Bayramda, dört günlük tatili tek başıma geçirme planı
yaparken bol okuma ve yazma fırsatım olacağını düşünerek yanıma üç Türk
yazarın, üç de yabancı yazarların kitaplarından almıştım. Hepsini okuyamayacağımı
bilmeme rağmen, tatilde hangi ruh halinde olacağımı bilmediğimden çeşitleme
yapmıştım. Ancak bu planıma uyamadım ve sadece Sevim Burak’ın Yanık Saraylar’ını
ve de Virginia Woolf’un Mrs Dalloway’inden biraz okuyabildim. Yazma konusuysa
tamamen başarısız; sadece daha önce yazdığım bir iki öykü üzerinde az biraz
çalışabildim. Bu tatildeki en uzun kitap kendimdim. Kendimin sayfalarını çevirip çevirip okudum.
Sevim Burak’la gene öykü atölyesindeki çalışmalarımız
sırasında Yanık Saraylar’ın ilk öyküsü olan Sedef Kakmalı Ev’i ödev olarak
incelememiz istendiğinde tanıştım. Öyküyü defalarca okumuş, birçok not almış,
bir yere kadar anlayabilmiş ama sonunda tıkanıp kalmıştım. Derste hocamızla
birlikte üzerinden geçince ancak tam deşifre olabilmişti öykü. Öyle bir yazar
Sevim Burak. İçinde fırtınalar esen ama kapalı, içe dönük. Son derece aykırı, hiçbir edebiyat biçimine uymayan kendine özgü
bir tarzı olan yazar, 1983 yılında elli iki yaşında yaşama veda ederken
arkasında hepi topu üç kitap bırakmış. Hem kendine has tarzıyla hem de öykülerinde
hikâyelerini anlattığı, yaşamdan nasibini alamamış kadın karakterleriyle Türk
kadın edebiyatının en önemli isimlerinden olmuş. Öyküleri düz yazıyla şiir
arasında. Normal baş harf büyük, diğerleri küçük devam ederken birden birkaç satırı
büyük harflerle yazabiliyor. İmla kurallarını yok sayarak, dili bilinenin
dışında kullanarak kabul görmüş kurallara baş kaldırıyor. Sanki içinde sessiz kalmış fırtına bir an ortaya çıkmış yakıp yıkmış her şeyi. Öyle bir his. Şaşırıyorsunuz bir
an. Son derece kapalı, imgelerle dolu yazıyor. Çözebilmek için bilgi birikimi
gerekiyor.
Onu anlayabilmek için hayat hikâyesini önceden okumakta fayda
var. Annesinin Bulgaristan’dan göçmüş Yahudi asıllı bir ailenin kızı olduğu
için gemi kaptanı olan babasının ailesi tarafından istenmediğini, ancak Müslüman
olduktan sonra aile tarafından kabul gördüğünü bilirseniz meselâ, öykülerinde bahsi
geçen göçmen kadınların dramlarını, Kuzguncuk’ta yaşadığı yıllardaki
gayrimüslim komşularının neden ana karakterlere oturduklarını daha iyi
anlıyorsunuz.
Edebi anlamda hiçbir kalıba sığmayışının da ceremesini
çekmiş Sevim Burak. İlk kitabı Yanık Saraylar’ın Sait Faik Öykü Yarışması’nda
ödül almamasından sonra küser yazmaya. On yedi yıl ara verir. Ancak 1980’lerde
yeniden yazmaya başlar. Çocukluğunda geçirdiği kalp romatizması, onu hayat boyu
ölümün kıyısında gezdiren kalp rahatsızlığına dönüşür. Ah Ya’Rab Yehova
öyküsündeki ana Müslüman karakterin kalbine doğru ilerleyen iğne bu ölümle yan yana
yaşamayı simgeliyor sanki. Zaten ölümü de kalp ameliyatı olmak üzere yattığı
hastanede ameliyat olamadan olacaktır.
Aynı karakterler farklı öykülerde karşınıza çıkabiliyor. Bu
nedenle bir süreklilik hissine kapılıyor insan. Kurgudan ziyade kendi öz yaşam
öyküsünün içinde alan gerçek karakterlerin hikâyeleştirilmesi gibi geldi bana. Kendi
topraklarından kopup tam da ait olamadıkları bu topraklara sürüklenen, buralarda ötekileştiren
azınlığın sesi olmuş Burak. Bu toprakların insanı olmasına rağmen hayattaki duruşu yüzünden kendi de ötekileştirilmiş
biri. Bu duygu var tüm öykülerinde.
Kendi edebiyat dilini yaratmaya çalışmış Sevim Burak’ın
yaşadığı zamanlarda anlaşılamayıp ötelenmesi üzücü. Küstürülmeseydi kim bilir
daha ne eserler bırakacaktı arkasında. Ancak sonradan da olsa, değerinin
anlaşılıp kadın edebiyatının öncülerinden olarak, farklı tarzıyla edebiyat
tarihimizde yerini almasını çok önemsiyorum. Anlaması zor olsa da, bir kere
çözebildiğinizde, ötekileştirilerek, bu dünyanın kıyısına tutunarak yaşamak
durumunda kalmışların iç dünyasının derinliklerine inip, belki de hiç fark
etmediğiniz hassasiyetlerin varlığına şahit olacaksınız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder