1 Haziran 2014 Pazar

PEMBE PANJURLU EV

Bomboş, içinde hiçbir insanın yaşamadığı, hiçbir eşyanın nefes almadığı bir eve giriyorum. Yaşanmışlıklardan tek bir iz kalmamış odalarda geziyorum. Soğuk, lal duvarların bana fısıldamalarını bekliyorum. Kulak kabartıyorum. Konuşmuyorlar benimle… Donuk bakışlarıyla sakladıkları sırlara sadık, hiçbir ipucu vermeden mabet gibi dikiliyorlar karşımda.

Başka bir eve giriyorum. Çok odalı. Ev geniş ama kasvetli… Koyu kahverengi maun kapıları, garip pis renkli duvarları, eve sinmiş ağır kokusuyla bana dinlemek istemediğim bir öykünün yaşanmışlığını hissettiriyor. Heyecanla bana evin nimetlerinden bahseden emlakçıya odaklanarak onların öyküsüne kulak tıkıyorum. Alacağı komisyonun şehvetiyle kendinden geçmiş emlakçı, beni odadan odaya sürüklüyor. Küçük bir odanın kapısını açıp “bu da çamaşır odası “ diyerek gururla gösteriyor artık birçok evde bulunmayan bu ekstra lüksü. Çamaşır odasında yere çömelmiş, ellerimle kulaklarımı tıkayarak saklandığım onlarca gün geçiyor gözümün önünden. Hakaret, aşağılama kokan bağırtıların arasına karışmış, her an patlaması muhtemel tokat korkusuyla küçücük odanın karanlığına sığındığım, yok olmayı dilediğim saatler… Aynı korku ve dehşet hissiyle, nefes nefese kendimi dışarı atıyorum. Belki de benzer bir öyküyü anlatıyordu duvarlar… Bilmek istemiyorum.

Beni saran, güzel bir öykü anlatacak evi bulmak istiyorum. Zamanla kendi öykümü de onların öykülerinin arasına katabileceğim, beni kucaklayacak, bir bütün olabileceğim evi… Sabah uyandığımda beni güler yüzü ile karşılayacak, bir odasından diğerine geçerken, mutfağında yemek pişirirken, penceresinden dışarı bakarken kendimi ait hissedebileceğim evi… Ailem olacak evi…

Her bir evden diğerine geçtikçe umutsuzluk kaplıyor yüreğimi. Bana güzel bir öykü anlatacak yuva sıcaklığında bir ev yok mu? Neden tüm gezdiğim evlerin duvarları kırgın, küskün veya suskun? Hiç mi şen kahkahalar atılmamıştır bu evlerde? Şöyle en hafifinden… Hiç mi tatlı bir sohbetin beline vurulmamıştır neşeli, kaygısız, kalabalık sofralarda? Hiç mi kendini tamamen bırakıp şehvetle doyasıya sevişilmemiştir odalarda? Sadece masallarda mı olur pembe panjurlu evler?

Derin bir nefes alıyorum. Umudumu yitirmemeliyim. Başkalarının öyküleri üzerinden kendi öykümü yazamayacağımı fark ediyorum. Evler suskun zira onlar kendi yaşanmışlıklarını anlatmak değil, benim onlara sunacağım yeni öyküyü dinlemek istiyorlar. Bu güne kadar duvarlarına yansımış, her yeni boyayla dağarcıklarında arşivlenmiş öykülerin üzerine yeni gelecek öykünün tarzını, biçimini, rengini, tonunu hissetmek istiyorlar. Evler yorgun, ben yorgun… Her iki taraf da medet umuyor birbirinden.

Yeni bir eve gidiyorum. Sağlı, sollu, yeşermiş ağaçları ile daha sokağından beni sıcak karşılıyor. Binanın önüne park etmiş, siyah bir arabanın üzerine tünemiş iki kedi,  bir fotoğraf karesine hapsedip saklamak isteyeceğim bir görüntü sunuyor bana. Şimdiden bu sokağa ait hissediyorum kendimi. Evin içinde bomboş odaların birinden diğerine geçerken, öykümü anlatıyorum duvarlara. Beni en çok çağıran alanı kendime çalışma köşesi olarak seçiyorum. Pencere önünde yeşilliklere bakan bir köşe… Kendimi tam orada, elimde kahvem, önümde açık bilgisayarım, pencereden dışarı bakarken, beynimden akan cümlelerle düşlüyorum. Kitabım o köşede yazılacak, biliyorum.

Ben o köşede oturmuş yazarken, içeriden neşeli kahkahalar geliyor. Kızım eve davet ettiği arkadaşları ile sohbet ediyor. Belki de gönlünün prensini anlatıyor onlara. Kim bilir? Biraz önce pişirdiğim, kokusu tüm eve yayılmış taze kekten kesip veriyorum onlara. Yanlarına gittiğimde birden susuyorlar hepsi. Kesin bir erkek meselesi dönüyor burada. Anlamamış gibi yapıp hemen odadan çıkıyorum.  Geri gelip yazının başına oturduğumda, masanın üstüne çıkıp pencereden dışarı bakan kedim başını uzatıp mırlayarak “ sev beni “ diyor. Ne kadar kolay… “ Sev beni “ diye mırladığında hemen seviliyor kediler. İnsanoğlu hiç başkasına aleni “ sev beni “ diyebilir mi? Dese bile sevilir mi?  

Ben onu severken pencereden neler gördüğü anlatıyor. Ona kur yapan, pencerenin önünden ayrılmayan kedi irisi, gri beyaz tüylü, kopmuş kulak ucundan belli biraz küheylan erkek kediyi şikâyet ediyor bana. Şikâyet ediyor ama hoşlanıyor da bu ilgiden benim haspa. Seneler içinde aldığı onca kiloya rağmen beğenilmek kimin hoşuna gitmez ki?

Salonda yanan şöminenin karşısındaki koltukta, elimizde içki bardakları, fonda Rubato’nun    “ Bir Ayrılık, Bir Yoksulluk, Bir Ölüm “ şarkısı, başım sevdiğimin göğsünde, kolları ile beni tümden sarmış, sessizce şarkıyı dinliyoruz. Konuşmuyoruz. Bir ağıt olan bu şarkının hüznünü hissediyoruz birlikte. Aşkın derin, uzun koridorunda dolaşıyoruz. Dışarıda lapa lapa kar yağıyor… Henüz bir yüzü yok bu sahnenin ama olacak, hissediyorum.

Kırmızı dolapları beni yaşama davet eden mutfakta pişen yemeklerin rahiyası burnumu gıcıklayarak ruhumda hoş bir tat bırakıyor. Tatlı bir telaş var mutfakta. Akşama gelecek arkadaşlarıma yemekler pişiriyorum. Güzel olsun yemekler, sofram şık… Ruhumda çalan müziğin ezgisi yansısın istiyorum tabaklara. Neşeli bir türkü tutturmuşum zeytinyağlı yaprak dolmalarını sararken. Güneş bile kıvrak nağmelerini sunuyor pencereden…

Tatlı bir bahar günü, sabah kahvesi eşliğinde sigaramı tüttürürken balkonda, komşu çıkıyor karşı evden. “ Huu komşu keyfin yerinde bakıyorum “ diye laf atıyor bana. “ Gel, sen de gel” diyerek davet ediyorum onu keyfime. Mis gibi bahar havasının süslediği balkonumda sohbet ediyoruz komşumla ondan bundan. Kocasını şikâyet ediyor tatlı tatlı. Şikâyet ederken bile gözünden sevgi akıyor. Aşık kocasına belli. Güzel bir aileler zaten. Evine bağlı, hoş sohbet, yakışıklı, babacan bir adam kocası. İki de çocukları var. Büyümüşler artık, ikisi de üniversiteye gidiyorlar. Kızımın üniversiteye gidişini düşlüyorum gizlice, komşumun sohbetini bölmeden. Sevgiyle şikâyet edebileceğim bir kocam yok ama olsun. Aşk pınarından içmişim ya, o yeter bana…

Ev, ona anlattığım öyküyü sevmiş olacak ki sımsıkı kucaklıyor beni. Sarılışından anlıyorum, dağarcığındaki son öykü hüzünlü. Teselli ediyorum onu. “ Bizim öykümüz sevgi, neşe, keyif, kahkaha dolu olacak. Beraber başaracağız bunu.“  Yorgun ruhlarımız daha da sıkı sarılıyor birbirine.


Güneş artık kızıla çalarken sokağımdaki kedileri sevgiyle okşuyorum. Pembe panjurlu evim ilk cümlelerini fısıldıyor kulağıma usulca… Gülümsüyorum.

3 yorum:

panmarmaris dedi ki...

Sevgili Yasemin Hanım.
Sizin ruhunuzda sevginin mayası var. Etrafınızdakilere bir tutam ikram ediyorsunuz. Ne mutlu o mayayı ruhuna çalabilenlere. Sanırım bana verdiğiniz güzel tuttu. Yazınızı büyük keyifle okudum. Daim olsun. Sevgilerimle.
Sevil Bayer.

Unknown dedi ki...

Tam da *Durun İnecek Var* kitabınızı yarılamışken bu yazıyı okumak ayrı bir haz verdi. Kitapta sorgulama, hesaplaşma ağırlıklı yazılar devam ederken, burda bir başka boyutta sorgulamalar kendini sergiliyor. Bütün yazılar samimi, sıcak kucaklayıcı.. Bir çırpıda kendini okutan yazılar.. Roman. öykü, deneme, şiir kıvamında, tadında keyifle okunuyor.
Kaleminiz daim olsun Yasemin Hanım..

Yasemin Pforr dedi ki...

Değerli yorumunuz için çok teşekkür ederim Ziya Bey.

Hayat bir sorgulama yolculuğu değil mi zaten? Hakikat arayışı içinde tekamül etmemize sebep olan... Yazmak ise buna bir araç.