ERMENİSTAN'DA BİR TÜRKİYELİ - BERCUHİ BERBERYAN

Blogu takip edenlerin malumu, öykü atölyeleri yapıyorum ya, etkilendiğim şeyleri öyküye dönüştürmek yeni alışkanlığım oldu. Aralık ayında gittiğim Ermeni tehcirinin belgelerinin sergilendiği “bizzat hallediniz” sergisinin ardından da hemen oturup bir öykü yazdım. Öyle etkilenmiş, öyle dolmuşum ki bir oturuşta sekiz sayfalık taslak çıkıverdi. Aman, ne mutluyum! Genelde yazdığım öyküler iki sayfayı geçmezken, hatta kendimi artık kısa öyküler kategorisine sığdırmışken, sekiz sayfalık bir öykü yazabilmek benim için büyük bir şey! Hani neredeyse benim için roman. Gururla, düzelte düzelte sekiz sayfayı bilgisayara geçirip, basıp hocama verdim. Hocanın gözleri yaşaracak. O da ne?! Ertesi hafta öyküyü bana geri teslim ederken “yazı, dil güzel de bunlar çok yazıldı, başka bir bakış açısı yakala “ demez mi! Nasıl bir hayal kırıklığı! Sağ olsun, konudan etkilenişime, konuya verdiğim emeğe saygısından yanında iki de kitap getirmiş. Biri Zabel Yesayan’ın Yıkıntılar Arasında adlı kitabı, diğeriyse Bercuhi Berberyan’ın Ermenistan’da Bir Türkiyeli adlı anlatısı. Ocak ayı süresince atölye devam ettiği için, yeni konular, yeni ödevlerden konuya eğilemedim ama haftaya atölye biter bitmez, atölye süresince yazdığımız öyküleri yeniden ele alma, ekleme, çıkarma, düzeltme yapacağımdan kitaplardan birini aldım ele.

İstanbul doğumlu Bercuhi Berberyan, amatör tiyatroculuk ve ressamlığın yanında Agos gazetesinde ve Adalı dergisinde yazan bir yazar. Kitapları, oyunları ve senaryoları da bulunuyor. Okul arkadaşlarıyla beraber gittikleri Ermenistan gezisinin kendisinde yarattığı duygulanımları kaleme almış bu kitabında. Gezdikleri, gördükleri yerlerin, kiliselerin, manastırların hakkında kısa bilgiler de verse bir gezi kitabı değil. Daha ziyade, Türkiye’de yaşayan bir Ermeni olarak, diğer insanların “vatanın “ olarak empoze ettiği toprakları gezerken, bu “ vatan” baskısından olsa gerek, içinde oluşan duyguları çok samimi bir dilde, âdeta konuşur gibi, yazdığı bir anlatı. Vatan neresidir sorusuna bir cevap gibi kitap.

Bütün kitap boyunca, oraya ait hissetmedikleri, ülkeyi bir turist gibi gezdikleri duygusunu alıyor okur. Konuştukları Ermenice bile farklı. Birbirlerini anlamakta zorlanıyorlar. Yemekler hakeza. Mesela burada tipik bir Ermeni yemeği olarak bildiğimiz topik orada yokmuş.“Ermeni yemekleri Anadolu toprağıyla yoğrulunca güzeldir. Tek başına Ermenilik yeterli değil.”  diyecek kadar oranın yemeklerini beğenmiyor. Bir tek hormonsuz domateslerine tutuluyor, elinde olsa kilo kilo buraya getirecek. Haksız mı? Çocukluğumuzun, daha keserken kokusu fışkıran kıpkırmızı domateslerini yemeyeli ne kadar çok oldu.

Ermenilerin Masis dediği Ağrı Dağı’nın bu yanıyla öte yanında yaşayan iki halkın benzerliğini, acılarının, sıkıntılarının, endişelerinin ortaklığını vurguluyor sık sık. Fakir bir köy okulunu ziyaret ediyorlar örneğin; gezinin Ermenistan’a olduğunu bilmeseniz,  bizim Doğu’daki herhangi bir köy okulumuz olabilir. Benzerlik sadece fakirliklerinde, soğuğa karşın uyumlu, uyumsuz ne bulurlarsa üst üste geçirmelerinde, sınıfların sobayla ısınmasında değil, şehirden, yurtdışından, onları insan yerine koyarak birilerinin gelmesine karşı duydukları sevinç, elde yok ikramlarla bu dokunuşa teşekkür çabası ve fark edilmiş, birileri tarafından görülmüş olmanın sevinciyle gözlerine yerleşen umut… Beni en etkileyen bölümlerden biri oldu, bu ziyareti anlattığı Selamsız Bandosu adlı bölüm.

Daha birçok şey var anlattığı bize çok benzeyen. Erivan’ın dış eteklerinde, sosyal konutta yaşayan bir aileye yemeğe davet ediliyorlar. Gene yokluk içinde yaratılmış, bir tek kuş sütü eksik sofrada ağırlanıyorlar.” Doydum, daha fazla yiyemem “ asla kabul edilmiyor; bizdeki “ölümü gör valla yemezsen” in Ermenice karşılığı sayılabilecek,  “ ban çı lini” (bir şey olmaz) denilerek önlerine, tabaklarına yığılıyor yemekler. Yemekte ikram edilen konyaktan bir yudum alır almaz dolduruluyor eksik yudum.  Sonunda mide fesadı geçiriyorlar iki arkadaş. Ne kadar tanıdık değil mi?

Daha başka birçok benzerliğe rağmen, içimi sızlatan net bir ayırım var. Bütün bu yoksunluğa rağmen sanata verdikleri önem azalmamış. Elektrik ve yakıt sıkıntısı olduğu zamanlarda bile sanat ve gösteri merkezleri kapanmamış, salonlar hep dolmuş, taşmış. Bunu gözümde canlandırabiliyorum zira yıllar evvel Budapeşte’de gittiğim Pavarotti konserinde de 150 dolar olan biletlere rağmen Macar halkı en şık kıyafetlerini giyip en ön sıralarda huşu içinde, Pavarotti’nin  pek de popüler olmayan aryalardan seçtiği repertuarını izlemişti. Beraber gittiğimiz Türk grup ise bu bilmedikleri ve biraz da ağır gelen parçalardan hiç memnun olmamış, “ bu ne biçim konser? “ diyerek memnuniyetsizliğini ifade etmişti. Dolu dolu bir ah! geçti içimden satırları okurken.

Doğa güzellikleri muhteşem olmalı. Kayalık topraklarda yaşamanın getirdiği bir zorunluluk olarak hep tepelerde (tepe dediğime bakmayın aslında dağ diyor yazar) yapılmış kiliseler, manastırlar. Ürkütücü, ürpertici, adrenalin yükseltici bir güzelliği var hissi verdi bana. Altın Sonbahar bölümünde anlattığı efsaneye göre Tanrı milletleri ayırdıktan sonra her birine toprak vermeyi vadetmiş. Adaletli olması açısından kurayla gerçekleştirmiş bu dağılımı. Tanrıya dua etmekten kuraya yetişemeyen Ermenilere torbadan ancak bir avuç sert taş çıkmış. Her ne kadar bunu Ermenilerin taş oymacılığında ki becerilerine bağlasa da yazar, anlattığı sarp kayalıklar, uçurumlar efsaneyi gerçek kılar nitelikte.

Biraz daha yazarsam kitabı tümden anlatmış olacağım. Ancak kitabı anlatsam bile Türkiyeli bir Ermeni olan Bercuhi Berberyan’ın duygulanımlarını, gördükleri yaşadıkları karşısında ruhunda esen fırtınaları hissedebilmek için kitabı okumanız gerek. Khor Virab bölümünde ağladım ben mesela. Neden ağladığımı yazmayacağım.  Zaten kilit, özet, ana tema, adına ne derseniz deyin kitabı var eden bölüm o… Siz de okuyup ağlarsanız hâlâ ümit var demektir.


Hiç yorum yok: