Uzun zamandır okunacaklar rafımda bekleyen Blindness
(Körlük) ‘ı neden bugüne kadar elime alıp okumadım bilmiyorum. Her zaman iç
güdümün beni yönlendirmesiyle okuyacağım kitabı seçerim. Belki bu sefer,
ülkemizde yaşanan olayların neticesinde içimde gittikçe yoğunlaşan kaos
duygusu, kitabın arka kapağında kısaca anlatılan kaosta karşılığını bulduğu
için en nihayet okumaya karar verdim.
31. Mart günü tüm ülkeyi kapsayan elektrik kesintisi
sırasında okumakta olduğum bu kitap, kesintinin garipliği kadar medeniyetin en
önemli ögelerinden elektriğin yoksunluğunda hissedilen, süreli olduğu için
çoğumuzun bastırdığı dehşetin ulaşabilecek boyutunu hissettirdi. Kitapta ki
hükümetin gittikçe yayılan körlük salgınına karşı takındığı duyarsız tavır,
hükümetimizin konu hakkında açıklamasız, bilgisiz tavrıyla çok örtüştü. Kendimi
kesintinin uzaması halinde, elektriksiz ve susuz bir ortamda hayal ederken
buldum. Tüyler ürperticiydi.
Trafik lambasının yeşile dönmesini beklerken aniden kör olan
bir adamla başlayan hikâye, adamın göz temasında bulunduğu herkesin de kör
olmasıyla devam ediyor. Gittikçe yayılan körlüğün nedenini ve tedavisini
bulamayan hükümet çareyi bu kör insanları artık işlevi olmayan, metruk bir akıl
hastanesinde karantinaya kapamakta buluyor. Neredeyse düşman gözüyle bakılan bu
kör insanlara her gün yenileri ekleniyor. Her çeşit insanın bir arada bulunduğu
düzensiz bir ortamda beklenebileceği gibi anlaşmazlıklar, çatışmalar baş gösteriyor.
Su, temizlik malzemesi, ilaç vb. gibi medeniyetin sunduğu imkanların hiç
birinin olmadığı bir yerde, gören gözleri de olmayan insanların tüm giyinmiş
oldukları değerlerden soyunup en ilkel yanlarını ortaya çıkararak hayatta kalma
mücadelesi sergilediklerini okuyoruz satırlarda. İyilik, güzellik, doğruluk,
adalet kavramlarının anlam değiştirdiğine şahit oluyoruz.
İsimsiz bir yerde, belirsiz bir zamanda, adları olmayan
karakterlerle yarattığı bu ütopik dünyada körlüğü bir simge olarak kullanmış
1998 Nobel ödüllü yazar. Kitapta körlük simsiyah bir körlük değil, bilakis
sanki çok fazla ışıktan oluşan bembeyaz bir körlük. Kitabın sonlarına doğru,
hikâyede nedense tek kör olmayan doktorun karısı, bunu “ belki de görürken bile
körüz” diyerek açıklıyor. Yaşadığımız dünyada bize kabul ettirilmiş inançlarla kendi
özümüzü göremediğimizi, kendi doğrularımızın üstünde parlayan toplumsal
doğruların ışığında bir anlamda kör olduğumuzu söylüyor.
Hikayede iyilik ve kötülük, doğru ve yanlış keskin çizgilerle
verilmiş. Bu anlamda masalsı bir havaya bürünüyor hikâye. Hükümet son derece
duyarsız ve ilgisiz, bu kör insanları karantinaya kapatıp kendi hallerine
bırakarak mutlak kötüyü temsil ediyor. Karantinaya kapatılanlardan elinde silah
olan bir grubun, kendilerini diğerlerinden ayırıp ayrı bir koğuşta yer edinmeleri ve ellerindeki tek silahla diğerlerine
dehşet saçarak yönetimi ele geçirmelerinde de mutlak bir kötülük var. Devletin
bina içindeki temsilcileri gibiler. Diğer koğuşlarda yaşayanlarınsa demokratik
bir şekilde çözümler yaratmaya çalışmalarında da başarısızlıklar görüyoruz.
Demokrasinin de her zaman işe yaramadığını anlatıyor âdeta. Kör olduğunu
söyleyerek kocasıyla birlikte karantinaya alınan doktorun karısı tek gören olarak,
diğerlerini yönlendiren, yol gösteren doğal bir lider oluyor. O olmasa tamamen
çözümsüzler. Bir yönlendiricinin liderliğinde korkuya dayalı gücün
değil, işbirliğinin, paylaşımın çözüm olabileceğini anlatıyor.
Diyalogların cümlelerin içinde verilmesi, cümlelerin
neredeyse bir paragraf oluşturacak kadar uzun olması kitabı okumayı
zorlaştırıyor. Ancak bu zorluk, hikâyenin etkileyiciliğini bir nebze olsun
azaltmıyor. 2008 yılında baş rolünde Julianne Moore’un oynadığı filmi de
çekilmiş bu kitabın bir çokları tarafından okunduğunu düşünüyorum. Ancak henüz
okumamış olanların kesinlikle okumalarını tavsiye ederim. Abartılı bir şekilde
verilmiş bu ütopik dünyanın çok da uzağında olmadığımızı hatırlatmak isterim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder