24 Ağustos 2014 Pazar

MUDANYA - TİRİLYE - GÖLYAZI

Hayatın kötü sürprizlerini ardı ardına bana sunduğu bir yıl yaşıyorum bu sene. Sene başından beri, 2010 yılından bu yana yavaş yavaş girdiğim dönemecin içinde öyle virajlar yaşıyorum ki savrulmadan yolda kalmak neredeyse imkânsız. Bu, yanları uçurum, keskin virajlarla dolu yolda durmadan ilerleyebilmek, kesilen nefesime tekrardan kavuşabilmek için ara ara yavaşlayarak bu virajların etrafına serpilmiş güzellikleri görmeye, onları hayatıma dâhil etmeye çalışıyorum. Başka türlü uçurumdan aşağı düşmemem mümkün olmayacak. Düşersem de sağ çıkabilir miyim, orası meçhul.

Bu güzelliklerden birini daha eklemek nasip oldu sepetime. Annesinin ani gelişen hastalığı yüzünden benimle aynı kaderi paylaşan arkadaşım ve benzer bir korku, endişe, yalnızlık, çaresizlik psikolojisinin içinde yaşamın temsilcisi olarak kendilerine yer bulmaya çalışan kızlarımızla iki günlük bir kaçamak yaptık. Her ikimizde yaşadığımız travmanın çocuklarımıza yansımasından duyduğumuz suçluluk duygusuyla tüm yaz boyunca sunamamış olduğumuz tatili en azından iki günlüğüne sunmak, ayaklarını suya sokamamış kızlarımıza içinde bulunduğumuz ağır ortamdan uzak, en azından denizi koklatmak ve en önemlisi şefkatimizden yoksun geçirdikleri son zamanları telafi etmek, hala ve hala bizlerin yaşamda en önemli varlıklarımız olduğunu tekrar hatırlatmak üzere düştük yola.

Yenikapı’yı nedense Kabataş olarak algılamış olmamdan dolayı daha güne uyanmamış şehrin kıyı sahilinden ulaştık Yenikapı’ya. Sabah serinliğinde trafiksiz, bomboş yollarda ilerlerken, günlük karmaşa, telaş içinde güzelliğini fark edemediğimiz İstanbul’u içimize çekerek başladık yolculuğa. Yeni doğmuş güneşin sarı ışıkları altında mistik bir havaya bürünmüş kartpostallık İstanbul manzaralarının yanından geçtik ve ben bir daha hayran oldum bu şehre. Hayıflandım içten içe bu güzelliğin, bu kendine has karakterin yavaş yavaş yok edilişine. Sahip çıkmayışımıza, çıkamayaşımıza…

Mudanya’ya varıp internet üzerinden öylesine seçtiğimiz konaktan bozma butik otele vardığımızda, en azından bu seferlik, tanrının kötü sürprizler bohçasının içinde yer almadığımızı gördük. Belki de çocuklarımıza acıdı, kim bilir? Önünde boylu boyunca deniz uzanan, yüksek tavanlı, tertemiz, şık banyolu pırıl pırıl bir oteldi Golden Konak Otel. Ertesi sabah sundukları börek, patates kızartması, nefis omleti dahil mükellef kahvaltıyı da görünce  uygun fiyatlı bu oteli seçtiğimize bir kere daha memnun olduk.

Vaktimiz dar, düştük hemen yola. Esas hedefimiz Gölyazı. Arkadaşımın kızının "Güneşi Beklerken" dizisinde görüp beğendiği bir yer burası. Biz dizi mizi seyretmediğimizden haberimiz yok ama bize yer önemli değil zaten. Sadece yolculuk yapmak istiyoruz biz. Özellikle ben, arabayla yaptığımız bu yolculukta yolda ilerlerken bazı şeyleri geride bırakabilmek umudundayım. Hiç bilmediğim yerler içinde kaybolmak, derimin altında, akan kanımla birlikte ruhumun, bedenimin her yerinde hissettiğim derin sızıyı uyuşturabilmek, belki, belki bir umut, iki günlüğüne acısız yaşamayı hayal ediyorum. Öyle olmuyor… Arkadaşımın kendi kederi içinde yakalamayı başardığı, neşeli sesi ve coşkusu karşısında boğazımda boğum boğum kalıyor gözyaşlarım. Nalan Barbarosoğlu’nun Okur Postası’nda yazdığı mektupların birinde dediği gibi “Anneye bakan çocuğun gözleri sızlıyor, yutkunuyor; boğazında az önce rüyasına giren bilyelerin en kocamanı. Gözlerindeki sızıyı, boğazındaki yumruyu kovmak istercesine başını silkeliyor. Faydasız. “ Ben başımı değil yüreğimi silkeliyorum ama fayda etmiyor. Bilye olsa yutacağım ama değil. Öyle büyük ki yutulmuyor. Ağzımın, beynimin, yüreğimin içinde büyüdükçe büyüyor. Belki kusmak lazım…

Dedim ya vakit dar. Mudanya’dan Tirilye’ye gidiyoruz önce. Yol üzerinde adsız bir tepede kahvemizi içiyoruz. Karşı yakada uçsuz bucaksız bir denize yaslanmış puslu bir sisin ardından görünüyor karşı dağlar. Önümüz uçurum. O uçuruma çer çöp atılmış. Bir yerlerde gördüğüm Aşk Tepesi mi Sevda Tepesi mi adını unuttuğum yere benziyor. Çeri çöpü bile aynı. Hatta resmim bile var orada. Muhtemelen sonsuz aşkı yakalamak umuduyla çektirmişim. Ne komik!

Tirilye’ye girdiğimizde bizi karşılayan bir çok otelden, yan yana dizilmiş zeytin ve zeytinyağı dükkanlarından buranın turistler tarafından keşfedilmiş olduğunu fark ediyoruz. Gene de çok bozulmamış Tirilye. Daracık sokaklarında birbirine yaslanmış eski evlerin pencerelerinde hala beyaz dantel perdeler asılı. Dev çınar ağaçlarının gölgesine kurulmuş kahvede serinliyor insanlar. En çok da neredeyse dört beş evde bir asılı Atatürk bayrakları dikkatimizi çekiyor. Nilüfer Belediyesi’nin hazırladığı bayraklar bunlar. Her yerde aynı bayrak. “Devrimlerinin İzindeyiz “ yazıyor üzerinde.Gözlerimiz yaşarıyor hüzünle.


Her turist gibi zeytin ve zeytinyağı alıyoruz biz de eski aile yadigârı eşyalarla otantik bir şekilde döşenmiş bir dükkândan. Fotoğraflar asılı orada burada. Başı açık güzel bir kadının siyah beyaz resmi var mesela. Satıcının kırık Türkçesi dikkatimizi çekiyor. “Avrupa’dan damat geldim yirmi beş sene evvel” diyor adam. Avrupa’nın neresinden diye sorsak da bir yerinden işte diyerek geçiştiriyor soruyu. Belli ki o da hatırlamak istemiyor bazı şeyleri.


Gölyazı’na doğru vuruyoruz arabayı. Kimine göre şuracıkta, kimine göre otuz kırk kilometre var oraya. Herkes farklı tarif veriyor. Bayılıyorum bu insanımızın bilmese de bilir gibi, bilgiç bir tavırla yol tarifi vermesine. Bilmiyorum demeyi ayıp sayıyoruz herhalde. En azından her tarifte ortak olan şey; İzmir otobanına çıkınca Bursa yönüne gidilecek ve oradan Gölyazı beş dakika kısmı. Tirilye’den bize söylenen yönde gidiyoruz. Tirilye’nin hemen çıkışında dizi dizi zeytinyağı işletmeleri var küçük küçük. Üzerlerindeki tabelada fabrika yazıyor yazmasına da fabrika demek için bayağı zorlamak gerek. Gene de ana geçim kaynaklarının zeytin olduğu anlaşılıyor buranın. Zaten yol boyunca her yer zeytinlik.

Denizden uzaklaşıp karanın içine girdikçe inanılmaz güzellikte yemyeşil vadiler karşılıyor bizi. Sanki Toscana’dayız. Arkadaşım yok Champange diyor. Gitmiş görmüş oraları. Ben bilmiyorum. İçimden kızıyorum. El âlem tanıtmasını biliyor ülkesinin güzelliklerini, biz ise değil yurtdışına tanıtmak kendi insanımıza bile tanıtamıyoruz doğal güzelliklerimizi. Sonra da nefesimizi kesen güzel bir manzara karşısında “ sanki Toscana “ diyoruz. Elin adamı Toscana’dayken sanki Tirilye diyor mu? Neyse.

Artık son dönemlerine gelmiş, sapsarı ay çiçeği tarlalarının yanından geçiyoruz. İnsanoğluna doğanın armağanlarından biri diye düşünürüm bu ortası kara, kenarları sarı yapraklarla taçlanmış bitkileri. Kocaman tarlalarda aynı yöne dönmüş yüzleri ile bir dinginlik verir bana bu yeknesaklık. Aklıma seneler evvel başka bir arkadaşımla İtalya’nın güneyinde ay çiçeği tarlalarının ortasında çektirdiğimiz resimler geliyor. Sahi nerede o resimler? Senelerin silikleştirmesine rağmen, insanın karşısına nasıl da aniden capcanlı çıkıveriyor anılar. Beyne kazılmış anıları hiçbir şey silemiyor. Keşke silinebilse… Keşke bu gün dijital fotoğraf makinelerindeki gibi beğenmediğimizi geri dönülmez şekilde bir tuşla çöpe atabilsek.

Otobana bir türlü varamadığımızdan, doğru yolda olduğumuzdan emin olmak için yolun kenarına tezgâh açmış iki kadına soruyoruz Gölyazı’nı. Kadınlardan bir tanesi “ ben oralıyım, devam, doğru yoldasınız “ diyor. Yemenisi ve güllü dallı şalvarı içinde, yanmış yüzü ve su gibi derin mavi gözleri ile muhteşem güzel bir kadın bu. Sanki huzur bu kadının gülen gözleri ve dudaklarının gülümseyen kıvrımında saklı. Arkadaşım da etkileniyor kadının güzelliğinden. Belki ikimizde aynı şeyi görüyoruz, belki görmüyoruz ama ikimizde aynı şeyi arıyoruz; iç huzur…

En nihayet varıyoruz dizi sayesinde adını duyurabilmiş Gölyazı’na. Anakaraya geliş-gidiş çift şeritli kısa bir yolla bağlanan yarımada bir kısmı var. Yürüyerek çevresi dolaşılabilecek büyüklükte, yarımadaya geçer geçmez kocaman bir çınarla gölgelenmiş köy meydanının olduğu bir yer. Yarımadanın tümü küçük küçük evlerle kaplı. Bir SİT alanı. Henüz el değmemiş olduğu görülüyor. Göze çarpar bir tane restoran var. Sizi gölde gezdiren sandal turu yaklaşık on beş dakika tutuyor. Bu konuda bilgili olmadığımız için türlerini bilemediğimiz değişik kuşlar uçuyor gölün üzerinde. Uzaktan bakınca göle vuran güneşinde etkisiyle tablolara konu olabilecek güzellikte görüntüler sergiliyor göl ancak yakınına geldiğinizde gölün pisliği insanın içini burkuyor. Neden temiz değiliz? Hani temizlik imandan gelirdi?  Müslüman olan bir ülkede İslam’ın temel öğretilerinden biri olan temizlik niye sadece evlerle sınırlı kalır da insanın yaşadığı çevreye, sokağa yansımaz? Müslüman ülkelerin neredeyse tümünde olan bu pisliği neye bağlayabiliriz? Kuran-ı Kerim’in bazı öğretilerine bu kadar sıkı sıkı yapışırken aslında dine bağlı olmadan temel bir gereklilik olan temizliği neden es geçeriz? Bir anlasam… Bu arada Müslüman bir ülke olan Umman’ın hakkını yemeyeyim. Bu güne kadar gördüğüm, sokaklarında tek çöp olmayan nadir temiz ülkelerden birisiydi. Hazır aklıma gelmişken Umman’ı da ayrı bir yazı konusu olarak yazayım.

Anakaraya dönüyoruz kısa bir turdan sonra. Anayoldan beri Gölyazı tabelalarının altında yer alan Ağlayan Çınar’ı görmek istiyoruz. Zaten internetten de Gölyazı diye araştırdığınızda muhakkak görülmesi gerek diye çıkıyor burası. Ağlayan Çınar yan yatmış ulu bir çınar. Görkemli ve etkileyici bir havası var. Gölgesinin altına atılmış tahta masa ve sandalyelerde bir çay ya da kahve içmeden gitmemek gerek. Beni etkileyen ağacın altına monte edilmiş mermer levhada yazan şu satırlar oldu:
TARİHİN VERDİĞİ YORGUNLUKLA, YAN YATMIŞ ULU BİR ÇINAR.
LAKİN YAŞAMAKTAN UMUDUNU KESMEMİŞ, UZANMIŞ ÖYLESİNE
BAĞRI YANIK, YAPRAKLARI HÜZÜN, İÇİ KAN AĞLARCASINA
SAVAŞLARA, ACILARA, KARA SEVDALARA, TERCÜMAN OLURCASINA
ARDINDA, SEVGİ BAHÇESİ AÇAMAYAN GONCA BİR GÜL
ÖNÜNDE, OLUK OLUK GÖZ YAŞLARININ ESERİ, KOCA BİR GÖL…
Mehmet Okutan

Kimdir Mehmet Okutan diye araştırdığımda aslen Sivaslı bir biyolog olduğunu öğrendim. Bu ulu çınardan öylesine etkilenmiş ki bilinsin, tanınsın diye karayollarına Ağlayan Çınar tabelası koydurmak için iki yıl mücadele vermiş. Bu levhayı çınarın altına koydurmuş bir de çeşme yaptırmış ama maalesef çeşme kuru.

Saat ilerlemiş, karnımız acıkmış. Göl balıkları olan yayın, sazan ve turnadan oluşan ortaya karışık bir balık tabağı ve kıpkırmızı domateslerle bezenmiş, üzerine mis gibi soğuk sızma zeytinyağı dökülmüş salata ile küçük bir ziyafet çektik kendimize.  Güneşi Beklerken dizisinin ana karakteri Zeynep’in geceleri tırmanıp sevgilisinin hayalini kurduğu ağaca da tırmanıp anısına fotoğraf da çekmeyi ihmal etmedik. Nilüfer Belediyesi tarafından restore edilerek geçenlerde Kültür Evi olarak hizmete sunulan Aziz Panteleiman Kilisesi’ni ziyaret ettik. Eskiden nasıldı bilemiyorum ama içinde ne bir fresk ne de vitray kalmıştı. Temiz, pak, beyaza boyanmış duvarları ve dizi dizi dizilmiş sandalyeleri ile önümüzdeki günlerde, aylarda yapılacak etkinliklere ev sahipliği yapmak üzere bekliyordu. Beni en şaşırtan ve mutlu eden şeylerden biri ise kilisenin yanında gördüğüm Gölyazı Yazıevi tabelasıydı. Kapalı olduğu için bilgi alamadığım bu bina, internetten öğrendiğime göre Nilüfer Belediyesi’nin yazarlara ilham olmak üzere açtığı bir yermiş. Alberto Manguel, A.H. Tanpınar’ın “Beş Şehir” eserinden yola çıkarak bu beş şehri yeniden yazacakmış burada. Ne güzel. Memleketimde güzel şeylerde oluyor arada. 


Geceye düşmeden evvel güneşin son pırıltılı armağanlarını göle sunduğu saatlerde ayrıldık Gölyazı’ndan. Sabahın erken saatlerinde yola düşmüş olmanın verdiği yorgunlukla kızlar arabanın arkasında uyuyakaldılar. Arabayı kullanan arkadaşım ve ben kendi iç dünyamızla sohbet ettik sessizce. Yorgun ama keyifli yataklara attığımızda kendimizi, tanrının bu gün bize bohçasından sadece güzellikler sunmasına şükrettik. Son zamanlarda kendime düstur edindiğim çok sevgili bir dostumun dediği “hayat kısa, anlara sarılmalı insan” sözüne uyarak o güne sarılıp uzun zamandır dalamadığım deliksiz bir uykuya daldım. Yeni sabahlara, yeni bilinmezlere uyanmak üzere…

1 yorum:

panmarmaris dedi ki...

Sıcacık ve yakın anlatımınızdan dolayı teşekkür ederim Yasemin Hanım. Nihayet Gölyazı'na gitmiş kadar oldum. Yüreğinize sağlık.