Bomboş, içinde hiçbir insanın yaşamadığı, hiçbir eşyanın
nefes almadığı bir eve giriyorum. Yaşanmışlıklardan tek bir iz kalmamış
odalarda geziyorum. Soğuk, lal duvarların bana fısıldamalarını bekliyorum. Kulak
kabartıyorum. Konuşmuyorlar benimle… Donuk bakışlarıyla sakladıkları sırlara
sadık, hiçbir ipucu vermeden mabet gibi dikiliyorlar karşımda.
Başka bir eve giriyorum. Çok odalı. Ev geniş ama kasvetli… Koyu kahverengi maun kapıları, garip pis renkli duvarları, eve sinmiş ağır kokusuyla bana dinlemek istemediğim bir öykünün yaşanmışlığını hissettiriyor. Heyecanla bana evin nimetlerinden bahseden emlakçıya odaklanarak onların öyküsüne kulak tıkıyorum. Alacağı komisyonun şehvetiyle kendinden geçmiş emlakçı, beni odadan odaya sürüklüyor. Küçük bir odanın kapısını açıp “bu da çamaşır odası “ diyerek gururla gösteriyor artık birçok evde bulunmayan bu ekstra lüksü. Çamaşır odasında yere çömelmiş, ellerimle kulaklarımı tıkayarak saklandığım onlarca gün geçiyor gözümün önünden. Hakaret, aşağılama kokan bağırtıların arasına karışmış, her an patlaması muhtemel tokat korkusuyla küçücük odanın karanlığına sığındığım, yok olmayı dilediğim saatler… Aynı korku ve dehşet hissiyle, nefes nefese kendimi dışarı atıyorum. Belki de benzer bir öyküyü anlatıyordu duvarlar… Bilmek istemiyorum.
Beni saran, güzel bir öykü anlatacak evi bulmak istiyorum.
Zamanla kendi öykümü de onların öykülerinin arasına katabileceğim, beni
kucaklayacak, bir bütün olabileceğim evi… Sabah uyandığımda beni güler yüzü ile
karşılayacak, bir odasından diğerine geçerken, mutfağında yemek pişirirken,
penceresinden dışarı bakarken kendimi ait hissedebileceğim evi… Ailem olacak
evi…
Her bir evden diğerine geçtikçe umutsuzluk kaplıyor
yüreğimi. Bana güzel bir öykü anlatacak yuva sıcaklığında bir ev yok mu? Neden
tüm gezdiğim evlerin duvarları kırgın, küskün veya suskun? Hiç mi şen
kahkahalar atılmamıştır bu evlerde? Şöyle en hafifinden… Hiç mi tatlı bir
sohbetin beline vurulmamıştır neşeli, kaygısız, kalabalık sofralarda? Hiç mi
kendini tamamen bırakıp şehvetle doyasıya sevişilmemiştir odalarda? Sadece
masallarda mı olur pembe panjurlu evler?
Derin bir nefes alıyorum. Umudumu yitirmemeliyim. Başkalarının
öyküleri üzerinden kendi öykümü yazamayacağımı fark ediyorum. Evler suskun zira
onlar kendi yaşanmışlıklarını anlatmak değil, benim onlara sunacağım yeni öyküyü
dinlemek istiyorlar. Bu güne kadar duvarlarına yansımış, her yeni boyayla
dağarcıklarında arşivlenmiş öykülerin üzerine yeni gelecek öykünün tarzını,
biçimini, rengini, tonunu hissetmek istiyorlar. Evler yorgun, ben yorgun… Her
iki taraf da medet umuyor birbirinden.
Yeni bir eve gidiyorum. Sağlı, sollu, yeşermiş ağaçları ile
daha sokağından beni sıcak karşılıyor. Binanın önüne park etmiş, siyah bir
arabanın üzerine tünemiş iki kedi, bir
fotoğraf karesine hapsedip saklamak isteyeceğim bir görüntü sunuyor bana.
Şimdiden bu sokağa ait hissediyorum kendimi. Evin içinde bomboş odaların
birinden diğerine geçerken, öykümü anlatıyorum duvarlara. Beni en çok çağıran
alanı kendime çalışma köşesi olarak seçiyorum. Pencere önünde yeşilliklere bakan
bir köşe… Kendimi tam orada, elimde kahvem, önümde açık bilgisayarım,
pencereden dışarı bakarken, beynimden akan cümlelerle düşlüyorum. Kitabım o
köşede yazılacak, biliyorum.
Ben o köşede oturmuş yazarken, içeriden neşeli kahkahalar
geliyor. Kızım eve davet ettiği arkadaşları ile sohbet ediyor. Belki de
gönlünün prensini anlatıyor onlara. Kim bilir? Biraz önce pişirdiğim, kokusu
tüm eve yayılmış taze kekten kesip veriyorum onlara. Yanlarına gittiğimde
birden susuyorlar hepsi. Kesin bir erkek meselesi dönüyor burada. Anlamamış
gibi yapıp hemen odadan çıkıyorum. Geri
gelip yazının başına oturduğumda, masanın üstüne çıkıp pencereden dışarı bakan
kedim başını uzatıp mırlayarak “ sev beni “ diyor. Ne kadar kolay… “ Sev beni “
diye mırladığında hemen seviliyor kediler. İnsanoğlu hiç başkasına aleni “ sev
beni “ diyebilir mi? Dese bile sevilir mi?
Ben onu severken pencereden neler gördüğü anlatıyor. Ona kur
yapan, pencerenin önünden ayrılmayan kedi irisi, gri beyaz tüylü, kopmuş kulak
ucundan belli biraz küheylan erkek kediyi şikâyet ediyor bana. Şikâyet ediyor
ama hoşlanıyor da bu ilgiden benim haspa. Seneler içinde aldığı onca kiloya
rağmen beğenilmek kimin hoşuna gitmez ki?
Salonda yanan şöminenin karşısındaki koltukta, elimizde içki
bardakları, fonda Rubato’nun “ Bir
Ayrılık, Bir Yoksulluk, Bir Ölüm “ şarkısı, başım sevdiğimin göğsünde,
kolları ile beni tümden sarmış, sessizce şarkıyı dinliyoruz. Konuşmuyoruz. Bir
ağıt olan bu şarkının hüznünü hissediyoruz birlikte. Aşkın derin, uzun
koridorunda dolaşıyoruz. Dışarıda lapa lapa kar yağıyor… Henüz bir yüzü yok bu
sahnenin ama olacak, hissediyorum.
Kırmızı dolapları beni yaşama davet eden mutfakta pişen
yemeklerin rahiyası burnumu gıcıklayarak ruhumda hoş bir tat bırakıyor. Tatlı
bir telaş var mutfakta. Akşama gelecek arkadaşlarıma yemekler pişiriyorum.
Güzel olsun yemekler, sofram şık… Ruhumda çalan müziğin ezgisi yansısın
istiyorum tabaklara. Neşeli bir türkü tutturmuşum zeytinyağlı yaprak dolmalarını
sararken. Güneş bile kıvrak nağmelerini sunuyor pencereden…
Tatlı bir bahar günü, sabah kahvesi eşliğinde sigaramı
tüttürürken balkonda, komşu çıkıyor karşı evden. “ Huu komşu keyfin yerinde
bakıyorum “ diye laf atıyor bana. “ Gel, sen de gel” diyerek davet ediyorum onu
keyfime. Mis gibi bahar havasının süslediği balkonumda sohbet ediyoruz komşumla
ondan bundan. Kocasını şikâyet ediyor tatlı tatlı. Şikâyet ederken bile
gözünden sevgi akıyor. Aşık kocasına belli. Güzel bir aileler zaten. Evine
bağlı, hoş sohbet, yakışıklı, babacan bir adam kocası. İki de çocukları var.
Büyümüşler artık, ikisi de üniversiteye gidiyorlar. Kızımın üniversiteye
gidişini düşlüyorum gizlice, komşumun sohbetini bölmeden. Sevgiyle şikâyet
edebileceğim bir kocam yok ama olsun. Aşk pınarından içmişim ya, o yeter bana…
Ev, ona anlattığım öyküyü sevmiş olacak ki sımsıkı
kucaklıyor beni. Sarılışından anlıyorum, dağarcığındaki son öykü hüzünlü.
Teselli ediyorum onu. “ Bizim öykümüz sevgi, neşe, keyif, kahkaha dolu olacak.
Beraber başaracağız bunu.“ Yorgun ruhlarımız
daha da sıkı sarılıyor birbirine.
Güneş artık kızıla çalarken sokağımdaki kedileri sevgiyle
okşuyorum. Pembe panjurlu evim ilk cümlelerini fısıldıyor kulağıma usulca…
Gülümsüyorum.
3 yorum:
Sevgili Yasemin Hanım.
Sizin ruhunuzda sevginin mayası var. Etrafınızdakilere bir tutam ikram ediyorsunuz. Ne mutlu o mayayı ruhuna çalabilenlere. Sanırım bana verdiğiniz güzel tuttu. Yazınızı büyük keyifle okudum. Daim olsun. Sevgilerimle.
Sevil Bayer.
Tam da *Durun İnecek Var* kitabınızı yarılamışken bu yazıyı okumak ayrı bir haz verdi. Kitapta sorgulama, hesaplaşma ağırlıklı yazılar devam ederken, burda bir başka boyutta sorgulamalar kendini sergiliyor. Bütün yazılar samimi, sıcak kucaklayıcı.. Bir çırpıda kendini okutan yazılar.. Roman. öykü, deneme, şiir kıvamında, tadında keyifle okunuyor.
Kaleminiz daim olsun Yasemin Hanım..
Değerli yorumunuz için çok teşekkür ederim Ziya Bey.
Hayat bir sorgulama yolculuğu değil mi zaten? Hakikat arayışı içinde tekamül etmemize sebep olan... Yazmak ise buna bir araç.
Yorum Gönder