27 Eylül 2014 Cumartesi

BABACIĞIM...

Sıradan bir gün… Son zamanlarda günler ne kadar sıradan olabilirse o kadar sıradan işte. Her zaman ki gibi çocuğu okula gönderdikten sonra sabahın ilk kahve ve sigarası ile güne başlanan bir gün.

Saat daha çok erken. Kısa bir süre önce terk edilmiş uykunun mahmurluğu, yatağın sıcaklığı hala üzerimde.  Kafamda binlerce deli düşünce beyin duvarlarıma çarpıp çarpıp düşüyorlar. Hiç birinin bir yere varacağı yok. Sadece uçuşuyorlar öyle. İşleri bu. Beynimi meşgul etmek. Bu karmaşanın içinde günü planlamaya çalışıyorum. Arkadaşlarım gelecek. Bir şeyler yapmak lazım. Elimde kahve, camımın önündeki ağaca takılıyor gözüm. Çoğu hala yeşil yapraklarının. Yeni yeni sararmaya başlıyorlar. Sonbahar ucun ucun gösteriyor kendini.

Kalkmalı, misafirlere hazırlık yapmalı. Tam kalkacakken telefon çalıyor. Telefon için çok erken. İçime sıkıntı giriyor. Ekranda “babam “ yazıyor. Babam hastanede, babam arayamaz. Ama arıyor işte. Ekrana bakıp kalıyorum. Açmadan biliyorum. Ama açmak lazım. Duymak, dinlemek… Öyle bir şey bu. Söylenmeli, bilinmeli, adı konmalı. Oysa ben daha dün akşam yatarken biliyordum. “Uçağımı bu hafta sonuna alayım, bu hafta sonu da geç olur mu acaba?” diye içimden geçerken geç olduğunu biliyordum.

Telefonda üvey annem bilindik cümleleri gözyaşları içinde söylerken gözüm ağaçtan süzülen yaprağa takılıyor. Yarı sararmış, tam kurumamış ama bir şekilde dalından kopmuş bu yaprak süzüle süzüle iniyor yere doğru. Kopmuş ağacından, hayattan. Yapraklar kuruyor, düşüyor, yerlerine yenileri çıkıyor. Ömürlerini tamamlayınca gene başlıyor aynı döngü. Aynı hayat döngüsü gibi.

Hiçbir şey söylemeden kapatıyorum telefonu. Gözlerim yaşarıyor ama ağlamıyorum. Sadece ağaca, ağaçtan süzülen yaprağa bakakalıyorum. Öyle süzülüp gitti işte babam. Üzüntü hissetmiyorum. Sanki onun son dönemde yaşadığı korkularının sonu geldiği için huzura ulaştığını hissediyorum. İllet hastalığın pençesine düştüğünü öğrendiğimden tam üç ay sonra. Hızlı oldu her şey. Bir öğrendik hasta, bir baktık gitmiş. Çabucak, acelesi varmış gibi… Belki de vardı, kim bilir? Hiç sevmezdi düşkün olmayı. Olmadı da. Hiç düşmedi… Tanrı’nın sevdiği kullarındanmış.

Yas, metanet, sabır dilekleri ile doluyor etrafım. Yas nedir ki? Psikologlar gibi bilimsel bir açıklamam yok ama kaybın karşısında duyulan yoksunluk hissi diyebilirim ben. Genelde kaybedilmiş kişiyle yaşananlardan, paylaşılanlardan yoksun olma durumunda insanların oluşan boşlukla ne yapacaklarını bilememe hali. Aslında kaybedilen kişiden ziyade kendi yoksunluğuna üzülme halidir yas. Bu yoksunlukla başa çıkıp, oluşan boşluğu kabul etme, o boşluğu anlamlı başka bir şeyle doldurma sürecine kadar geçen sürenin adı. Bana göre tabii. Psikologlar itiraz edebilir.

Kendi adıma bir üzüntüm yok. Şartlar gereği birbirimizde ayrı geçmiş, ortalama senede bir kere on-on beş gün tatil kıvamında paylaşılmış zamanlardan başka fazla bir anım yok maalesef. Yanlış anlaşılmasın; bu ne benim onu sevmediğim ne de onun beni sevmediği anlamına geliyor. Çok severdik, çok severiz birbirimizi. Dünyanın en iyi, en tonton insanlarındandı. Kötülük nedir bilmezdi. Bilmek ne kelime kötülüğü anlamazdı.

Üzüntüm onun ve eşinin adına daha çok. Üç ay evveline kadar hala hayata dair istekleri, beklentileri, hayalleri olan dinç bir adamdı. Önümüzdeki sene yetmiş yaşında olacak eşi ile beraber büyük bir yüz elli yaş partisi yapmayı hayal ediyordu mesela. ( Kendisi de seksen yaşında olacaktı) Yeni evimi görmek istiyordu. Bir daha İzmir’e gitmek istiyordu. İzmir’deki İskele restoranda yeniden kalamar yemek. Yok artık orası dediğimde ne üzülmüştü. Amerika’ya gemi yolculuğu yapmak planları vardı. Vardı da vardı. Hep böyle değil mi zaten? Hep planlar, arzular bir engele takılmıyor mu?

Ben kötü müyüm? Ruhsuz? Duygusuz? Bilemiyorum. Daha çok bir suçluluk duygusu hakim. Onun yanında olamamış olmanın verdiği bir suçluluk. Sadece hastalığı süresince değil. Hayatı boyunca. Başka çocuğu da olmadı. Tam bir evlat olabildim mi? O tam bir baba olabildi mi? Olamadık. Şartlar izin vermedi. Okula hiç babam götürmedi. Beraber hiç ders çalışmadık. Neredeyse hiç dertleşmedik. Beraber hiç ağlamadık. Bol bol güldük ama… Kültür farkı da girdi araya. Her ne kadar Alman kanı da taşısam, doğup büyüdüğüm Türk topraklarının kültürü hakim oldu bana daha çok. Bu nedenle bazen anlayamadık birbirimizi. Gene de hiç sorgulamadı babam beni. Hep güvendi. Attığım hiçbir adıma itiraz etmedi. Her ne kadar bazen yalnızlık hissi verse de birinin yüzde yüz güvenini kazanmak da başka artılar getiriyor insana.

Her geldiğinde muhakkak evimin eksiklerini tamamlardı. Yanmış lambayı, iyi çalışmayan sifonu, bozuk prizi tamir ederdi. Bulamadığı bir parça için tüm İstanbul’un altını üstüne getirirdi. Uzakta olan kızı için yapabileceğinin en fazlasını yapmak isterdi. Maalesef bana geçmeyen çok düzenli bir adamdı. Titizdi de. Evinde halı saçaklarını taramak için özel tarağı olduğunu söylesem, inanır mısınız? Çok gülmüştüm ilk gördüğümde. O halı saçakları hep mum gibi olmalıydı. Üzerlerine basıp dağıtırsak söylenirdi. Ama öyleydi babam. Sevimliydi.

Bütün bu yoksunluklar aramızda derin bir sevginin varlığını engellemedi. Beni her gördüğünde gözlerinden mutluluk ve sevgi akardı. Ben de onu çok severdim. Muhtemelen o beni daha çok severdi. Ben gençliğin verdiği havailikle biraz geç anladım sevgisinin değerini.

Gene de geriye bakıp düşünüyorum da iyi bir hayatı oldu babamın. Büyük hayalleri yoktu. Olanla yetinen, sevgi ve huzur odaklı bir hayatı vardı. Çok uzun yıllara dayanan dostlukları, ailesi, eşi ve bizimle yetindi. Mutluydu. Birçoğumuz için söylemesi ne kadar zor bir cümle. Belki de bu noktada kendimize dönüp bakmalıyız. Yetinme kelimesinin üzerine basa basa…

Babam fiziken öldü ama ben yaşadıkça, o daima gülen gözleri ile benimle birlikte yaşayacak. Biliyorum hep yanımızda olacak. Güzel günlerimizi paylaşacağız gene.

Babacığım gittiğin yerde nur içinde yat. Sonsuz sevginin varlığı her daim üzerimizde. Biz var oldukça sen de bizimle birlikte, sevgimizde varsın. Seni seviyorum…




13 Eylül 2014 Cumartesi

GÜNEŞLE

Dün akşam edebiyatımızın değerli isimleri Haydar Ergülen, Feryal Tilmaç ve Nalan Barbarosoğlu ile yemek yemek şansım oldu. Masanın diğer misafirleri, benim gibi yazmanın büyüsüne kapılmış, yazmayı ve okumayı daha iyi anlama çabasıyla bu hocalardan ders alan diğer kursiyerlerdi. Yuvarlak bir masanın etrafında hayat ve edebiyatla dolu bir gece...Ne mutluluk. Zaten edebiyat hayatın bir yansıması değil midir?
Satırları arasında kaybolduğunuz, sihirli kelimeleri ile sizi bir dünyadan öbürüne alabilen yazarlarla aynı sofrada oturmak ayrı bir keyif. Gayet gündelik bir sohbetin tonu bile edebi. Yarattıkları eserlerdeki mistik karakterlerin ardında sizin, benim gibi hayat gaileleri olan insanlar olmaları insanı şaşırtıyor bir anlığına. Komik tabii. Onlar da herkes gibi etten, kemikten bir insan. Ancak en basit olaya bile bakışlarında farklı bir derinlik var. Muhtemelen bu derin bakış onlara o sarsıcı cümleleri yazdıran.
Doğal olarak sohbet başka kitaplardan, yazarlardan, yazmaktan, okumaktan oluştu. Haydar Bey yeni keşfedip çok etkilendiği bir yazardan bahsedince Feryal Hanım hemen yazarın adını kaydediyor.Çok hoş. Ben de kaydettim kafama. Yazarın adı Aleksandar Hemon. Aşk ve Engeller adında bir kitabını Haydar Bey kurs programına almış. Okumadıkları yazar, bilmedikleri kitap yok gibi. Doymak bilmeyen bir açlıkla, her yazarın dünyayı, duyguları, düşünceleri ifade edişini, anlatımını merak ediyorlar. Besleniyorlar da muhtemelen. Başka yazarlardan hayranlıkla bahsediyorlar. Kıskançlık yok yani. Yazmanın ilk şartının çok okumak olduğunu bir daha hissediyorum." Başka yazarları çok okursak taklit etmez miyiz?" diye sormuştu bir derste bir arkadaşımız. " Edebilirsin ama ne kadar taklit edersen et, senin sesin başka çıkar" demişti Nalan Hocamız. Doğru.
Haydar Bey, kendisi için en güzel 1974 yılının olduğunu söyledi. Nedenlerini anlatırken " bu anlatıdan bir öykü çıkar hatta roman bile olabilir" diye geçti aklımdan. Öyle güzel anlatıyor ki! Hiç hangi yılın benim için en güzel olduğunu düşünmemişim. Bunu düşünmek bile insanı içsel bir yolculuğa çıkarıyor. Bana göre her yıl, iyisi ve kötüsüyle geçip gidiyordu bir şekilde. Mutluluk duygusunun ağır bastığı bir yıl olmalı herhalde derken hayır, umut duygusunun ağırlıklı olduğu bir yıl daha iyi geliyor bana.
Feryal Hanım, Murakami için "yazdığı şeyler genellikle karanlık olmasına rağmen, huzur dolu bir anlatımı var. Bana çok iyi geliyor " dedi. Murakami'nin bütün kitaplarını, hatta daha Türkçe'ye çevrilmemiş son kitabını da okumuş. Oysa Japonca okunduğunda sert bir dili olduğu söyleniyormuş." İngilizceye çevrildiğinde o sertlik kayboluyor, o da dilin cilvesi" dedi. Doğru çevirinin, çevirmenliğin ne kadar önemli olduğunu konuştuk.
Haydar Bey'e kendisinin "Neyse" demek iyidir, 'bu da geçer' demek gibidir… Geçmez, herkes bilir geçmediğini, geçmiş gibi yapılır." cümlesinden yola çıkarak bir yazı yazdığımdan bahsedince, konu mektup bitişlerine geldi. Sık sık neyse diye bitirirmiş kendisi. Kimi sevgiyle, kimi muhabbetle, kimi öperek, kimi sarılarak, kimi kucaklayarak bitiriyor mektuplarını. Haydar Bey genç bir şair arkadaşının ( adını unuttum maalesef) "güneşle" diye bitirdiğinden bahsetti. Bunu çok sevdim. Bu kelime içinde o kadar şey barındırıyor ki! Aydınlık, sıcaklık, enerji, neşe, keyif...
Keyifli bir geceydi. Beslendim, öğrendim. Kendimi iyi hissettim. Bu organizasyonu yapan arkadaşıma en içten teşekkürlerimi yolluyorum.
Güneşle arkadaşlar güneşle... 

11 Eylül 2014 Perşembe

YABANCI

Aniden duvarda patladı vazo. En sevdiği vazo. Hani evliliklerinin ikinci yılında, çocuk olmadan evvel, son baş başa gittikleri İtalya’dan aldıkları vazo. İç gıcıklayıcı turkuaz rengi, dümdüz, pürüzsüz hatlarıyla Murano camından yapılmış vazo. Evin en görünen köşesinde, o seyahati, o seyahatteki neşelerini hatırlatan vazo. Mutluluklarının nişanesi vazo. Şimdi paramparça yerde duruyordu. Evlilikleri gibi, kalbi gibi.

Serap her yere dağılmış kırık parçalarına bakakalmıştı. Korkmuştu. Karşısında bir adam sürekli bağırıyor, eline ne geçirirse oraya buraya atıyordu. Sanki elinden gelse Serap’ı da duvara atıp parçalayacaktı. Yapar mıydı? Serap olduğu yerde donmuş kalmış, kulaklarını iki eliyle kapayarak, bir seyirci gibi olan biteni seyrediyordu. Ellerinin arasından adamın söyledikleri bir pus içinde süzülüyor ama bilmediği bir dilde gibi, Serap denilenleri anlamıyordu. Sadece kafasında plak gibi takılmış aynı soru: Kimdi bu adam?

Korkuyla sindiği yerden adama baktı. Uzun boyu, kısa kesilmiş dalgalı kahverengi saçları, haki renkli gömleği ve kot pantolonuyla daha birkaç saat evvel oğullarıyla beraber yemeğe gittikleri kocasına benziyordu. “ Aldattın beni “ nidalarıyla böğüren adam, kocası olamazdı. O kocasından hiç korkmazdı ki? Evlilikleri boyunca tek fiske atmamış, çocuk doğuncaya kadar zaman zaman banyoda kendisini yıkayan, banyo sonrası upuzun siyah saçlarını şefkatle taramış adamla şu anda gözlerinden nefret fışkıran, eline geçeni kırıp döken, bağır bağır bağıran adam aynı kişi olamazdı. Bu adam yabancıydı.

“Aldattın beni” diye bağırıyordu adam. Aldatmak? Birbirlerine gözlerinin değdiği ilk günden beri başka bir erkeğe bakmamıştı Serap. Öyle bir arzusu olmamıştı. Seviyordu kocasını. Başlarda âşıktı da. Zamanla derin bir sevgiye dönüşmüştü bu aşk. Kocası ve tek çocukları Emre’yle kurdukları düzeni de seviyordu. Bu düzeni korumak için elinden geleni yapıyordu. Başka bir erkeğe bakmak aklına bile gelmemişti. Şimdi niye böyle bir şeyle suçlanıyordu? Korkusu ve şaşkınlığı birbirine karışmış, nedenini anlamadığı şiddetli bir kavganın içinde bulmuştu kendini.

“ Konuşsana “ diye üstüne yürüdü adam. Hayır, hayır bu adam kesinlikle kocası değildi. Bir kâbus görüyor olmalıydı. Kocası görüntüsünde bir adamdı rüyasındaki. Rüyadan uyanmak için başını silkeleyip duruyordu. Bitmiyordu kâbus. Adam omuzlarından tutmuş sarsıyordu şimdi de. “ Ne başını sallayıp duruyorsun, söylesene bir şey.” Ne söyleyecekti, ne söylemeliydi? Neyle itham edildiğini bile anlamamıştı. Korkudan içine kaçmış bir sesle “ ne dediğini anlamıyorum bile “ diyebildi ancak. Adam daha da hiddetlendi. “Nasıl anlamıyorsun, nasıl anlamıyorsun? Ben sana çocuk istemiyorum dememe rağmen beni katakulliye getirip çocuk yapmadın mı? “ diye bağırırken öfkesinden tükürükler saçıyordu Serap’ın yüzüne.

Yok yok, bu adam kesinlikle kocası değildi. Emre’ye hamile kaldığında ne kadar sevinmişlerdi. Evlenmeden önce flört dönemlerinde “çocuk istemiyorum” diye söylemişti kocası ama Serap bunu daha erken anlamında anlamıştı. Zaten de evlenmeleri, hamile kalması derken bu konuşmanın üzerinden dört sene sonra çocukları olmuştu. Planlı bir çocuk değildi, kaza çocuğuydu ama zamanıdır deyip sevinmişlerdi bu habere. Öyle hatırlıyordu Serap. Yanlış mı hatırlıyordu? Emre ilk doğduğunda, kocası her erkek gibi, bebekle ne yapacağını bilememiş ama Emre büyüyüp dillendikçe o da oğlundan keyif almaya başlamıştı. Şimdi beş yaşına gelmiş Emre ile babası yalancıktan futbol oynar, yerlerde beraber devrilip gülerlerdi. Hiçbir gün çocuğu istemediğini düşünmemişti. Şimdi nereden çıkmıştı bu?

