Tatile çıkarken yanıma aldığım kitaplardan biriydi Behçet Çelik’in
Diken Ucu. Yola çıkmadan iki gün evvel D&R’da gezerken indirime girmiş
kitapların arasındaydı 2010 basımı bu kitap. Daha bir ay evvel son kitabı
Kaldığımız Yer’i okuyup sevmiştim Çelik’i. Bu kitabını da görür görmez aldım
hemen ve tatil kitaplarımın arasına koydum. Tatil için seçtiğim kitapları gören
bazı arkadaşlarım, tatilin hafif havasına yakıştıramamışlardı seçtiğim
kitapları ama günlük gaileler arasında dinleyemediğim iç sesimi dinleyebilmek,
onun bastırıp bastırıp söyleyemediklerine yol vermek de bir nevi tatil değil
mi? Kaldığımız Yer’de yazarın sakince bu iç sesi aktarması, usulca, neredeyse
okşayarak bu sese yol vermesi etkilemişti beni. Bu nedenle yerini aldı tatil
kitaplarımın arasında.
Hayatımda hiç yapmadığım bir şeyi, iki kitabı aynı anda
okumayı bu sefer yaptım. Joyce Carol Oates’ın insanı diken diken eden,
gerilimin doruğuna taşıyan bir öyküsünü okuduktan sonra içimde kabarmış
korkularımı yatıştırmak, ruhumu sakinliğe davet etmek için Diken Ucu’ndan
okudum bir kaç öykü. Behçet Çelik de öykülerinde içimizde esen fırtınaları
anlatıyor ama bunu o kadar sakin ve kucaklayarak yapıyor ki Oates’dan sonra
hissettiğim gibi gerilmiyor bilakis hissedilen hüznün, kederin, acının son
derece normal bir insan hali olduğunu vurguluyor. Kaderin bir cilvesi olsa
gerek, her okuduğum öykü tam da o ara hissettiğim duygu karmaşasına karşılık
geldi. Bu karmaşanın normal olduğunu okumak, söylemek istediklerimin
benzerlerini elimdeki kitabın satırlarında bulmak beni yatıştırdı. Sanki dışa
değil de içe akıttığım gözyaşlarım yazar tarafından görülmüş ve birisi
tarafından anlaşıldığım hissi oluştu bende. Saçlarımı usul usul okşayan bir
etkisi oldu öykülerin.
Bu kitabında da on dört öykü var. Kaldığımız Yer’de de on
dört öykü vardı. Hep on dört öykülük mü kitapları acaba diye gereksiz bir soru
geçiyor aklımdan. İnsanoğlu garip! Böyle, hiçbir şeye etkisi olmayacak bir
ayrıntıya takılabiliyor işte. Kurgular apayrı yerlerde apayrı kişiliklerde
olmasına rağmen gerçekten diken ucu gibi, insanın ruhuna batmış, rahatsızlık
veren ama vermesine rağmen bu ince sızıyla yaşamaya çalıştığı insan hallerini
aktarmış. İddiasız, sessiz, abartısız ifade biçimi bu hallerin okura
aktarılmasında daha da etkili olmuş. Diğer kitabında da hissettiğim gibi Çelik,
söylenenlerin arasına sıkıştırılmış, dile getirilmemiş, getirilememişlerle
aktarıyor duygunun yoğunluğunu. Sanki boğazınızda düğüm olmuş da çıkmıyor ama bir
yumru gibi oturup kalmış gibi yüreğinizin üstüne…
Yazar öykülerinde duygulara odaklandığından, hikâyenin
tümünü vermeyi sevmiyor. Duyguyu oluşturabilecek kadar anlatıyor olay örgüsünü.
Sonrası okura kalıyor. Kaldığımız Yer kitabı için yaptığım yorumda “Nefis bir
Türkçesi var Behçet Çelik’in. Öyle ki su gibi akıyor cümleler. Cümlelerin
arasında çağlıyor duygular. Her öyküde net olmayan bir şey bırakılmış, bence
özellikle. Olayın ne olduğundan ziyade duygunun önemine dikkat çekmek için
belki. Belki de okura o kalan boşluğa kendi istediğini koyma özgürlüğü tanımak
için. Okuru düşündürüp kendi içinde küçük de olsa bir yolculuğa çıkarmak için
de olabilir. Hoş.” demişim. Bu konuda yanılmadığımı kitabın son öyküsü olan Kuantum Hikâye adlı öyküsünde anlatıyor.
İki basım yapmış Diken Ucu. İkinci basımın altına not
düşülmüş “ Bu kitabın 2. Baskısı 1000 adet yapılmıştır.” diye. Çok matah bir
şey sanki! Gönül istiyor ki böyle güzel bir kalemin kitabı on binlerce basılsın
ve okunsun; havaalanında bulunan D&R’ın en çok satanlar raflarında dişe
dokunur bir tane kitap olmadığını görünce…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder