12 Kasım 2015 Perşembe

GÜMÜŞLÜK AKADEMİSİ'NE AÇIK MEKTUP

Cennetin İnsanları Merhaba,

Kendi kendime girdiğim yazı macerasının tıkandığım bir noktasında keşfettim Gümüşlük Akademisi’ni. Bildiğimden değil, tesadüf! Elimde yarım yamalak bir roman taslağı, aylardır kaldığım yerden bir adım ilerleyemiyorum. Afaganlar basmış, ne yapacağımı bilemezken çıktı karşıma Akademi. Daha doğrusu “ İlk Dosya” atölyesi. Aman, ne güzel, tam bana göre.

Gümüşlük Akademisi nerede bile bilmiyorum ama “akademi “ kelimesinin bana verdiği sağlamlık, güvenilirlik ve bilgi yuvası etkisi, atölyenin hocası Nalan Barbarosoğlu’nun felsefe eğitimi almış, birçok kitabı olan bir yazar olması, bende doğru yerde olduğum hissi uyandırıyor. İnternette atölye hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak için Gümüşlük Akademisi’ne girdiğimde, o da ne? Allahım, burası cennet! Yok, yok! Cümlelerinde kaybolduğum bir çok yazar burada ders veriyor. Harika! Hepsine gidebilsem. Keşke... Zamanla... Sırayla...

Akademi’nin nasıl gerçek bir cennet olduğunu görmem bu seneye nasip oldu. Geçen sene Akademi’nin İstanbul, Arnavutköy’deki yerinde başladığım atölyelerin devamı olarak, esas merkezi olan Bodrum, Gümüşlük’teki bir atölyeye katıldım. Daha yeri görmeden, Halikarnas Balıkçısı üzerine yapılacak bu atölye, içinde barındırdığı deniz, Bodrum, Halikarnas Balıkçısı, hümanizm, öykü, yazı gibi ögelerle bana cenneti vadediyordu. Çok heyecanlıydım. Ancak oraya gidip, beş gün hiç oradan çıkmak istememezcesine kalınca, hayalimin çok ötesinde bir cennet olduğunu, kendi cennet tanımımın bile burayı hayal edebilmekte eksik kaldığını gördüm. Merak edenlere hemen söyleyeyim; huri, muri yok. Huri kendinizsiniz…

Ancak isteyenin, arayanın bulabileceği şekilde, doğanın içine, ona uyacak biçimde yerleştirilmiş küçücük bir tabeladan başka yol göstericisi olmayan Gümüşlük Akademisi’nin toprak yollarından şoför söylene söylene ilerlerken, sıcakta, havaalanından yaklaşık 1,5 saatlik bir yolculuktan sonra bu ince detayın farkına varmıyorsunuz başta. En nihayet varmış olmanın keyfiyle kendinizi Akademi’nin merkezinde bulunan toplanma noktasına attığınızda, dört bir yandan gölgesini bir armağan gibi sunan meşe ağaçlarının çerçevelediği, üzerlerine tünemiş kurbağalarla nilüferleri, içinde yüzen kırmızı balıklarıyla bir gölet karşılıyor insanı. Suya yansıyan ağaçların nefes kesen görüntüsü, cır cır böceklerinin coşkulu hoşgeldin’i, devasa meşe ağaçlarının armağan gölgesi, oradan oraya koşuşturan tavukların neşeli gıdaklamaları, oraya ulaşmak için yaşanan stresli uçak ve araba yolculuğunun yorgunluğunu bir çırpıda alıveriyor. Kendinizi doğanın sarmalayan iyileştirici ellerine bırakıyor, aklınızda yüreğinizde olan ne kadar olumsuz düşünce varsa, hepsini bu doğal güzellikler içinde eritip bırakıyorsunuz.

Zannetmeyin ki, cennetin tamamı bu. Bu manzara karşısında serinlerken, yan masaya yazar Mahir Ünsal Eriş oturuveriyor. Evet evet, hani kitaplarını keyifle okuduğunuz yazar. Bu kişi dönemine göre Mario Levi de olabilir, Haydar Ergülen de, Ümit Ünal da, Yekta Kopan da. Kısacası edebiyat, sinema, tiyatro, resim, seramik, felsefe vb dalların ustalarıyla aynı mekânda dostane bir sohbet tutturabiliyorsunuz. Düşünsenize, doğanın içinde, ilgilendiğiniz alanın en iyi hocaları ve aynı amaca yönelik, heyecanlı öğrencilerle bir aradasınız. Tüm gün ilgi alanınız olan konuyla yaşıyor, onunla hemhal oluyor, diğer tüm şeylerden arındırdığınız beyninizi sadece o konuya odaklayabiliyorsunuz. Çok yaratıcı, ilham verici bir ortam. Şimdi burası cennet değil de ne?

Yol yorgunluğunu atmış, kendime gelince, öğreniyorum ki, gölete doğru yürürken gördüğüm, atölyelerin yapıldığı toplantı odası, kütüphane, alana serpiştirilmiş odalar, amfitiyatro ve yemekhanenin kapsadığı alandan çok daha büyük bir yer burası. Görünmez noktalarda organik tarım alanları, resim, seramik atölyeleri de var. Yok yok! Sanatla, doğayla ilgilenen herkesin gönlüne hitap eden bir şey muhakkak bulunabiliyor burada.

Doğanın tabii örtüsüne mümkün mertebe en az seviyede dokunulduğunu görünce, giriş yolunun neden asfaltlanmayıp toprak bırakıldığını anlıyorum. Doğanın en öz hali korunmak istenmiş burada. İnsanın da… Zaten sanat da insanın özüne inip onu ortaya çıkarmaya çalışmıyor mu? Akademi’de kurulu düzen ve işleyiş tam da buna hizmet ediyor. Öyle önünüze kurulu sofralar, servis yapan garsonlar falan yok. Herkes yemeğini, içkisini, suyunu kendi alıyor, tabağını kaldırıyor, küllüğünü kendi boşaltıyor. Odaların kapılarını ne uyurken ne de gündüz kimse kilitlemiyor. İnsana güven temel esas burada. İçgüdüsel olarak, ortamın insanın içinde dokunduğu en saf halini korumak istiyorsunuz. Bu kuralsız, doğal, içinizde unuttuğunuz temel insani değerleri ortaya çıkaran yerde iyi hissediyorsunuz. Ve insan…

Bu çerçevede Halikarnas Balıkçısı’nın öykülerinde buram buram kokan hümanizm tam yerini buluyor. Onun öykülerini okumak, analiz etmek, coşkuyla yazmak için daha iyi bir yerde olamazdım. Bu heyecan yazıma da yansıyor. Üç öykü çıkarıyorum bu cennet köşede!

Gençler diyorum, gençler! Gençlerin gelip kalmaları, buranın parçası olmaları gerek. Hayatı yeni yeni anlamaya başladıkları, hayatın içlerindeki saf duyguları parçalamaya başladığı sıralarda burada bir zaman geçirmeleri, yaşam döngüsünün içinde azalmaya, yitip gitmeye mahkûm insani değerlerin gerçekliğini, geçerliliğini onlara gösterecek ve yok edici tüm zorlamalara karşın bu değerlere sahip çıkmalarını sağlayacaktır. Buna yürekten inanıyorum.

Cennet ölümden sonra değil yaşamdadır inancıyla, bu cenneti bize sunan Gümüşlük Akademisi yaratıcılarından Latife Tekin'e, buranın yaşamasını mümkün kılan, bir nefer gibi çalışan yöneticisinden, bahçıvanına kadar herkese en içten teşekkürlerimi sunmak istiyorum. İyi ki varsınız, iyi ki yolum sizinle kesişti. Varlığınız insanlığa olan inancımı tazeliyor.

Kışın Arnavutköy'de yeniden görüşmek üzere. Önümüzdeki yaz içinse yerimi şimdiden ayırın lütfen. 

Sevgiyle kalın,


Yasemin Pforr

http://www.gumuslukakademisi.org/

4 Kasım 2015 Çarşamba

ÇIKMAZ SOKAK


Çok seversin sen çıkmaz sokakları. Eskiden tabela falan da koymazlardı. Bilmeden girer, sokağın sonuna geldiğinde geri geri sürmek zorunda kalırdın arabayı. Dar da olur bu sokaklar! Boynun dönebildiği kadar geriye dönük, direksiyon hâkimiyetin zayıf, yalpalaya yalpalaya, dura kalka dönerdin sokağın başına. Sokak uzunsa yandın! Ağrır da sonra o boyun. Hoş! Şimdi tabela koyuyorlar da ne oluyor? Görüyor musun ki! Bodoslama dalıyorsun sokağa, hiç sağa sola bakmadan. Bir keyif, aman sorma gitsin, kısa yolu buldum diye diye sürüyorsun arabanı, ta ki karşına bir duvar çıkıncaya kadar. Kalıyor musun orada öyle! Sana müstahak. Bir sinir, bir öfke! Kim koymuş bu duvarı buraya? İnsan bir tabela koyup uyarır, değil mi? Var kızım var tabela, hem de kocaman. Var da gören kim? Gördün de görmemezliğe geldin. Nedir bu inat? Bile bile lades. Hayatla da böylesin sen! Hep çıkmaz sokaklardasın. Önüne dikilmiş duvarları yıkıp geçme, kimsenin geçemediği yerlerden geçme inadın var senin.

Arabanın içinde, karşısındaki duvara boş boş bakıyordu. Burası neresiydi, nasıl gelmişti buraya bilmiyordu. Bir hışımla evden çıkmış, arabasına atlamış, deli deli sokaklarda sürmeye başlamıştı. Öfkeden hâlâ göğsü inip kalkıyordu. Sanki acelesi varmış gibi önüne çıkana hırsla korna çalmış, trafiğin sıkıştığı noktalarda, girebildiği ilk sokağa dalıp o düğümü atlatmaya çalışmıştı. O sokaklardan biri olmalıydı. Dar bir sokaktı. Yan yana dizilmiş, ahşap, eski tip cumbalı evlerden oluşuyordu. Kimi yenilenmiş, yeni boyalarıyla pırıl parlıyor, kimi eski hüzünlerini taşıyordu hâlâ üzerinde. Yüksek duvarla çevrilmiş bir ikisinin sadece çatısı ve bahçesinden yükselen meyve ağaçları yüz veriyordu sokağa. Yolu asfaltlanmamış olsa, yapıldığı zamanda asılı kalmış bir sokak gibiydi. Güzelim Arnavut kaldırımlarını yok ediyorlardı. Yol üstüne park edilmiş son model arabalar iyice daraltmıştı sokağı. Herkes illa kapısının önüne park ediyordu artık. Yol yolluktan çıkmış, güzelliği gitmiş kimsenin umuru değildi. Hiçbir şey kimsenin umurunda değildi.

Duvar yıkılmıyor ama sen yıkılıyorsun her seferinde. Farkında mısın? Bir de beceremedikçe tırıs tırıs geri. Çok sinir bozucu! Boyun fıtığı bile oldun bu yüzden. Hala anlamadın mı? Çıkmaz sokak yazıyorsa çıkmaz sokaktır. Çıkar sokak yapamazsın sen onu.

Yüzünden yol yol akan gözyaşlarını fark etti. Nefes alamıyordu. Balık gibi ağzını açtı, kapadı. Sanki o nefesi alabilse yüreğindeki ağırlık gidecek, üzerindeki yükü o nefesle dışarı atabilecekti. Deniz, deniz kenarına ulaşmalıydı. Denizin akıntısına derdini verip, tuzlu, yakıcı kokusunu içine çekip nefes almalıydı. Her zaman denizin sonsuz maviliğinde huzur bulur, sakinlerdi. Dönecek yer yoktu. Geri geri gitmeliydi. Arkaya dönüp arkasında uzanan dönemeçli, ince yolu görünce geri çıkamayacağı duygusuna kapıldı. Ne ileri gidebiliyordu ne geri! Saatlerdir – senelerdir - içinde tuttuğu gözyaşları boğazından yol bulup nar taneleri gibi ortaya saçıldı.

Bak! Gene çıkmaz bir sokağın sonunda duvarın karşısındasın. Gözün fellik fellik duvardan geçebileceğin bir delik arıyor. Bulsan, arabanı olduğu yerde bırakıp yolun geri kalanını yürümeye razısın. Öyle bir yarık bulup geçsen ne olacak? Aferin sana, süper kahramansın deyip alkışlayacaklar mı? Madalya üstüne madalya verip seni göklere mi çıkaracaklar? Hem kim onlar? Seni alkışlayacak olanlar? Sen zaten bu insanlara karşı durduğundan, onların değerlerine paye vermediğinden, kimsenin cesaret edemediği sularda yüzüp, bu çıkmaz sokaklara girmiyor musun? Alkışlasalar ne olur, alkışlamasalar ne olur? Sen kendini alkışlayabilecek misin?

