Feminist düşüncenin başucu kitaplarından sayılan, 1929
basımı Kendine Ait Bir Oda, Virginia Woolf’un 1928 yılında Cambridge
Üniversitesi’nin iki kadın koleji olan Newnham ve Girton Koleji’nde verdiği “Kadın
ve Kurmaca Edebiyat” hakkında yaptığı bir dizi konuşmayı baz olarak kullandığı
uzun bir deneme kitabı. Kitabın başlığından da anlaşılabileceği gibi, sadece
akıllarda kalan “bir kadının yaratıcılığını ortaya çıkarabilmesi için kendine
ait bir oda ve yıllık gelire gereksinimi vardır.” söylemine sığamayacak, başka
ögeleri de barındıran, yazıldığı yıllarda ve Woolf’un bize sunduğu tarihçe ile
daha da öncesinde, kadınların yaşam biçimi ve algılanışı hakkında da bilgi
veren bir kitap. Bunun da ötesinde, kadın/ erkek fark etmez, iyi bir yazarın
nasıl olması gerektiğine dair görüşlerini de paylaştığı bir deneme.
Babası, Sir Leslie Stephen, tanınmış bir tarihçi, yazar ve
eleştirmen olan Virgina Woolf çocukluğundan beri entelektüel bir çevrenin
içinde yetişir. Her ne kadar erkek kardeşleri gibi Cambridge’e gönderilmese de,
King’s College London’ın Kadın Bölümü’nde bazı dersler almasına izin verilir.
1900 yılında bir gazetede yazmaya başlayan yazar, 1910 yıllarında yazar ve
sanatçılardan oluşan, kocası Leonard Woolf’la tanışacağı, Bloomsbury grubuna dahil olur. İçinde
bulunduğu dönem ve kültüre aykırı düşüncelere sahip olan Woolf, modernizm
akımının öncülerinden kabul edilir. Kitaplarının çoğunluğu kocasıyla kendisinin
sahip olduğu matbaada basılır. Her ne kadar kocasıyla mutlu bir evliliği
olduğunu sık sık vurgulasa da, biseksüel cinsel eğilimlerinin izi, sevgilisi
Vita’yı anlattığı Orlando adlı kitabında
görülür. Annesinin ölümüyle baş gösteren psikolojik problemleri, babasının ve
üvey kızkardeşinin ölümüyle daha da derinleşir. Mrs. Dalloway kitabına da
yansıdığı gibi ölüm fikriyle sık sık oynar ve 1941’de kocasına yazdığı, duyduğu
seslerden artık yazamadığını söylediği mektubu bırakarak intihar eder.
Virginia Woolf’un, bu deneme kitabına bile yansıyan, şiirsel
bir dili var. Kurmacayla gerçek ögeleri birleştirerek yazmış bu denemesini. İnsanın
zihninden geçen, kimi zaman birbirine çelişkili, düşünceleri aktardığı, “bilinç
akışı” tekniğini en iyi uygulayan yazarlardan. Bu kitabında kadının, kadın yazarların
tarihsel gelişimini okumak kadar, iyi bir romanın, iyi bir yazarın nasıl
olmasına dair söyledikleri de ilgimi çekti. Bir yazarın kendi kişisel
meselelerinin, yarattığı hikâyeye karıştığında, öyküyü nasıl bozduğunu,
yaratılan dünyanın ve karakterlerin içinde kalınması gerektiğini örneklerle
vermiş. Bu anlamda Charlotte Bronte’nin Jane Austen’dan daha iyi bir yazar olmasına
rağmen, kendi öfkesini romanına yansıttığından kaybettiğini iddia ediyor. Bir
yere kadar katılmakla birlikte, edebi anlamda eleştirilse bile, o hataları (!)
bizlere, yazıldığı dönem ve yazar hakkında bilgi verdiği için seviyorum ben. Her
ne kadar kurgu da olsa, yazılanların yazarın yaşadığı dönemdeki düşünce
yapısından ve iç dünyasındaki yansımalardan arınmış olması pek muhtemel
gelmiyor bana.
Tarih, kadın, edebiyat, yazarlık gibi ilgi duyduğum alanları
kapsadığından ben çok keyifle ve sürüklenerek okudum. Yazarın romanlarına
geçmeden önce, yazma ve yazarlık hakkındaki düşüncelerini öğrenmek de ayrıca
bir hoşluk oldu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder