Hayatın kötü sürprizlerini ardı ardına bana sunduğu bir yıl
yaşıyorum bu sene. Sene başından beri, 2010 yılından bu yana yavaş yavaş
girdiğim dönemecin içinde öyle virajlar yaşıyorum ki savrulmadan yolda kalmak neredeyse imkânsız. Bu, yanları uçurum, keskin virajlarla dolu
yolda durmadan ilerleyebilmek, kesilen nefesime tekrardan kavuşabilmek için ara
ara yavaşlayarak bu virajların etrafına serpilmiş güzellikleri görmeye, onları
hayatıma dâhil etmeye çalışıyorum. Başka türlü uçurumdan aşağı düşmemem mümkün
olmayacak. Düşersem de sağ çıkabilir miyim, orası meçhul.
Bu güzelliklerden birini daha eklemek nasip oldu sepetime.
Annesinin ani gelişen hastalığı yüzünden benimle aynı kaderi paylaşan
arkadaşım ve benzer bir korku, endişe, yalnızlık, çaresizlik psikolojisinin
içinde yaşamın temsilcisi olarak kendilerine yer bulmaya çalışan kızlarımızla
iki günlük bir kaçamak yaptık. Her ikimizde yaşadığımız travmanın çocuklarımıza
yansımasından duyduğumuz suçluluk duygusuyla tüm yaz boyunca sunamamış
olduğumuz tatili en azından iki günlüğüne sunmak, ayaklarını suya sokamamış
kızlarımıza içinde bulunduğumuz ağır ortamdan uzak, en azından denizi koklatmak
ve en önemlisi şefkatimizden yoksun geçirdikleri son zamanları telafi etmek,
hala ve hala bizlerin yaşamda en önemli varlıklarımız olduğunu tekrar
hatırlatmak üzere düştük yola.
Yenikapı’yı nedense Kabataş olarak algılamış olmamdan
dolayı daha güne uyanmamış şehrin kıyı sahilinden ulaştık Yenikapı’ya. Sabah
serinliğinde trafiksiz, bomboş yollarda ilerlerken, günlük karmaşa, telaş
içinde güzelliğini fark edemediğimiz İstanbul’u içimize çekerek başladık
yolculuğa. Yeni doğmuş güneşin sarı ışıkları altında mistik bir havaya bürünmüş
kartpostallık İstanbul manzaralarının yanından geçtik ve ben bir daha hayran
oldum bu şehre. Hayıflandım içten içe bu güzelliğin, bu kendine has karakterin
yavaş yavaş yok edilişine. Sahip çıkmayışımıza, çıkamayaşımıza…
Mudanya’ya varıp internet üzerinden öylesine seçtiğimiz
konaktan bozma butik otele vardığımızda, en azından bu seferlik, tanrının kötü
sürprizler bohçasının içinde yer almadığımızı gördük. Belki de çocuklarımıza
acıdı, kim bilir? Önünde boylu boyunca deniz uzanan, yüksek tavanlı, tertemiz,
şık banyolu pırıl pırıl bir oteldi Golden Konak Otel. Ertesi sabah sundukları
börek, patates kızartması, nefis omleti dahil mükellef kahvaltıyı da görünce uygun fiyatlı bu oteli seçtiğimize bir kere daha
memnun olduk.
Vaktimiz dar, düştük hemen yola. Esas hedefimiz Gölyazı.
Arkadaşımın kızının "Güneşi Beklerken" dizisinde görüp beğendiği bir yer burası.
Biz dizi mizi seyretmediğimizden haberimiz yok ama bize yer önemli değil zaten.
Sadece yolculuk yapmak istiyoruz biz. Özellikle ben, arabayla yaptığımız bu
yolculukta yolda ilerlerken bazı şeyleri geride bırakabilmek umudundayım. Hiç
bilmediğim yerler içinde kaybolmak, derimin altında, akan kanımla birlikte
ruhumun, bedenimin her yerinde hissettiğim derin sızıyı uyuşturabilmek, belki, belki
bir umut, iki günlüğüne acısız yaşamayı hayal ediyorum. Öyle olmuyor… Arkadaşımın
kendi kederi içinde yakalamayı başardığı, neşeli sesi ve coşkusu karşısında
boğazımda boğum boğum kalıyor gözyaşlarım. Nalan Barbarosoğlu’nun Okur Postası’nda
yazdığı mektupların birinde dediği gibi “Anneye
bakan çocuğun gözleri sızlıyor, yutkunuyor; boğazında az önce rüyasına giren
bilyelerin en kocamanı. Gözlerindeki sızıyı, boğazındaki yumruyu kovmak istercesine
başını silkeliyor. Faydasız. “ Ben başımı değil yüreğimi silkeliyorum ama
fayda etmiyor. Bilye olsa yutacağım ama değil. Öyle büyük ki yutulmuyor.
Ağzımın, beynimin, yüreğimin içinde büyüdükçe büyüyor. Belki kusmak lazım…
Dedim ya vakit dar. Mudanya’dan Tirilye’ye gidiyoruz önce.
Yol üzerinde adsız bir tepede kahvemizi içiyoruz. Karşı yakada uçsuz bucaksız
bir denize yaslanmış puslu bir sisin ardından görünüyor karşı dağlar. Önümüz
uçurum. O uçuruma çer çöp atılmış. Bir yerlerde gördüğüm Aşk Tepesi mi Sevda
Tepesi mi adını unuttuğum yere benziyor. Çeri çöpü bile aynı. Hatta resmim bile
var orada. Muhtemelen sonsuz aşkı yakalamak umuduyla çektirmişim. Ne komik!
Her turist gibi zeytin ve zeytinyağı alıyoruz biz de eski aile yadigârı eşyalarla otantik bir şekilde döşenmiş bir dükkândan. Fotoğraflar asılı orada burada. Başı açık güzel bir kadının siyah beyaz resmi var mesela. Satıcının kırık Türkçesi dikkatimizi çekiyor. “Avrupa’dan damat geldim yirmi beş sene evvel” diyor adam. Avrupa’nın neresinden diye sorsak da bir yerinden işte diyerek geçiştiriyor soruyu. Belli ki o da hatırlamak istemiyor bazı şeyleri.
Gölyazı’na doğru vuruyoruz arabayı. Kimine göre şuracıkta,
kimine göre otuz kırk kilometre var oraya. Herkes farklı tarif veriyor.
Bayılıyorum bu insanımızın bilmese de bilir gibi, bilgiç bir tavırla yol tarifi
vermesine. Bilmiyorum demeyi ayıp sayıyoruz herhalde. En azından her tarifte
ortak olan şey; İzmir otobanına çıkınca Bursa yönüne gidilecek ve oradan
Gölyazı beş dakika kısmı. Tirilye’den bize söylenen yönde gidiyoruz. Tirilye’nin
hemen çıkışında dizi dizi zeytinyağı işletmeleri var küçük küçük. Üzerlerindeki
tabelada fabrika yazıyor yazmasına da fabrika demek için bayağı zorlamak gerek.
Gene de ana geçim kaynaklarının zeytin olduğu anlaşılıyor buranın. Zaten yol
boyunca her yer zeytinlik.
Denizden uzaklaşıp karanın içine girdikçe inanılmaz
güzellikte yemyeşil vadiler karşılıyor bizi. Sanki Toscana’dayız. Arkadaşım yok
Champange diyor. Gitmiş görmüş oraları. Ben bilmiyorum. İçimden kızıyorum. El âlem
tanıtmasını biliyor ülkesinin güzelliklerini, biz ise değil yurtdışına tanıtmak
kendi insanımıza bile tanıtamıyoruz doğal güzelliklerimizi. Sonra da nefesimizi
kesen güzel bir manzara karşısında “ sanki Toscana “ diyoruz. Elin adamı
Toscana’dayken sanki Tirilye diyor mu? Neyse.
Artık son dönemlerine gelmiş, sapsarı ay çiçeği tarlalarının
yanından geçiyoruz. İnsanoğluna doğanın armağanlarından biri diye düşünürüm bu
ortası kara, kenarları sarı yapraklarla taçlanmış bitkileri. Kocaman
tarlalarda aynı yöne dönmüş yüzleri ile bir dinginlik verir bana bu
yeknesaklık. Aklıma seneler evvel başka bir arkadaşımla İtalya’nın güneyinde ay
çiçeği tarlalarının ortasında çektirdiğimiz resimler geliyor. Sahi nerede o
resimler? Senelerin silikleştirmesine rağmen, insanın karşısına nasıl da aniden
capcanlı çıkıveriyor anılar. Beyne kazılmış anıları hiçbir şey silemiyor. Keşke
silinebilse… Keşke bu gün dijital fotoğraf makinelerindeki gibi beğenmediğimizi
geri dönülmez şekilde bir tuşla çöpe atabilsek.
Otobana bir türlü varamadığımızdan, doğru yolda olduğumuzdan
emin olmak için yolun kenarına tezgâh açmış iki kadına soruyoruz Gölyazı’nı. Kadınlardan
bir tanesi “ ben oralıyım, devam, doğru yoldasınız “ diyor. Yemenisi ve güllü
dallı şalvarı içinde, yanmış yüzü ve su gibi derin mavi gözleri ile muhteşem
güzel bir kadın bu. Sanki huzur bu kadının gülen gözleri ve dudaklarının
gülümseyen kıvrımında saklı. Arkadaşım da etkileniyor kadının güzelliğinden.
Belki ikimizde aynı şeyi görüyoruz, belki görmüyoruz ama ikimizde aynı şeyi
arıyoruz; iç huzur…
En nihayet varıyoruz dizi sayesinde adını duyurabilmiş
Gölyazı’na. Anakaraya geliş-gidiş çift şeritli kısa bir yolla bağlanan yarımada
bir kısmı var. Yürüyerek çevresi dolaşılabilecek büyüklükte, yarımadaya geçer
geçmez kocaman bir çınarla gölgelenmiş köy meydanının olduğu bir yer. Yarımadanın
tümü küçük küçük evlerle kaplı. Bir SİT alanı. Henüz el değmemiş olduğu
görülüyor. Göze çarpar bir tane restoran var. Sizi gölde gezdiren sandal
turu yaklaşık on beş dakika tutuyor. Bu konuda bilgili
olmadığımız için türlerini bilemediğimiz değişik kuşlar uçuyor gölün üzerinde. Uzaktan
bakınca göle vuran güneşinde etkisiyle tablolara konu olabilecek güzellikte
görüntüler sergiliyor göl ancak yakınına geldiğinizde gölün pisliği insanın
içini burkuyor. Neden temiz değiliz? Hani temizlik imandan gelirdi? Müslüman olan bir ülkede İslam’ın temel öğretilerinden
biri olan temizlik niye sadece evlerle sınırlı kalır da insanın yaşadığı
çevreye, sokağa yansımaz? Müslüman ülkelerin neredeyse tümünde olan bu pisliği
neye bağlayabiliriz? Kuran-ı Kerim’in bazı öğretilerine bu kadar sıkı sıkı
yapışırken aslında dine bağlı olmadan temel bir gereklilik olan temizliği neden
es geçeriz? Bir anlasam… Bu arada Müslüman bir ülke olan Umman’ın hakkını yemeyeyim. Bu güne kadar gördüğüm, sokaklarında tek çöp olmayan nadir temiz
ülkelerden birisiydi. Hazır aklıma gelmişken Umman’ı da ayrı bir yazı konusu
olarak yazayım.
Anakaraya dönüyoruz kısa bir turdan sonra. Anayoldan beri
Gölyazı tabelalarının altında yer alan Ağlayan Çınar’ı görmek istiyoruz. Zaten
internetten de Gölyazı diye araştırdığınızda muhakkak görülmesi gerek diye çıkıyor
burası. Ağlayan Çınar yan yatmış ulu bir çınar. Görkemli ve etkileyici bir
havası var. Gölgesinin altına atılmış tahta masa ve sandalyelerde bir çay ya da
kahve içmeden gitmemek gerek. Beni etkileyen ağacın altına monte edilmiş mermer
levhada yazan şu satırlar oldu:
TARİHİN VERDİĞİ YORGUNLUKLA, YAN YATMIŞ ULU BİR ÇINAR.
LAKİN YAŞAMAKTAN UMUDUNU KESMEMİŞ, UZANMIŞ ÖYLESİNE
BAĞRI YANIK, YAPRAKLARI HÜZÜN, İÇİ KAN AĞLARCASINA
SAVAŞLARA, ACILARA, KARA SEVDALARA, TERCÜMAN OLURCASINA
ARDINDA, SEVGİ BAHÇESİ AÇAMAYAN GONCA BİR GÜL
ÖNÜNDE, OLUK OLUK GÖZ YAŞLARININ ESERİ, KOCA BİR GÖL…
LAKİN YAŞAMAKTAN UMUDUNU KESMEMİŞ, UZANMIŞ ÖYLESİNE
BAĞRI YANIK, YAPRAKLARI HÜZÜN, İÇİ KAN AĞLARCASINA
SAVAŞLARA, ACILARA, KARA SEVDALARA, TERCÜMAN OLURCASINA
ARDINDA, SEVGİ BAHÇESİ AÇAMAYAN GONCA BİR GÜL
ÖNÜNDE, OLUK OLUK GÖZ YAŞLARININ ESERİ, KOCA BİR GÖL…
Mehmet Okutan
Kimdir Mehmet Okutan diye araştırdığımda aslen Sivaslı bir
biyolog olduğunu öğrendim. Bu ulu çınardan öylesine etkilenmiş ki bilinsin,
tanınsın diye karayollarına Ağlayan Çınar tabelası koydurmak için iki yıl
mücadele vermiş. Bu levhayı çınarın altına koydurmuş bir de çeşme yaptırmış ama
maalesef çeşme kuru.
Saat ilerlemiş, karnımız acıkmış. Göl balıkları olan yayın,
sazan ve turnadan oluşan ortaya karışık bir balık tabağı ve kıpkırmızı
domateslerle bezenmiş, üzerine mis gibi soğuk sızma zeytinyağı dökülmüş salata
ile küçük bir ziyafet çektik kendimize. Güneşi Beklerken dizisinin ana
karakteri Zeynep’in geceleri tırmanıp sevgilisinin hayalini kurduğu ağaca da
tırmanıp anısına fotoğraf da çekmeyi ihmal etmedik. Nilüfer Belediyesi
tarafından restore edilerek geçenlerde Kültür Evi olarak hizmete sunulan Aziz
Panteleiman Kilisesi’ni ziyaret ettik. Eskiden nasıldı bilemiyorum ama içinde
ne bir fresk ne de vitray kalmıştı. Temiz, pak, beyaza boyanmış duvarları ve dizi
dizi dizilmiş sandalyeleri ile önümüzdeki günlerde, aylarda yapılacak etkinliklere
ev sahipliği yapmak üzere bekliyordu. Beni en şaşırtan ve mutlu eden şeylerden
biri ise kilisenin yanında gördüğüm Gölyazı Yazıevi tabelasıydı. Kapalı olduğu
için bilgi alamadığım bu bina, internetten öğrendiğime göre Nilüfer Belediyesi’nin
yazarlara ilham olmak üzere açtığı bir yermiş. Alberto Manguel, A.H. Tanpınar’ın
“Beş Şehir” eserinden yola çıkarak bu beş şehri yeniden yazacakmış burada. Ne
güzel. Memleketimde güzel şeylerde oluyor arada.
Geceye düşmeden evvel güneşin son pırıltılı armağanlarını
göle sunduğu saatlerde ayrıldık Gölyazı’ndan. Sabahın erken saatlerinde yola
düşmüş olmanın verdiği yorgunlukla kızlar arabanın arkasında uyuyakaldılar.
Arabayı kullanan arkadaşım ve ben kendi iç dünyamızla sohbet ettik sessizce. Yorgun
ama keyifli yataklara attığımızda kendimizi, tanrının bu gün bize bohçasından
sadece güzellikler sunmasına şükrettik. Son zamanlarda kendime düstur edindiğim
çok sevgili bir dostumun dediği “hayat kısa, anlara sarılmalı insan” sözüne
uyarak o güne sarılıp uzun zamandır dalamadığım deliksiz bir uykuya daldım. Yeni
sabahlara, yeni bilinmezlere uyanmak üzere…
1 yorum:
Sıcacık ve yakın anlatımınızdan dolayı teşekkür ederim Yasemin Hanım. Nihayet Gölyazı'na gitmiş kadar oldum. Yüreğinize sağlık.
Yorum Gönder