Duvara bakıp ağladıkça duvar şekil değiştiriyor, dört senesini kendisinden çalan adama dönüşüyordu. Daha bu sabah, sakince, onun duygularını hiç umursamadan hayatında ona yer olmadığını telefonda – telefonda! – söyleyen adama. Bütün hayallerini üzerine kurduğu, en başından beri mantığının tüm uyarılarına karşı, yüreğini koyup her türlü zorluğa, iniş çıkış, geliş gidişlere rağmen asla bırakmadığı, iki sene evvel başka bir kadınla yoluna devam edeceğini söylemesine rağmen sevgisinden bir damla azaltamadığı adama. Birkaç ay evvel hata yaptığını söyleyip geri döndüğünde ne kadar mutlu olmuştu. İnsanlar hata yapardı değil mi? Hemen kollarını açmış, sorgusuz sualsiz kabul etmişti. Hata kimdeydi?

Duvar sana bakıyor, sen duvara. Tüm heybetiyle dikilmiş karşında, alay ediyor seninle. Öfkeleniyorsun! Bak, tekme bile attın duvara. Hani duvardan parçalar düşse, yaralamışsın gibi sevineceksin neredeyse. İnsan değil kızım o, duvar duvar! Taş üstüne taş konup arası harçla doldurulan duvarlardan. Sağlam yani, ne yapsan yıkılmaz, kırılmaz. Sen öyle misin ya? Tekme attın, ayağın acıdı. Öfkesi de cabası. Kendine zarar. Duvarın umurunda mı? Hiç tınmadı bile. Hem sen kimseye kıyamazsın ki! Yapamazsın. Kimseyi acıtamazsın. Ondan mıdır bu duvara vuruşun? Sana kıyıp senin kıyamadıklarına mıdır kırgınlığın?

Kanser teşhisi konmuş kadına. Onu aramış teşhisi öğrenince. Dönmesi lazımmış ona, bırakamazmış. Çok seviyormuş kadın onu. Morale ihtiyacı varmış. Vebali boynuna kalırmış. Vicdanmış. Telefonda bunları duyunca hiçbir şey diyememiş, ya ben? ya biz? soruları boğazın boğumları arasına sıkışıp kalmıştı. Karşı tarafın görmediği başını aşağı yukarı sallamış ve telefonu kapamıştı. Anlamak, anlayışla karşılamak onun işiydi. Hep öyle olmamış mıydı?

Ne yapacağını bilemez durumda etrafına bakınırken,  evinin önündeki merdivene oturmuş küçük bir kız gördü. Suratı asıktı kızın. Parmağını üzerindeki pembe, kolları çekiştirilmekten uzamış hırkanın yenine dolamış, birisini beklermiş gibi sürekli yolun başına doğru bakıyordu. Onun da vardı öyle pembe bir hırkası. Şeker pembesiydi aynı kızın üstündeki gibi. Kızın annesi olması için yaşlı, orta yaşın üzerinde bir kadın çıktı evin kapısından. Kızı içeri çağırdı. Kız omuzlarını silkip içeri girmek istemedi. Kadın da omuz silkip bıraktı onu, içeri girdi. Göz göze geldiler kızla. Kız el edip yanına çağırdı onu. Arabadan inip kızın yanına gitti. Kız elinden tutup onu eve soktu. 1970’lerin mobilyasıyla döşenmiş, eski kokan bir evdi. Yerdeki halıya çarptı gözü. Anneannesinin salonunun ortasında duran büyük halının aynısıydı. Sevmezdi o halıyı. Burada da battı gözüne. Kız onu salonun başköşesine oturttu. Muhtemelen anneanne olan kadın girdi salona. Kızı görünce “ hah, girdin mi içeri? Aferin, üşütecektin yoksa. Aylardır görmediğin anneni hasta karşılamak istemezsin değil mi?” dedi kıza. Davetsiz geldiği için oturduğu yerden mahcubiyetle kalkıp elini uzattı kadına. “Ben Pelin, torununuz davet etti beni “diyerek açıklamaya girişti. Kadın, sanki o orada yokmuşçasına, elini karşılamadan, açıklamasını duymadan çıktı salondan. Huzursuzlandı Pelin. Büfenin üzerinde dizi dizi dizilmiş fotoğraflara baktı. Kızın hiç fotoğrafı yoktu çerçevelerin herhangi birinde. Tanıdık bir duygu gezindi yüreğinde. Annesinin evindeki çerçevelerde de olmamıştı hiç fotoğrafı.

Kapı çaldı. Kız sevinçle koşarak kapıyı açmaya gitti. Anneanne de koşarak geldi içeriden. Kapıda genç bir erkeğin koluna girmiş genç bir kadın duruyordu. Kız adama bakıp kaldı. Annesi sarılıp öperken, geri sarılmadı, gözü adamda durdu öylece. Annesinin kollarından sıyrılınca koşup kaçtı içeri. Annesi gitmedi kızın peşinden, Pelin gitti. Onu, küçücük, karanlık, penceresiz odasında ağlarken buldu. “Neden ağlıyorsun? Sevinmedin mi annenin babanın geldiğine?” diye sordu yumuşakça. Kız, sımsıkı kapadığı dudaklarının arasından belli belirsiz bir “ o babam değil “ çıkardı sadece. Pelin sarılmak istedi, kız itti. İçeriden genç kadının “ biz evlenmeye karar verdik” sesi duyuluyordu. Pelin duydu, kız duymadı.

Parmağını sallayarak benim hayatım, ben de yaşayacağım diyordu duvar şimdi de karşısında duran ufacık kıza. Üvey ailesinin kalabalık sofralarının en dip köşesine iliştirilmiş, fotoğraf karelerinde yer almadan geçmişti hayatı. Annesinin düğününe çağırılmayınca, zararsız bir karıncanın üzerine görmeden basılıp geçerken “canım ne var, görmemişim işte “ denilebilecek kadar görünmez olmayı öğrenmişti. Sesi hiç çıkmamış, çıkamamıştı. Parmağın sahipleri değişse de hep o izin vermişti parmağın sallanmasına. Hep anlayan olup, birazcık sevgi, biraz anlayış için çığlık çığlığa anne rolünü giyinmemiş miydi çocukluğundan beri? Herkese annelik yapmasının bastırılmış çocukluğunun gözyaşları olduğunu kimse anlamamıştı. Ne düşündüğünü, ne hissettiğini umursayan var mıydı? O var mıydı? Gerçekten var olmuş muydu? Kızı, kızı bile, tatillerde Amerika’dan gelmeyeceğini,  oraları sırtında çantayla gezeceğini söylememiş miydi birkaç hafta evvel?  Her hayatını yaşamak isteyenin yolundan çekilmek, yok olmak, görünmemek üzerine kurulmamış mıydı hayatı? Yok olmak, görünmez olmak… Bu kelimelerle zihninde oynadı biraz. Ben kimim patladı beyninde. Öfkeyle arabadan çıkıp duvarı tekmelemeye, yumruklamaya başladı. Tekmeledikçe hırsını alamıyor, ayağının, elinin acısını hiç duymuyordu. Elleri kan içinde kaldı. Duvardan bir taş parçası düşse, onun da canının yandığını anlayacak, belki rahatlayacaktı biraz. Ama düşmedi. Sapasağlam, dimdik, tekmeleri, yumrukları umursamadan durdu öylece. Çaresizlik bir taş gibi oturdu yüreğine.

Bassan geri ne olur? Yenilir misin? Yenil, ne olacak? Ölmezsin ya! Yenildiğin bir duvar sonuçta. Bir duvara kafa tuttuğunu kime söylesen güler valla. Kimse cesaret edemiyor ondan mı? Duvarı yenersen hayatı da mı yeneceksin? Hahaha, komiksin. Bir duvara kafa tutmak cesaret değil, aptallık! Hayata kafa tutma işiyse bambaşka. Yanlış yoldasın. Ne zaman anlayacaksın? Her tarafın paramparça olup kan revan içinde kalınca mı? Yorulup tekmeleme, yumruklama gücün kalmayınca mı?

