29 Mayıs 2013 Çarşamba

YAŞAMIN TA KENDİSİDİR BOĞAZ


Dün gene düştü yolum Kadıköy’e… Bu aralar sık sık düşeceğe de benziyor zira tipik bir Türk insanı olarak yıllarca dişlerimi ihmal edince sıkı bir bakım ve tedavi gerektiriyor haliyle. Yakın bir dostumun hararetle önerdiği diş hekimi Kadıköy’de olunca, el mahkum her hafta Kadıköy’e düşüyor yolum. Başlarda akıl karı değil diye düşünsem de, bu yolculukların hayatıma kattığı zenginlikleri, renkleri düşününce dostuma teşekkürlerimi yolluyorum içimden.

Güneşin tüm neşesini yansıttığı taze sabah saatlerinde düştüm yola. Her sabah İstinye’den kalkan deniz otobüsü ile yapıyorum yolculuklarımı. Bu sefer akıllanmış olarak kitabın yanına fotoğraf makinemi de alıyorum. Kitap yol boyunca değil de dişçide sıramı beklerken okumak için artık. İstanbul, 1001 gece masallarındaki Şehrazad gibi her gün yeni bir hikaye buluyor anlatacak. Bu gün deniz otobüsünün öbür tarafına oturuyorum bilinçli olarak. Bir de o yakanın anlattıklarını dinlemek istiyorum.

İstinye- Beşiktaş arası Avrupa kıyısına yakın gittiğinden, benim oturduğum tarafta kıyıdan ziyade Boğaz hakim. Güneşin Boğaz’ı, laciverdinin üzerine işlenmiş pullarla görkemli bir tuvalete çevirişini seyrediyorum. Hani şöyle kalabalığın arasına girdiğinde ışıl ışıl gözleri kamaştıran, tüm kafaların dönüp baktığı, zerafeti hayranlıkla izlenen bir kadın gibi Boğaz. Alıp götüren, baktıkça bakası gelinen… Bu ışıltılı atlası üzerinden gelip geçen gemiler, vapurlar, tekneler kesiyorlar orasından burasından bazı bazı. Bunların arkalarında bıraktıkları köpükler bu güzelliği bozsalar da bir süre sonra kaybolup gene güzelliğe yer veriyorlar. Aynı yaşam gibi, hayatımızda olan olumsuzluklardan sonra güneşin yeniden açması gibi… Yaşanan acılardan, atlatılmış badirelerden sonra hala ayakta kalabilmiş olmanın verdiği sağlamlık ve güçle daha da pırıl pırıl parlayan…

Kabataş yolcularını da aldıktan sonra istikamet Kadıköy… Daha açık sulardan ilerliyor deniz otobüsü. Koyunda sessiz, durgun dururken su, açıldıkça çalkalanmaya, dalgalar oluşmaya başlıyor.  Bir süre kıyı görünmüyor, sanki bilinmez bir boşluğun içinde ilerliyor gemi. Hafif hafif sallanarak, dalgaları yararak… Elimde olmadan gene düşünüyorum; insanoğlu gibi, kendi koyunda çalkantısız, güvenli yaşamayı tercih edenler hep aynı manzaraya bakıp hayatlarına mevcut renklerden başka renkler katamıyorlar. Oysa biraz çalkantıya razı gelenler daha farklı renklere de ulaşabilip daha geniş bir açıyla bakabiliyorlar hayata. Merak ederim bazen, bu kendi koyundan çıkmayan insanlar hiç merak etmezler mi diğer koyları, karşı yakayı?

Yol boyunca fotoğraf çekiyorum. Gördüğüm güzellikleri, düşüncelerimi, duygularımı karelere sığdırmak istiyorum sanki. Her hayattan yıldığımda tekrar bakmak üzere belki… Bilmiyorum.



