Hızlı hızlı yürüyorum. Biraz ürkek, hafif telaşlı. Çocuksu
bir heyecanla kuaföre gitmişim, saçlar yapılı. İstanbul’da bir kış günü. Hava
soğuk, gökyüzü gri. Yağmur ha yağdı, ha yağacak. Aman yağmasın diye dualar
içindeyim. Yaptırdık saçları o kadar. En önemlisi zarla zorla düz tutabildiğim
kâhkülüm. Randevum var saat ikide. Garip geliyor kulağıma bu cümle. Yıllar
olmuş randevulaşmayalı herhangi biriyle. Kalbimin nefessiz çırpınışı üzerinden
huzursuz geçiyor cümle. Aklımda kızım.
Arabayı park ettiğim noktadan randevunun olduğu kafeye
gitmek için Ortaköy’ün dar sokaklarına giriyorum. Yan yana dizilmiş dükkânları,
lokantaları, açık tezgâhlarıyla cıvıl cıvıl yaşayan bir yer burası. Severdim
eskiden. Ne kadar çok olmuş gelmeyeli, ne kadar çok olmuş yaşamayalı… Biraz
sıcaklık için paltolarına sarınır gibi birbirlerine sarılmış insanlar yürüyor
sağımdan, solumdan. Dışarıya atılmış masalarda çiftler sohbet ediyorlar dumanı
tüten çaylarının üzerinden. Benimse attığım her adım daha ağır…
El ele tutuşabilmek için eldivenlerinin tekini çıkarmış bir çift
yürüyor önümden. Çocukluğumdan beri içimi ısıtan bir görüntüdür bu. Eldivende
değil de birbirlerinde bulmaları sıcaklığı. Yıllar evvelinin bir gününde
dolaşırken aklım, kabarık kırmızı elbisesi içinde, tombul yüzünün yanından
düşen kâhküllü küt kesilmiş saçlarıyla o çiftin arkasında beliriverdi. Çocukken
babamın bir ziyaretinde getirdiği en sevdiğim elbiseydi sanki elbisesi. Üzerinde
palto veya kaban yoktu. Ayağında siyah rugan ayakkabılar. Göz kırptı. Kime?
Bana mı? Evet dercesine kafasını salladı. Sonra kalabalığın arasında kayboldu.
Aklım kıza takılmış yürümeye devam ediyorum. Gözlerim onu
arıyor. Bulursam atkımı vereceğim. Çocukken benim de hiç atkı kullanmadığım
düşüyor aklıma. İzmir’de atkı, palto falan kullanılmazdı ki. Koyu renklere
bürünmüş insanların arasından gördüm gene kırmızı bir leke. İnsanları yara yara
o kırmızıyı gördüğüm yere ulaşmaya çalışırken arkamdan buradayım diye bitiverdi.
Çıplak kollarına geçirdiği minik bir sepeti vardı, içinde de bahar çiçekleri. Çok
severim bahar çiçeklerini. Üşümüyor musun sorumu, ben üşümem ki diye cevaplayıp
fırladı gene. Benimse İstanbul’a geldiğimden beri çok üşür içim. Randevuyu
attım bir kenara, atkım elinde peşinden gitmeye başladım. Annem de dolaşırdı
böyle peşimden elinde atkıyla İstanbul’a ilk geldiğimiz yıllarda. Sekiz
yaşındaydım. Saklambaç oynarcasına tamamen kayboluyor, sonra birden ce e diye
aniden karşıma çıkıyor, şaşkınlığım karşısında kahkahalar atıyordu. Sonra
yeniden birden kayboluyor, kim bilir hangi deliğe giriyordu. Bir süre sonra ben
de oyunun havasına girmiştim. Gülüyordum.
Ee nerede şimdi? Şimdiye kadar ortaya çıkması lazımdı. Sağa
bakındım. Yok. Sola bakındım. Yok. Neden bilmem içimi hüzün kapladı. Sanki o
kısacık süre içinde dünya dönmeyi durdurmuş, sadece o ve ben vardık yeryüzünde.
Çoktandır karanlık kuytulara saklanmış çocuk ruhum yüz bulup izin vermişti
kendine.
Randevu geldi yerleşti gene aklıma. Saatime bakıyorum. Daha
beş dakika var. İyi. Biraz önceki oyundan kızarmış yüzüm solgun rengine dönüyor
olmalı. Üşüdüğümü hissediyorum. Adımlarım, sanırsınız bir ton… Öyle ağır. Doğru
dürüst tanımıyorum bile onu. Bir hafta evvel bir yemekte yan yana oturup biraz
sohbet etmişliğim dışında bir tanışıklığım yok. Neden kabul ettim ki davetini?
Hangi deli rüzgâr alevlendirdi içimde kor olmaya yüz tutmuş duyguları? Oysa
sadece kızım ve ben vardık sekiz yıldır. Öyle demiştim boşanırken. Öyle de
olmalıydı. Nasıl bırakabildim kendimi rüzgâra? Yapamayacağım, yapmamalıyım.
Durduğum noktadan 180 derece dönüş yapıp ters yönde yürürken
çıkıverdi gene önüme kırmızı elbiseli küçük kız. Elimden tuttu. Elimi ne zaman
bırakmıştı? Hoplamaya, zıplamaya başladı. Kaldırım taşlarında seksek oynuyordu.
Hadi sen de, dedi elimi çekerek. Kırk beş yaşında sekiz yaşında bir çocuk gibi seksek
oynadım Ortaköy sokaklarında onunla beraber. Endişeler, sorular, ağırlıklar
saklambacı tercih ettiler. Öyle bir saklandılar ki, bulamadık. Kahkahalarımız
yankılandı taşların üstünde.
Birden durdu. Eliyle bir yeri işaret etti. Randevunun olduğu
kafenin önündeydik. Oraya girmemi istiyordu. Kafasıyla haydi, dedi, bir daha.
Nereden biliyordu? Şaşkın, kafenin kapısından girerken arkadaşlığı için
teşekkür etmek istedim. Kaybolmuştu.
Soğuktan camları buğulanmış kafenin en uç köşesinde gördüm
onu. Önüne bir kitap açmış, beni bekliyordu. Bir küçük buket çiçek de yanında.
Kafenin sıcağından farklı bir sıcaklık yayıldı içime. Beni görünce ayağa
kalktı.
-
Merhaba. Çok kalabalık ve gürültülü. Rahat
sohbet edelim diye bu köşeyi seçtim. Beğenmezseniz başka yere geçelim, dedi
kibarca.
-
Yok, iyi burası. İyi yapmışsınız.
Kabanımı çıkarmama yardım etti. Oturduk. Çiçeği uzattı.
-
Ne sevdiğinizi bilemedim, dedi mahcup.
-
Çok güzeller, teşekkür ederim. Zahmet
etmişsiniz.
Arkasında kırmızılı elbiseli kızı gördüm yeniden. Yüzüme
kocaman bir gülümseme yayıldı. Gene kayboluverdi birden. Artık alışmıştım.
-
Söylemiş miydim? Gülümsemek size çok yakışıyor.
-
Çok teşekkür ederim, diyebildim yanaklarım
kızararak.
Birer kahve söyledik önce onunla. Laf lafı açtı. Saatler
saatlere eklendi. Şaraba geçtik. Siz’ler sen’e döndü. Yaralı bir çocuğun
gözleriyle bakıyordu. Kocamla evliliğim boyunca hiç hissedemediğim yakınlık,
aidiyet duygusu o nasıl geçtiğini anlamadığım zaman diliminde beni sarıp
sarmaladı. “Kızın” dediği anda zıpladım. Eve geç kalmıştım. Hemen kalktık.
Kafeden çıkarken kırmızı elbiseli kız yeniden ortaya çıktı. Sepetinden kocaman,
kırmızı bir kalp çıkarıp ona uzattı. O görmedi, ben gördüm.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder