı alanı genişleterek, hayatın en umulmadık noktasında bir yerde karşımıza yeniden, ama bu sefer alev olarak çıkar. Üzerinden silindir gibi geçmiş yeni yaşanmışlıklara rağmen derdest edilip altın yaldızlı kabına konmadan rafa kaldırılmış eski anılar, yeni bir gözle değerlendirilme ve sonuçlandırma beklerler bizden. Ancak almamız gereken dersi aldığımızda sönmeye yüz tutarlar.

Yaş aldıkça olayları okuma farkındalığımızı arttırabilirsek, çöpe attığımızı veya rafa kaldırdığımızı sandığımız anılarımız, sürekli hortlayarak bizi rahatsız etmek durumunda kalmazlar. Onlar da iç huzuru ile anı kütüphanemizdeki mezarlıklarında rahatça uyurlar böylece. Bu anıların bize verdikleri hediyeleri alıp teşekkürlerimizi sunarak helaliyle vedalaşamazsak, kendi hapishanelerimizde kader mahkumlarına dönüşürüz farkında olmadan, her yeni yaşananda ayağımıza dolanan anı prangalarıyla…
01.09.2011


BENİM YOLUM (MY WAY)


Sakin, huzurlu bir Pazar sabahında Frank Sinatra’nın meşhur “My Way “ parçası eşliğinde yazıyorum. Liseden sevgili arkadaşım Ayfer’in “bu şarkı sende neler uyandırıyor, lütfen yaz “ ısrarları üstüne geçtim bilgisayarın başına. Yazıya başlamadan evvel parçayı birkaç kere sessizce dinlerken aslında sözlerinin derinliğini bu güne kadar hiç fark etmediğimi gördüm. Dinledikçe Ayfer’in neden bana metazori bu yazıyı yazdırdığını anladım.

Çok sevdiğim bir parça olmasına rağmen, şarkıda söylenen “ my way”i belki de zaten anca anca yeni keşfettiğimden, dikkat etmemişim bu güne kadar sözlerine. Ben de bağıra bağıra “ I did it my waay “ diye eşlik etmişim ama boş boş. Bir kere “my way”  diye bir şey olduğunu anlamam bile 45 senemi aldı. Azıcık yavaşımdır, idare edin. Ancak geç olması hiç olmamasından iyidir mantığı ile yola çıkarak bundan sonra ki hayatımı kendi yolumda devam etmeye karar verdim.

Gariptir ki sittin sene insanları memnun edeyim, kimseyi üzmeyeyim, aman onların dedikleri olsun yeter ki surat asmasınlar diye, “ben”in nasıl bir şey olduğunu bile bilmeden yaşamama rağmen, ne ben ne de o üzülmesinler diye çabaladığım insanlarda mutlu olmadı. Ben hep “elimden geleni yapıyorum ya niye mutlu edemiyorum” diye hayıflandım. Onlarda “bu kız niye bu kadar mutsuz ve dolayısı ile huysuz” diye merak ettiler durdular. Bana göre ben huysuz değilim ama sonradan geri dönüp baktığımda görüyorum ki sesim çıkmamış, her şeye uyum sağlamışım ama domuz gibi bir suratla. Yaptıklarının yanına duygu eşlik etmeyince bir halta yaramıyormuş; öğrendim…

Senelerce zorla da olsa yaptığım uyumluluk gösterilerinin yarattığı mutsuzluk, öfke içimde birikip birikip artık saklanamaz noktaya gelince de patladım. Yani 45 senecik aldı ama olsun… Diyorum ya kadın yavaş! Neyse bir patladım pir patladım. Ay ne iyi oldu… Çıbanın içindeki irin boşalınca acısının geçmesi gibi bende rahatladım. İşin daha da güzeli, bana uymayan şeyleri güzelce reddetmeme rağmen, uyan şeyleri daha içten ve sevgi dolu yaptığımdan gerek eskisinden daha kabul gören, kendim dahil etrafımdaki insanların da daha mutlu olduğu, içten kahkahalarla güldüğümüz bir hayatım oldu. Geçen sene tiroidim tavan yapıp doktora gittiğimde, doktorun bana söylediğini hiç unutmuyorum.” İlaç alacaksınız tabii ki ama istemediğiniz hiçbir şeyi yapmamak esas ilaç “ demişti. Ben bu nasıl olacak diye aylarca kıvrandım ama beynim bir türlü algılamasa bile gerçeği, bedenim öyle bir güzel algıladı ki ne yapıp edip bana bunun mümkün olduğunu anlattı. Hayrıma olduğunu ise iyileştikten sonra gördüm.

Hepimizin eninde sonunda Frank Sinatra amcaya, yüreğinin derininde dolu dolu hissederek “My Way”i söyleyerek eşlik edebilmesini diliyorum. Yapması demesi kadar kolay değil ama hayatta na-mümkün diye bir şey yok. Sadece insanın kendini sevmesi, kendini değerli bulması ve kendine inanması gerek. Gerek ailemiz, gerek çevremiz, gerek toplum kuralları derken öyle bir bombardına tutuluyoruz ki büyürken, “ben kimim” sorusu, kişinin bu kendilerine yerleştirilmiş yapıyı ne kadar içselleştirdiğine bağlı olarak, değişik zamanlarda insanın içine düşüyor. Kimine daha erken, kimine daha geç… Ama muhakkak geliyor bu soru. Soruyu cevaplayabildikçe insan kendini sevmeyi öğreniyor, sevmeyi öğrendikçe daha derin cevaplar verebiliyor gibi bir sarmal bu. İnsanı daha derine, daha kendi özüne doğru çeken. Sarmalın dibi var mı bilmiyorum. Belki de ölünceye kadar devam ediyor bu.

 Herakleitos’un “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir “ sözündeki gibi kendimizle ilgili her yeni keşifte ister istemez değişe değişe ilerleyeceğiz hayat yolunda. Umarım bu hayata gözlerimizi kaparken “My Way”in sözlerindeki gibi biz de “ bu hayatı kendim gibi yaşadım “ diyebilir ve mutlu ölürüz.

14.01.2013