Her ne kadar her vatandaş gibi dişçiye gitmeyi sevmesem de, benim diş hekimi sohbetli Allah’tan. Ondan bundan, hayattan sohbet ederek ne olduğunuzu anlamadan yapıveriyor dişlerinizi. Keyifli yani. Ardından uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımla buluşuyorum Caddebostan’da. O da ayrı bir keyif. Sonunda dönüş saati geliyor. Gene konumlandırıyorum kendimi cam kenarına. Sanırım diş çekimi için verilen uyuşturucudan dolayı kendimi yorgun hissediyorum. Pek dinleyemiyorum bu sefer Boğaz’ı. Sadece suyun üstünde öbekler halinde uçan kuşları seyrediyorum. Bembeyaz bir martının denizin üstünde uçarken ki zerafetini içime çekiyorum. Bulutsuz sabah maviliğine karşın, bulutların engin maviliğin üzerinde yer alışlarına bakıyorum. Tüm yorgunluğuma rağmen yaşamı hissediyorum. Yorgun ama dolu dolu bir keyifle gemiden inip evime, kızıma dönüyorum. Bir mutluluktan diğer bir mutluluğa kucak açıyorum…

24 Mayıs 2013 Cuma

İSTANBUL'UN KENDİSİ KİTAP


Dün İstinye’den deniz otobüsüne binip Kadıköy’e gittim. Yolculuk 40 dakika… Aldım yanıma bir kitap, yol boyunca okurum diye.  İstinye’den sonraki ilk durak Beşiktaş… Bu iki durak arasında kıyın kıyın gidiyor deniz otobüsü. Harika… Kitaba ne gerek? İstanbul’un kendisi kitap… Başladım seyretmeye, Boğaz’ın bu kıyısının bana fısıldadıklarını dinlemeye…

Güneşin suyla oynaştığı bu erken sabah saatlerinde, ilk önce bize eşlik eden bir kuş dikkatimi çekti. Denizden en fazla 2 metre yükseklikte, denize paralel, kanatlarını sonuna kadar gererek açmış bu kuş, sanki bizimle yarışırcasına son hız uçuyordu yanımızdan. Sonunda geçti de… Bu küçücük kuşa doğanın bahşettiği gücü görünce doğanın ne büyük bir mucize olduğunu bir kere daha anladım. Ne kuşuydu diye sormayın. İnanın bilmiyorum ama uçuşundaki zerafet, kararlılık ve hız insanı etkiliyordu. En azından beni…

Kuş bizi geçip gidince dikkatimi kıyıda sıra sıra dizilmiş yalılara, apartmanlara verdim. Kimileri yenilenmiş, kimileri eskimiş o güzelim yalıların arasına serpiştirilmiş çirkin apartmanlar yüreğimi burktu. Bu apartmanların bazıları yapıldıkları tarihlerdeki en modern mimariye uyum sağlayarak dümdüz, ruhsuz birer kütle gibi boy gösteriyordu o tarih kokan, içinde yüzlerce ruhun gezindiği yalıların arasından. Baltalimanı’nda bulunan, muhtemelen sahiplerinin imkansızlığından yenilenememiş koskoca köşk, sırtında koca bir tarih taşımışlığı yansıtırcasına duvarları kararmış, hüzünlü ve tek başına duruyordu Boğaz kıyısında. Üçüncü katın pencerelerine takılmış panjurlar ise garip bir tezat oluşturuyordu kendi kimliği ile.

Bir de Moda’da vardır içini bildiğim büyük bir köşk. Azametli mermer merdivenlerden yukarı çıkarken yüksek tavanlarından aşağı sarkan, bir zamanların atlas perdelerinin eprimişliği insana hüzün verir. İçeride ise yüksek tavanlara işlenmiş o güzelim desenler solgun solgun seyrederler sizi. O devirlerde elde yapılmış gümüş çatal bıçaklarla, güzelim porselen tabaklardaki yemeklerin amerikan servislerinin üzerinde yenmesi ise insanın içini burkan garip bir tezat oluşturur. İlk yapıldığı devirlerde mutfağın bambaşka bir konumda olması nedeniyle daha sonraları köşkün bir köşesine iliştirilmiş, her yerden görünen kablolarla fırın, bulaşık makinası gibi en modern aletlerin içine sıkıştırıldığı küçücük mutfak evin görkemine inat, nerelerden nerelere gelindiğini anlatır sessizce.

Özellikle Büyükdere’de omuz omuza vermiş yalıları gördükçe, bu yalıların içinde yaşananları merak ederim nedense. Nasıl da tarih kokarlar, nasıl da canlıdırlar… Özellikle terk edilmiş, camları bile kırılmış, yıpranmış yalıların hikayelerini merak ederim daha çok. Nasıl bir anlayış , bakış kendilerine aile büyüklerinden kalmış bu güzelim yalıları yalnız bırakır diye… Bir zamanların maddi refah içinde yaşayan ailelerin zaman içinde yok oluşları mıdır onları yalnız bırakan? Yoksa modernlik sevdası mıdır onlara yüz verdirmeyen? Bilinmez…

Çarpık yapılaşmanın bana kendi insanımızın hikayesini anlatmasını dinlerken bir de baktım Kadıköy’e varmışız bile. Elimdeki kitabın kapağını bile açmadan, kitap okumuş hissiyle indim deniz otobüsünden, hikayenin devamını dinlemeyi başka bir sefere bırakarak…

22 Mayıs 2013 Çarşamba

BOĞAZİÇİ'NİN FISILTILARI


Suyun kenarında doğmuşum. Aslen İzmir’liyim ama şartlar gereği İstanbul’a geldiğimiz 1976 yılından beri hep suyun yanındaydım. İlk geldiğimiz Yeşilköy’de de evimiz deniz kenarı idi, sonra 1980 yılında yerleştiğimiz Emirgan’da da. O gün bu gündür Boğaz boyundan hiç ayrılmadım.

Lise’yi Boğaz’da bitirdim. Üniversite’ye Boğaziçi’ne gittim. İlk sevgilileri, ilk elele tutuşmaları Bebek’te yaşadım. Şimdi Bebek Parkı olan yerde, o zamanlar bulunan Şadırvan’da ilk içkimi içtim. Sevgilimden Bebek’te ayrıldım. Rumelihisarı’nda evlendim.  Çocuğumu Rumelihisarı- Bebek arası pusette gezdirerek büyüttüm. Bebek Park’ında oynattım. Gene aynı güzergah üzerinde diyetime eşlik eden yürüyüşümü yaptım. Rumelihisarı’nda boşandım. Dostlarımla kah Ortaköy’de kah Bebek’te kah Yeniköy’de ama illa Boğaz boyunda bir yerde buluşup gülüp söyledim. Dertlerimi, gözyaşlarımı Boğaz suyuna akıttım. Hala Boğaz’da yaşıyorum.

Belki hayatımın en önemli evrelerini hep bu su boyunda geçirdiğim için, belki de dünya da eşi benzeri bulunmayan bir güzelliğe sahip olduğu için Boğaz’ın yeri apayrıdır benim için. Her Asya yakasına geçişimde, arabamı muhakkak en sağa alıp Boğaz’ın o nefesimi kesen güzelliğini içime çekerek yavaş yavaş geçerim köprüden. Bir ziyafet, bir şölen gibi… O görüntünün bana verdiği doygunluk hissi ile devam ederim yoluma.

Boğaz’ın suyu, akışı, girdapları, akıntıları hayat gibidir. Yaşam akar o sularda. Yaşamın bize sunduğu tüm inişleri, çıkışları, gelgitleri, aydınlığı, karanlığı taşır içinde. Herkesin o sularda kendini bulduğu bir yer, bir an vardır muhakkak, yaşamının her hangi bir noktası ile kesişen… Sahil kenarında herhangi bir noktada durup Boğaz’ın engin sularına bakarken, üzerine dantel gibi nakşolmuş martılara eşlik ederken, kendi hayatınızın sularında gezdiğinizi fark ederseniz. Öyle bir büyüsü vardır ki, en kederli anınızı paylaşmak için bile gitmişseniz oraya, size hayatın her şeye rağmen güzel olduğunu fısıldar sessizce. İnanırsınız… Belki eşsizliği bundan…

Boğaz’ın her noktasının ayrı bir güzelliği var. Ancak buraları daha da güzel yapan, doğa güzelliğinin yanısıra insanları. Yıllardır bu mahallelerde yaşayan insanların Türkiye’li olmaktan öte Bebek’li, Emirgan’lı, Çengelköy’lü olmak gibi bir özellikleri var. Birbirine bağlayan, aynı bayrak altında birleşmiş gibi aynı değerler altında sımsıkı birleştiren… Buraları sımsıcak yerler yapan… Boğaz’lı olmayanların bile akın akın gelip huzur bulmaya yol açtıran… Anavatan gibi ayrılmak zorunda kalınsa da asla unutturmayan… Dönüp dolaşa gene geri gelinen… Bir annenin çocuğundan vazgeçememesi gibi asla vazgeçilmeyen…

Ve ben sonradan katılmış olsam da, bu birlikteliğin, bu sevginin bir parçası olmaktan çok mutluluk duyuyorum. Boğaz’ın sımsıkı saran kollarında huzur buluyorum…

11 Mayıs 2013 Cumartesi

GÜZEL ŞEYLER OLUYOR


Güzel şeyler oluyor benim için bu günlerde… Dostlarımın kitabımla imza günleri düzenlememi istemesi, TV’ye, radyoya davet, dergi röportajı gibi kitabın tanıtımı için çok hoş şeyler olmasından öte içimi ısıtan güzelliklerle doluyor etrafım şu günlerde.

Sosyal medya aracılığı ile tanıştığım “Hangi İstanbul ?” kitabının yazarı Sevil Bayer ‘le tanıştığımızdan beri, belki ikimiz de yazıyor olmamızdan, belki de ruh dünyalarımızda benzer sularda gezmiş olduğumuzdan bir sıcaklık oluştu. Hatta yollarımız öyle bir çakıştı ki aynı web sitesinde yazılarımız yayınlandığı gibi, önümüzdeki günlerde de aynı gazetede yazmaya başlayacağız. Ne güzel… Onun önerisi ile geçenlerde Asya yakasında bir imza günü düzenledik. Kendisine bu fikri içinçok çok teşekkür ederim.  Ancak bu imza gününde beni mutlu eden, yeni bir şeyi fark etmeme neden olan çok daha başka bir şey vardı…

Etkinliği duyurduğumda, zaten en baştan beri hep yanımda olan ve kitabımı ilk imzalı alanlardan olan Zülay,Baykan ve Berrin arkadaşlarımın “geleceğiz” diye işaretlemelerine çok şaşırdım. Üçünü de arayıp “ gelmeyecekseniz herhalde, değil mi ?” diye sordum.  Üçü de “ tabii ki geleceğiz, senin böyle özel bir gününde yanında olmayacağız da ne zaman olacağız?” dediler. Zülay ve Berrin sonra işleri nedeni ile gelemediler ama kalben çok orada olmak istediklerini biliyorum. Etkinlik sabahı ise sevgili yengem Buket de aradı. ” Geçerken beni de al, ben de geleceğim” dedi.  Tabii ki onun da elinde benim imzalı kitabım var. Sadece gelmekle kalmadılar sevgili dostum, komşum Baykan fotoğrafları çekerek günü ölümsüzleştirdi, sevgili yengem Buket ise saymanlık görevini üstlenerek benim herkesle daha rahat sohbet etmeme yardımcı oldu.

Şimdi çoğunuzun “ ee, ne var bunda? “ diyeceğinizi biliyorum. Belki siz biliyorsunuz ama ben bilmiyormuşum. Belki bir başak burcu kadını olmam nedeniyle, aslında daha doğrusu hayatım boyunca hemen hemen her şeyi tek başına yapmamdan dolayı pratik olma yetkinliğim daha çok gelişmiş anlaşılan. Ben, bu etkinliği düzenlerken elinde imzalı kitap olan dostlarımın geleceklerini hiç aklıma gelmedi.  Hem Avrupa yakasında oturan, hem de elinde imzalı kitap olan dostlarımın sırf benim yanımda olmak için o kadar yolu tepip geleceklerini hiç düşünmedim. Beklemedim de…  Sırf benim için bir şeyler yapılmasına alışık olmadığımdan… Ben yapmasına alışığım, bana yapılmasına değil… Özellikle Buket yengem sayesinde “ aile “ olmanın ne demek olduğunu hissettim. Hoş geçen sene panik atak geçirdiğimde her daim yanımda olan ekibindendir kendisi, sevgili komşum Baykan’la beraber ama geçen sene içinde bulunduğum kötü ruh halinde o sıcaklığı tam hissedememişim. O gün ise hissettim. Güzel, sıcacık bir duyguymuş…

O gün senelerdir görmediğim arkadaşlarımın gelmesi kadar beni aslında hiç tanımayıp sosyal medya ortamından tanıyanların da gelmesi beni ayrıca mutlu etti. Oradaki esas meselenin imzalı bir kitap almaktan ziyade yaydığım pozitif enerji olduğunu hissettim. Bir şekilde sosyal medya sayesinde tanıdıkları bu kadını tanımak, yazdıklarını okurken bu kadının ruhuyla birleştirmek isteğiydi sanırım. Yıllardır görmediğim arkadaşlarımın da beni hatırlayıp, değer verip gelmeleri ise senelerce doğru yatırımlar yaptığımı gösterdi bana. Yatırım derken yanlış anlaşılmasın; sevgi, samimiyet yatırımı yaptım ben hep. Bunların bana geri dönüşü kat be kat fazlası ile oldu ve hala oluyor…


Özetle adı her ne kadar “imza günü “ olsa da benim için “ sevgi günü”ydü. Beni sevgi battaniyesi ile saran, burada adını anmadıklarım da dahil herkese çok teşekkürlerimi sunarım. Sevildiğimi, değerli olduğumu ve en önemlisi bir “aile “ ye dahil olduğumu bir kere daha hissettim.