Yıllardır arka sırada durup, en ön sırada oturmanın hayalini kurmuştu. Nasıl becereceğini bilemediğinden tam da bu hayalinden vazgeçerken çıkmıştı adam karşısına. Başlarda bir bebek gibi onu sarıp sarmalamış, el ele tutuşup beraber bir gelecek hayalleri kurmuş ama sonra nedense birden elini bırakıvermişti. Annesinin eli gibi, adamın da eli elinden kayıp gidince hissettiği boşluk gittikçe büyümeye ve onu kaplamaya başladı. Yeni baştan başlamaya, kimseye kendini anlatmaya gücü yoktu. Sahi, anlatabilse ne anlatacaktı? Üzerine bindirilmiş sorumluluklardan, herkese sonsuz izin verdiği fütursuzca bir şey isteme hakkından sonra ne kalmıştı geriye? Kendisi için bir şey yapanların karşısında utançtan ezilecek kadar, çocuk olmayı bile bilememişti ki! Büyüyememişti çocuk. Yıllardır köşesinde cezalı oturuyordu, her sesi çıkar gibi olduğunda cezası uzatılmacasına. Çocuğun nefessiz hıçkırıklarını duydu. Bedenini, ruhunu kapladı. Sarıp sarmalamak istedi çocuğu. Çocuk izin vermedi. Kırgın, sırtını döndü ona. Neden ağlıyorsun diye sordu yavaşça. Çocuk, dudaklarını sımsıkı birleştirerek cevap vermedi ona. Ona uzattığı eli boş kaldı. Var oluşunun şu duvarın taşları arasında un ufak olduğunu hissetti. Duvarın harcında iki damla gözyaşı gördü.

Bak güzel kardeşim, buradan geri geri çıkıp az ilerideki sokağa girip, ilk sol sonra ikinci sağ yaparsan ulaşırsın gitmek istediğin yere. Biraz daha uzun gibi görünse de, sen burada olur ha duvarı delebilsen bile geçecek zamandan daha kısa. Sağlam bir sinir, yaralanmamış ayak da artısı. Akıllı ol, inadı bırak. Gücün de, canın da sana kalsın.

Yok yok, o yolları bir daha baştan geçemezdi. Her yeni yolda, her yeni umuda tırnaklarıyla asılmış, her seferinde kendinden bir parça bırakmıştı. Yanındaki bordo boyalı evin pencere pervazında coşkulu kırmızı sardunyalar çarptı gözüne. O çiçekler gibi coşmak istemişti oysa. Onlar gibi heyecanla hayata açmak, kırmızı kırmızı parlamak istemişti. Kırmızı yaktı içini. Kazağının bile kırmızısı solmuştu. Bu kadar acıyla, bu kadar paramparça olmuş bir yürekte renk mi kalırdı? Solup gitmişti her şey, solup gitmişti hayat. Çağlayan gözyaşlarının arasından duvarın kendisiyle dalga geçercesine güldüğünü gördü. Zayıflığını kimseye gösteremezdi. O da kahkaha attı duvara karşı. Acı bir kahkaha…

Görüyor musun pencereye çıkmış insanları? Kimse de aferin, helal diyen bir bakış var mı? Deli diyor bu bakışlar. Kimse bilmez senin içindekini. Dışarıdan nasıl görünüyorsa öyle konuşurlar. Ancak haklılık payları yok mu? Delirmiş gibi durmuyor musun? Bir duvarın karşısında dikilmiş, inadım inat, illa buradan geçeceğim diye tekmeleyip duran biri. Sen kendini görsen sen bile deli derdin. Zavallı da eklerdin peşine.
Hadi kızım, bin arabana ufak ufak geri bas.
Hadi güzel kardeşim.
Aklını yitirmeden,
Bas geri…


Arabasına geri binerken, pencereye çıkmış neler oluyor diye bakan insanları gördü. Onlara gülümsedi hatta el salladı. Sakin, arabasını çalıştırdı, geri vitese taktı, ağır ağır geri gitti. Durdu. İleri vitese takıp, kalan tüm gücüyle gaza basarken yüzündeki gülümsemeyi kimse görmedi. Gazetelerde adının kocaman, koyu harflerle yazıldığını görüyordu o anda.