Kendini bildi bileli çocuk istemişti Serap. Annesinin ikinci evliliğinden sonra, o aileye bir türlü ait hissedememiş, kendine ait bir ailesi olması için yanıp tutuşmuştu. Her Pazar üvey babasının ailesinin evine gittiklerinde, kurulan kocaman sofraların en kenarına ilişirdi hep. Elbisenin üzerine son anda toplu iğneyle tutturulmuş, kopmuş bir aksesuar gibi hissederdi kendini. Hani olsa da olur, olmasa da olur olanlardan. Kocasıyla flört ettiği dönemlerde, onun özenle yemek pişirip önüne koyması, onun için süslü sofralar hazırlamasından çok etkilenmişti. Özel hissederdi o zaman. Elbisenin en önemli parçası, elbiseyi elbise yapan parçası gibi… Evcimendi kocası. Evin alışverişini yapar, evin eksikleriyle ilgilenirdi. Yumuşaktı, şefkatliydi. İyi adamdı, iyi insandı. Âşık olmuştu.

İki sene flörtten sonra evlenmişlerdi. Çocuk konusu fazla gündeme gelmemişti. İkisi de çalışıyor, fırsat buldukça seyahatlere gidiyorlardı. İki sene evlilikten sonra Serap yavaş yavaş bedeninin ona anne olması gerektiğini hatırlattığını hissediyordu. Önlerinde planlanmış İtalya seyahatleri vardı. İtalya seyahatinde dönüşte bu konuyu açmaya karar vermişti. Ancak konuyu açmaya gerek kalmamış, İtalya dönüşünde hamile olduğunu anlamıştı. Kocasına bu haberi verdiğinde sevindiğini hatırlıyordu. Yoksa kendi mutluluğundan onun gerçek duygularını görememiş miydi? Ya da kendisi o kadar mutluydu ki, kocası onun keyfini kaçırmamak için tepkisini göstermemiş miydi? Anılar zaman içinde binlerce kere şekil değiştirip en sonunda hatırlamak istediğimiz şekliyle mi beynimizde yer alıyordu? Görmek, bilmek, duymak istemediklerimizi silip oluşan boşluklara kendi işimize geleni mi yerleştirip saklıyorduk dağarcığımızda? Serap geriye dönüp baktığında hamileliğini söylediği güne dair sadece kendi derin mutluluğunu hatırlıyordu. Kocası figüran gibiydi bu anıda.

Emre doğduktan sonra Serap, kendini tamamlanmış hissetmiş ve bu oluşturduğu aileye sıkı sıkı yapışmıştı. Ona göre her şey yolunda gidiyordu. Hayatlarına çocuk girdikten sonra yatak odaları biraz sakinlemişti. Çocuk olmadan evvel evin herhangi bir köşesinde yaşayabildikleri seks, artık belirli saatlerde ve kapalı kapılar ardında yatak odasında yaşanabiliyordu. Bu zorunluluk hali aralarındaki heyecanı biraz azaltmış ama bu da doğanın kanunu herhalde diye düşünmüştü Serap. Kocası da şikâyetçi gözükmüyordu.

“ Ben ayrılmak istiyorum “ cümlesini duydu birden. Deminden beri kocası onu sarsıp dururken dediklerini duymamış, sadece gözleri kapalı, kafasını sallayıp durmuştu. Bu cümleyle gözlerini açtı. Yüzünü yüzüne yakınlaştırmış kocasının gözlerini gördü. Gözlerindeki sevgisizliği gördü. Yabancıydı bu adam. Kesinlikle yabancıydı. Ne zaman bu kadar kopup birbirlerine yabancılaşmışlardı? Boş boş adamın gözlerine baktı. Bu gözlerde özgürlüğü elinden alınmış, havasız bir hapishaneye tıkılmış bir insanın hüznü ve öfkesi vardı. Bu gözleri tanımıyordu. Bu gözleri sevmedi.

“Başka bir kadına âşık oldum “ sözlerini belli belirsiz duydu. Tutkuyu tanırdı. Bu haykırışta tutku vardı. Başka bir kadına karşı duyulan tutku. Çocuklarını, onun özgürlüğünü elinden alan bir kişi gibi görmesi Serap’ın içini acıttı. Kırıkları yerde duran turkuaz, cam vazo gibi hissetti. Vazo kırılmıştı, hayatı da…
“Peki “ dedi.