7 Mayıs 2013 Salı

BEN ANNEYİM!


12 Mayıs Anneler Günü… Bu özel gün için sevgili dostum Ali Tanju’nun bana gönderdiği, babası değerli gazeteci-yazar Sadun Tanju’nun, ne tesadüftür, 12 Mayıs 1957’de kaleme aldığı bu harika yazıyı sizlerle paylaşmak istedim. Her satırı ile aynı fikirdeyim. Ne bir eksik ne bir fazla…

Ben anneyim!
Seni, bir hücreden yaşamaya layık bir canlı haline getiren benim. Seni ıstırapların en büyüğüyle doğurdum; sevinçlerin en büyüğüyle kollarıma aldım. Sana ilk davranışı, ilk gülüşü, ilk bakışı, ilk heceyi ben öğrettim. Seni karşılıksız, menfaatsiz, tertemiz ilk ben sevdim. Sana hayatta ilk lazım olacak dersleri ben verdim. Senin yüzünden ilk acıları ben duydum. İlk ağlayışlarını benim göğsümde dindirdin. İlk sırrını bana açtın. İlk dost beni edindin.
Ben anneyim!
Bana her zaman güvendin. İlk aşkını ben hissettim. Üzüntülerin benim üzüntülerim oldu. Seni pencerelerde bekledim, gelişinde kapılara koştum. Seni her zaman aynı duygularla bağrıma bastım, seninle iftihar ettim, seninle taçlandım, şereflendim.
Ben anneyim!
Ben, Tanrı’nın en büyük lütfuna layık görülmüşüm. Ben bereketim. Ben Tanrı gibi, insan yaratabiliyorum. Ben yeryüzünde iyi ve güzel, kötü ve çirkin her şeyin mesuliyetini taşıyorum. Medeniyet benim, mazi benim, gelecek günlerin ümidi benim.
Ben anneyim!
Ben insanlığın başı ve sonuyum. Ben hayata şekil veren sanatkârım. İstediğim renkleri kullanır, istediğim gibi yontarım. Beynine ilk nakşolacak sözler benim, kalbe ilk yerleşecek duygular benim duygularımdır. Ben cennet ve cehennemim. Ben istersem sevgi, kardeşlik ve dostlukla büyütürüm; istemezsem kinle, düşmanlıkla içini doldururum. Ben dünyaya nizam veren iradeyim.
Ben anneyim!
Ben sabır ve tahammülüm. Ben en yumuşak ve en sertim. Cesur olmayı nasıl benden öğrendinse, korkuyu da ben sana öğrettim. Seni ilk öpen ve ilk döven benim. Sevmek, âşık olmak, şefkat, kin, dostluk ve düşmanlık duygularının hepsi bende.
Ben anneyim!
Bir acı duyarken beni çağırırsın. Ben teselliyim. Ölsem bile gözüm arkamdadır. Ben endişelerin derin kuyusuyum. Kendi içime düşerim. Ben bütün alakaların mihrakıyım. Cömert olduğum kadar hasis, kıskanmaz göründüğüm derecede de kıskancım.
Evet, seni kıskanırım. Sen benim eserimsin, sen benim emeğimsin. Sen benim güzel günlerim, geçen ömrüm, bütün hatıralarımsın. Seni kıskanırım. Seni bu duygumla bunaltır, isyan ettirir, üzerim. Seni kendime hasretmek isterim. Bunun için kıskanırım seni.
Ben anneyim!
Ben saygının mihrabıyım. Önümde diz çökmeni isterim. Gönlünde yer etmeyi isterim. Hakkım ödensin isterim. Unutulmaktan korkarım. Baş üstünde ve başköşende yerim. Bu benim hakkım.
Ben anneyim!
Ve son nefesimde… Her zaman… Sütüm ve hakkım helal olsun yavrum derim.

Sadun TANJU
Vatan,12 Mayıs 1957

5 Mayıs 2013 Pazar

İMZA:KIZIN


İmza: Kızın adlı kitabı okuyorum. Sevgili arkadaşım Banu Noyan’ın içinde kendi yazısı da olan bu kitabı hediye etmesiyle başladı babalar ve kızlarına yolculuğum. Yaşları 8 ile 85 arasında değişen, değişik sosyokültürel yapılardan gelen bu kızların babalarına yazdıkları mektuplardan oluşuyor kitap. Aynı şekilde babalar ve oğulları, anneler ve kızları, anneler ve oğulları diye de olsa bu proje neler çıkar kimbilir diye geçmiyorda değil aklımdan.

Kitapta birer, ikişer sayfa yazılan mektuplarda öyle hikayeler var ki satır aralarına gizlenmiş; kimi gözlerinizi yaşartan, kimi içinizi kıskançlık hissiyle dolduran…  Herkesin kendi babasıyla olan hikayesine göre şekil alan… Bazılarında deşseniz roman çıkar hissine kapılıyorsunuz, bazılarında ise muhakkak bunu “baba” olmayı bilemeyenlere okutmalı diyorsunuz. Okuru bir duvardan bir duvara çarpıyor özetle.

Kitabı okurken ben ne yazardım babama diye düşündüm. Açıkçası yazacak pek bir şey bulamadım. Şartların getirdiği uzaklık nedeniyle pek paylaşım içinde olmayan bir hayatımız oldu babamla. Mektupların bazılarında olan eksiklik duygusu bende var mı, bilmiyorum. Bu belki de hem anne hem baba rolünü üstlenmiş annemin babalık rolünü daha iyi becermesinden olabilir. Bir arada yaşamak nasip olmayınca, ondan feyz almak, nasihatlerini dinlemek, sıcaklığına sığınmak, dertleşmek gibi imkanlarım olamadı. Bu duyguyu hiç bilmediğim için eksikliğini de hissetmedim sanırım. Fakat derinlerde gizli, saklı bir duygu var ki herhalde, kızımın babasının “iyi baba “ olmasını çok önemsiyorum. Arkadaşlarım arasından da “iyi babalar” ı çok takdir ediyorum. İlişkilerimde ise “ çocuğum senden önce gelir “ diyen bir erkeğe saygım daha da artıyor.

Bütün bu yoksunluğa rağmen babamın en sevdiğim özelliği, aldığım her kararı, attığım her adımı sorgusuz sualsiz kabullenmesi. Alman olması nedeni ile onsekiz yaşından sonra çocuklara karışmama prensibini edinmiş de olsa, bu davranışın arkasında bana olan güvenini seziyorum. Ne eşlerimden boşanmamı ne de işimden ayrılmamı yargıladı. Sadece tek endişesi aç kalıp kalmayacağımdı. Kendisi 2. Dünya savaşı yıllarında çok aç kaldığından bu endişesi normal. Her ne kadar Türkçesi çok zayıf olduğundan okuyamasa da kitabımı gördüğünde benimle çok gurur duyduğunu da biliyorum. Beni çok sevdiğini bildiğim gibi… Belki de sessiz bir ilişki bizimkisi…

Gene de bu uzaklığın, bu beraber yaşama imkanımızın olmayışından olsa gerek kitabın ilk yazısını yazan Prof. Dr. Bengi Semerci’nin “Baba, onun aklındaki, gönlündeki erkeği şekillendirir”  cümlesinde takılıp kaldım. Benim önümde bana örnek olacak bir baba olamayışından sanırım, iki eşim birbirinden çok farklı karakterlerdeydi. Belki de bir arayıştı beni bu farklılıklara iten. Ve gene sanırım baba şefkatinden yoksun büyüyüşüm bende bir erkekte şefkat, ilgi, koruma, kollanma, sahiplenme hissi aratan. Bir sürü belki…

Ama öyle ama böyle görüyorum ki anne ve babanın yarının büyükleri olacak çocuklarımızda etkisi büyük. İkisininde kendine düşen rollerin çocuğa yansıması, çocuk büyüdüğünde yaşayacağı hayatı , yaşamdaki duruşunu çok etkiliyor. Anneninde babanında görevleri farklı… Birisi eksik oldu mu çocuğun payına düşen eksiklik duygusu oluyor istemeden. Özellikle de varken yok olanların evlatlarına…