Ayda bir poker oynanırdı bizim evde. Bizim ev
değildi aslında. Anneannemlerin eviydi. Annem tedavi için İstanbul’a giderken
anneannemlere bırakmıştı beni. Üç ay olmuştu gideli. Babam yurtdışına çalışmaya
gittikten sonra annemle taşındığımız küçük evdeki odamı özlesem de bu evdeki sesleri, neşeyi, kalabalığı severdim. Bizim ev sessizdi.
Anneannemin arkadaşlarıyla poker oynadığı günleri
iple çekerdim. O günlerde, öğleden sonra okuldan döndüğümde, daha merdivenlerde
karşılardı beni mis gibi, yeni kızarmış börek kokusu. Anneannem geleceğim saati
bilir, tam o saatte kızarttırırdı özenle muska şeklinde sardığı bol peynirli,
maydanozlu börekleri. Kıymalı da yapardı ama ben peynirlisini daha çok
severdim. Kapıdan girer girmez, acıkmıştır benim torun, diyerek oyun masasından
kalkar, elleriyle sıcacık böreklerden, dedemin benim için özel aldığı un
kurabiyelerinden bolca bir tabağa koyar, saçlarımdan öpüp oyununa geri dönerdi.
Sevgi kokardı tabak.
Annem, çalıştığı için, okul çıkışlarında kendi
anahtarımla açıp girdiğim bizim evde, beni karşılayan bir yiyecek olmaz,
dolaptan aldığım peynir, reçel, ekmekle yapardım akşamüstü kahvaltımı. Annem
her zaman evde iki çeşit peynir ve reçel bulundurmaya gayret ederdi. Akşamları
işten geldiğinde, benim sevdiğim, köfte- patates kızartması veya makarna gibi
yemekleri pişirirdi aceleyle. Yorgun gelirdi hep ama hafta sonları, eğer iş
nedeniyle şehir dışına çıkmak zorunda değilse, kek veya kurabiye pişirirdi
muhakkak. Evin içine yayılan kek ya da kurabiye kokusu başka bir güzel olurdu. Çok sevinirdim.
Ameliyat için gittiğini söylediği İstanbul’dan bir
türlü dönememişti. Tedavinin uzadığı, annemin tam iyileşmediği söyleniyordu
bana. Her ne kadar bu sevgi dolu, sımsıcak sarmalandığım evi, anneannemleri
sevsem de annemin bir türlü iyileşmemesi içimi kurt gibi kemiriyordu. Telefonda
konuştuğumuzda sesi iyi geliyor, iyiyim, merak etme, en kısa zamanda geleceğim,
diyerek beni rahatlatmaya çalışıyordu annem. Hastalığı neydi, onu da
bilmiyordum. Söylemiyorlardı.
O gün, okuldan dönüp tabağıma konmuş sıcak sıcak
börekleri, üzerimde hâlâ çıkarmadığım önlüğümle yedikten sonra, penceresiz
küçük odama gittiğimde yastığımın üzerindeki mektubu gördüm. Sevinçle mektubu
alırken babamdan geldiğini biliyordum. Anneannem babamdan gelen mektupları hep
yastığımın üzerine koyardı. Başka da kimseden mektup gelmezdi zaten. Heyecanla
ama yırtmadan, babamın bana öğrettiği gibi, kenarından soktuğum bir kalemle
yavaş yavaş, özenle açtım mektubunu. Babam, bu yılbaşında gelemeyeceğini ama
yılbaşı hediyesi olarak ne istediğimi yazarsam gönderebileceğini yazmıştı
mektubunda. Yazın, iznini kullanıp gelecekti. Yaza daha çok vardı. Hiç bir şey
ama hiç bir şey istemiyordum. Öfkeyle mektubu parça parça yırttım. Niye
gelmiyorlardı? Karanlık bir mağaranın içinde kaybolmuş gibiydim. Ağladım.
İçeriden anneannemin beni çağırdığını duydum. Gel
yanımda dur, diyorsa belli ki, oyunda kaybediyordu ve uğuru olmamı istiyordu.
Onun yanında durmaktan utanır, kurallarını bir türlü anlamadığım pokerden
sıkılır, bir yandan saçları yapılı, bol makyajlı, özene bezene giyinmiş
teyzelerin ahretlik sorularına kısa cevaplar verirken pencereye dal uzatmış
ağaca konmuş kuşları seyrederdim. Onlar gibi kanatlarım olsa, uçsam uçsam… En
fazla ikinci ya da üçüncü elde anneannem kazanırdı da. Kazandığı zaman, sen benim
biricik uğurumsun, der öpüp koklamadığı yer bırakmadan da azat etmezdi beni. Bu
uğurlu gelme durumu hoşuma da giderdi yani. Anneme de uğurlu gelsem…
Gözyaşlarımı silerek anneannemin yanına gittim.
Oyuna dalmış anneannemin fark edecek hali yoktu zaten. Her zamanki gibi, sağ
yamacına iliştim. Kâğıtlar dağıtıldı. O el kaybetti, öbür el de, bir sonraki el
de. Beş altı el döndü oyun. Anneannem kazanamadı, ben de iyice sıkılmaya
başladım. Yerimde huzursuzlanıp, kısık sesle ödevlerim var demeye başladım.
Anneannem iyice hırslanmış, beni duymuyordu. Sonunda kolunu dürterek, sınavım
var, çalışmam lazım, diyerek kalkmaya yeltendim. Anneannem hiddetle, neyin var
senin bugün? Niye uğursuzsun ?, diye çıkıştı. Gözlerimde birikmiş yaşlarla
odama kaçtım.
O an, annemin gelmesi ve evimize dönmek için
dayanılmaz bir istek duydum. Bu kadar zaman geçti, iyileşmiştir biraz. Gelsin,
yanımda olsun, ben ona bakarım, ne isterse yaparım, diye düşünürken onu arayıp
çağırmaya karar verdim. Çağırsam gelirdi herhalde. Dayanamazdı bana. Telefon
salondaydı. Oyuncuların gitmesini beklemem gerekiyordu. Bekledim.
Oyuncular gittikten sonra, kaybettiği için sinirli
ve ikramdan yorgun olan anneannem kendini banyoya attı. Dedem henüz işten
gelmemişti. Dayım odasındaydı. Koşa koşa salona gidip annemi aradım. Telefonu
bir adam açtı. Doktor muydu? Hemşireler genelde kadın olmaz mı? Neyse. Annemi
isteyince verdi. Annem telefona çıkar çıkmaz, onu çok ama çok özlediğimi, artık
gelmesini istediğimi, ona bakacağımı söyledim. Annemin sesi titredi. O da beni
çok özlediğini, sömestr tatilinde beni almaya gelip İstanbul’a götüreceğini
söyledi. Sesine yüklediği neşeyle, yaz tatilinden sonra İstanbul’da
yaşayacağımızı ekledi. Telefonun ucunda kalakaldım. Nereden çıkmıştı şimdi bu?
Arkadaşlarımdan, anneannemlerden ayrılmak istemiyordum. Ne gereği vardı? Ya
babam? İstanbul’da iş bulmuş olsaydı mektubunda bahsederdi. Annem mi
İstanbul’da iş bulmuştu? Niye kalamıyorduk ki burada? Yetmiyor muydu o küçük
ev? Ben yetmiyor muydum? Neden
İstanbul’a taşınmamız gerektiğini sorduğumda, sömestr tatilinde her şeyi
anlatacağını, oturacağımız evi, odamı göstereceğini, her şeyi benim iyiliğim
için yaptığını, beni çok sevdiğini, kapatması gerektiğini söyleyip telefonu
kapattı. Sömestr tatiline daha iki ay vardı.
Neden İstanbul’a taşınmamız gerektiğini sömestr
tatilinde öğrendim. Evlenmişti. Babam annemle boşandıkları için yurtdışına
gitmişti. Hiç bilmediğim bir şehirde, hiç tanımadığım bir adamla yaşamak üzere
yaz sonu İstanbul’a taşındık. Hayatımda poker oynamadım, öğrenmeye bile
yeltenmedim. Poker uğursuz bir oyundu.
1 yorum:
Olağanüstü bir anlatım ve anektod. Kaleminize sağlık. Ben daha önce bu yazınızı görmemişim. İçime oturdu yazdıklarınız. Sevgilerimle.
Yorum Gönder