30 Aralık 2014 Salı

ÇOCUK KADINLAR

Sakin sakin oturuyorum eskiden Zanzibar olan, şimdi ise Carluccio diye bir İtalyan lokantasına dönüşen mekânın dışında. Bir yandan sigara içiyorum, bir yandan gelen geçeni seyrediyorum. Pasaj içi olmasına rağmen geleni geçeni çoktur bu pasajın. Yılbaşı arifesi olduğu için ellerinde hediye paketleriyle güzel, şık hanımlar geçiyor önümden. Saat akşam yediye doğru yaklaştığı için hafif bir telaş var adımlarında. Kar soğuğu esiyor bir yandan.

Uzaktan iki hanım geliyor kırmızılar içinde. Gülüşüyorlar. Kırk –kırk beş yaşlarında olmalılar. Oturduğum yere doğru seğirtiyorlar. Sanırım burada akşam yemeği yiyecekler. Nedense içime bir sevinç giriyor. Onların neşesi bana bulaşıyor. Daha onlar içeri giremeden arkalarından başka kırmızılı bir hanım sesleniyor;” durun, ben de geldim. “ Birer ikişer dakika arayla ya pantolonları, ya atkıları, ya gömlekleri, ya ayakkabıları kırmızı, hepsi kırmızı rujlu hanımlar geliyorlar birer, ikişer. Kalkma niyetim olmasına rağmen bu neşeli grubun keyifli enerjisine kapılıp, bir kahve daha ısmarlayarak oturuyorum. Kalabalık arttıkça ortaya yayılan kahkahaları seyrediyorum.

Yaşları birbirine yakın olan bu hanımların okul arkadaşı olduklarını tahmin ediyorum. Sanırım bir yılbaşı yemeği düzenlemişler ve kırmızı giyileceğine karar verilmiş. Çoğu içeride olmasına rağmen dışarı taşan seslerinden yılların eskitemediği bir dostluk kokusu alıyorum. Tam hepsi bu kadar herhalde diye geçerken içimden biri kırmızı elbiseli, diğeri kafasına kırmızı tüllü, tüylü bir şey takmış iki kadın daha geliyor. Kadının kafasındaki şeye gülüyorum. Sınıfın delisi bu kadın olmalı. Komik ama neşeli! Aldırmıyor komik olmasına. Belli ki arkadaşlarını eğlendirmek adına takmış o komik şeyi. Arkadaşları da büyük bir tezahüratla karşılıyorlar zaten bu durumu.

Dışarıdan içeriye bakınca kırmızı üzeri beyaz puantiyeli, askılı yazlık elbiseli bir kadın görüyorum. Çocuk gibi. Neşesi, gülümsemesi de öyle. İçerideki coşkuyu görünce fark ediyorum ki çocuk kadınlar bunlar. Uzunca boylu bir hanımın altında on beş yaşındaki kız kardeşimin giydiği tül eteklerden var! Bir diğer hanımın saçları ise mavi! Başka bir hanımın ise önündeki bir tutam saç kıpkırmızı! Bedenleri büyümüş ama ruhları çocuk kalmış kadınlar. Ne hoş…  Kendi yirmi beş yaşlarındaki kız arkadaşlarımın ruhlarındaki yaşlılıkla karşılaştırınca yaşanmış onca seneye rağmen korumayı başardıkları bu çocuk ruhlarıyla tanımadan seviyorum onları. Belki de çocukluk yıllarının dostlarıyla bir araya geldiklerinde salıveriyorlar çocuk ruhlarını ortaya.

Sigara içmeye çıkanlar yan masamda çember oluşturuyorlar. Aralarındaki konuşmalardan (biraz yüksek sesle konuşuyorlar) kimisinin iş sahibi, kimisininse yüksek pozisyonlarda işleri olduğunu alıyorum. Puantiyeli çocuk kadının Asya Pasifik’in başında olduğunu duyuyorum. Yeni atanmış anladığım, herkes tebrik ediyor. İnanmakta zorlanıyorum. Ara ara ciddileşen yüz ifadelerinden belki iş hayatlarında, belki de özel hayatlarında ki sıkıntılardan bahsettiklerini anlıyorum. Sonra aniden patlatıverdileri bir kahkaha ile düzeliyor yüz ifadeleri. Sanki hayata karşı patlatılıyor o kahkahalar.

Büyülenmiş, bu grubun yansıttığı yaşam enerjisinden etkilenmiş, yerimden kalkamıyorum. Garsonlar “ kapalı bu gece burası, özel bir davet var “ diyerek beni kaldırmaya çalışıyorlar.     “ Tamam, son bir kahve “ diyerek ikna ediyorum onları. Bu çocuk kadınların neşesinden, aralarında çok belli olan sevgi bağından mümkün mertebe nasiplenmek istiyorum.

Ve düşünüyorum; istisnasız herkesin hayatında zorluklar, sıkıntılar olduğuna göre bu grubun geldikleri yaşa rağmen, yaşam isteklerini kaybetmek bir yana, yaşama daha da tırnaklarını geçirebilmelerini sorguluyorum. Ders çıkarmalıyım bu hanımlardan. Otuz yaşıma rağmen öyle bezgin, öyle yorgunum ki! Nasıl yapıyorlar? İşin sırrının, tüm hırpalanmaya rağmen, çocuk ruhlarını en kıymetli mücevherleri gibi saklamaları olduğunun farkına varıyorum. Çocukluk yıllarından, aynı sıralarda dirsek çürüttükleri arkadaşlarıyla ara ara bir araya gelerek, üzüntülerin, yoksunlukların, sıkıntıların arasına sıkışmış çocuk ruhlarına oyun oynamalarına izin vererek, onun her daim canlı kalmasını sağlıyorlar. Oyun oynamaktan yorulmayan çocuklar gibi, her dibe vurduklarında, o çocuk ısrarla kaldırıp oyuna davet ediyor yeniden.


Benim de lisede en yakın arkadaşım Bülent’ti. Sahi, o nerelerdedir şimdi?

18 Aralık 2014 Perşembe

TAŞ SARAY KALINTISI

Hava çok sıcaktı. Yaprak kımıldamıyordu. Tüm pencereler açık olmasına rağmen, minibüsün içine sinmiş ter kokusu gittikçe ağırlaşıyordu. Leyla, pencereden başını dışarı çıkartarak derin derin nefes aldı. Minibüsün çıkarttığı tozlar burnuna doldu. Hapşırdı. İnsanlar dönüp baktılar. Çaresiz, gene koltuğuna gömüldü. Önünde oturan şişman kadının yüzünden akan tere odakladı bakışlarını. Ter kadının saçlarının dibinden çıkıyor, nereye gideceğini bilmezcesine, yanakta karşılaştığı her engel karşısında yön değiştirerek aşağı doğru akıyordu. İnsan gibi; umut dolu bir geleceğe doğuluyor, hayatın önüne dizdiği engeller karşısında, umudunu yitire yitire, engeller etrafından dolaşarak belirsiz bir geleceğe doğru yol alınmıyor muydu? Kadın elindeki mendille terini sildi. Bir dakika geçmeden yeni ter damlaları aynı yolculuğa yeniden çıktılar. İnatçıydı ter. İnsan bu kadar inatçı olamıyordu hayat karşısında. Bir yerden sonra, umudunu tamamen yitirip, yok olup gidiyordu. “Bir ter damlası kadar bile olamıyoruz” diye geçti aklından. Kadın, ara ara elindeki mendille yüzünü silerek, yanında oturan kocasına gülerek bir şeyler anlatıyordu. Adam, yüzünde bıkkın bir ifadeyle sadece başını sallayarak dinliyordu.

Eskiydi şehir. Yıllar evvelinin konakları, hanlarıyla sanki tarihten canlı bir abide gibi karşılarında duruyordu. Sokaklar pisti, evler metruk. Bireysel yatırımlarla bazı konaklar elden geçirilmiş, otele çevrilmişti. Tüm o tozlu, yeknesak sarılığın içinde bu yenilenmiş oteller, porselen dişlerin yapaylığı gibi sırıtıyordu. Şehri ikiye bölen nehrin ağır kokusu yoğun bir sis gibi şehri kaplıyor, nehrin şehre kattığı güzelliği örtüyordu.  Hüzünlü bir atmosferi vardı şehrin.

“Ne işim var benim burada?” diye düşündü. Ani bir kararla, işinden izin almış ve bulduğu ilk tura yazılmıştı. Nereye olduğu önemli değildi. Sadece gitmek, onu ayakları altında ezen İstanbul’dan uzaklaşmak, bir yerlerde yitirdiği nefesine yeniden kavuşmaktı istediği. Kafasının içinde sürekli konuşarak onu boğan sesleri duymamak arzusuyla hiç tanımadığı bu insanlarla yola düşmüştü. Havaalanında buluştuklarında sadece “merhaba” demiş, bir daha da kimseyle konuşmamıştı. Bir robot gibi, turda yazılı programlara katılıyor, o camiden bu müzeye gittiklerinde, bu ziyaretlerde bir anlam bulmaya çalışıyor ama bu ölü alanlar ona bir şey fısıldamıyordu. Tura katılan diğerleriyse, ödedikleri paranın son kuruşuna kadar çıkarmanın derdinde, doymaz bir iştahla, ellerinde haritalar, kitapçıklar oradan oraya koşturuyor, akşam yemeklerinde toplanılan masada, bitmemiş enerjileriyle havaya yüksek kahkahalar fırlatıyorlardı. Leyla, üzerine sinen bu yılışık, sahte kahkahalardan tiksiniyor, yemeğini bitirir bitirmez otele dönüp odasına kapanıyordu.

Bugün de, şehrin biraz dışında bulunan, bilmem ne sarayına gidilecekti. Sarayın adını öğrenmeye bile tenezzül etmemişti. Sadece gidilsindi. Sürekli hareket halinde olmak, onunla düşünceleri arasına mesafe koyuyordu. Bu iyiydi. Kendine odaklanmayı bırakmış, turdaki diğer insanları incelemeye başlamıştı. Önünde oturan şişman kadın, grubun en yüksek kahkahasını atandı mesela. Hani yarışma yapılsa açık ara en önde bitirirdi yarışmayı. Daha bir şey söylemeden kahkahayla başlıyordu sözüne. Sonra da ne dediği anlaşılmıyordu zaten. Karısına göre daha zayıf, kır saçları seyrelmiş, eskilerin kalın, siyah çerçeveli gözlüğüyle bir muhasebeciyi andıran kocası ise, kadının her ortalığı çınlatan kahkaha atışında yerin dibine girercesine küçülüyordu olduğu yerde. Tura katıldığı andan itibaren yüzüne oturmuş, hiç değişmeyen sıkkın ifade, karısının zoruyla bu tura katılmış izlenimini veriyordu. Adamın karısına bir şey söylediğini hiç görmemişti Leyla. Sürekli kadın bir şeyler anlatıp duruyordu kocasına. Çekilecek nane değildi. “Ne evlilik ama!” diye düşündü. Grubun diğer üyelerinden biri de anne-kızdı. Orta yaşlardaki kadın, belli ki annesini eğlendirmek amacıyla bu geziye çıkarmıştı ama her ikisi de pek mutlu görünmüyorlardı bu birliktelikten. Yaşı ilerlemiş anne, gezinin yorucu temposuna uyamıyor, her gittikleri yerde bir kenara oturup gezinin bitmesini bekliyordu yalnız başına. Kızı ise her şeyi görmeye pek hevesli, hiçbir şeyden geri kalmıyor, tur rehberinin dibinde gezinip sürekli ona bir şeyler soruyordu. Tur rehberi yirmi sekiz - otuz yaşlarında yakışıklı sayılabilecek bir gençti. Kadın kırklarında olmasına rağmen, bu tur rehberine göz koymuştu anlaşılan. Sıcaktan fenalık geçirmek üzere olan anneye üzülerek baktı Leyla. Kızı tur rehberiyle oynaşıyordu gene.

Birden durdular. “İşte geldik” dedi şoför neşeyle. Leyla etrafına bakındığında bozkır bir tepeden başka bir şey göremedi. “Tepeye tırmanacağız” dedi rehber. Tırmandılar. Tırmandıkça oraya buraya dağılmış taş parçaları karşıladı onları. Saraya benzer bir şey yoktu ortada. Sütun başlarının, taşların yoğunlaştığı bir düzlüğe geldiklerinde “işte burası” diyerek anlatmaya başladı rehber. Bilmem ne kralı çok sevdiği karısı için yaptırmış bu sarayı, taa milattan evvel. “Nereden biliyorsunuz kralın karısını çok sevdiğini?” diye çıkıştı rehbere, nereden çıktığı belli olmayan bir öfkeyle. Rehber kekeledi;  “yani efsane öyle” dedi. Kahkahası boşlukta çınladı. Diğerleri şaşkınlıkta baktılar Leyla’ya. “Ne bakıyorsunuz, yalan mı? Kim kimi bu kadar sevmiş? Efsane bunlar. Bakın rehber bile söyledi. Efsane!” dedi öfkeyle. Gruptaki kadınlar bir şey söyleyecek oldular, kocaları çekiştirdi kollarından.

İçinden fışkıran öfkeye hâkim olmaya çalıştı Leyla. Bayılıyordu insanlar masallara. Bu masalların içinde kendilerini de hayallere kaptırıyorlar, olmadığı zaman da, bu taşlar gibi oraya buraya saçılmış kırgınlıklarını nasıl toplayacaklarını bilemiyorlardı. Hayat bir masal değildi; hayat, şu yüzyıllara direnmiş taşlar kadar sertti, acımasızdı. Belki de şu dağılmış taşlar, kırıla kırıla taşlaşmış yüreklerdi. Kim bilebilirdi ki?  Ne anlatılanlara, ne yazılanlara inanıyordu artık. Hakan da onun için şiirler yazmamış mıydı, hem de bir kitap dolusu? Yazmıştı da ne olmuştu? O kadınla Hakan’ı kendi yataklarında (onu en çok da bu kırmıştı) yakaladığında, yazılmış mısralar dağılıp saçılmıştı yatağın her bir köşesine. Tek başlarına kalınca tüm anlamlarını yitirmişler, ilişkileri gibi özensizce karalanmış kelimeler çöplüğüne dönüşmüşlerdi. Bu masal değildi; bu gerçekti!

Öfkeyle minibüse yürüdü. Kızgındı, kırgındı. Uzaktan insanların, yüzlerindeki sahte gülümsemelerle fotoğraf çekmelerini seyretti. Gelecekte bu fotoğraflara aynı hafifmeşreplikle bakabilecekler miydi? Kendisi geçmiş beş yıla ait hiçbir fotoğrafa bakamıyordu. Oysa ne çok severlerdi fotoğraf çekmeyi. İçlerindeki çocuğu sere serpe ortaya dökerler, komik suratlarla kahkaha içinde birbirlerinin resimlerini çekerlerdi. Binlerce fotoğrafları birikmişti; hepsi gülen yüzlerle, mutluluk saçan gözlerle çekilmiş. Bugün ise yüreğine yerleştirilmiş, her an patlamaya hazır mayın gibiydiler. İçindeki çocuk ölmüştü. Hissettiği boşluk, içindeki çocuğun ölümünden mi yoksa Hakan’ın gidişinden miydi? Bilemedi.

Diğerleri de minibüse binince yeniden yola düştüler. Programda yakınlardaki bir şelaleye gidileceği ve orada öğle yemeği yeneceği yazıyordu. Oraya varıncaya kadar Leyla gözlerini pencereden dışarıya çevirdi, kimsenin yüzüne bakmamaya çalıştı. Vardıklarında yemyeşil defne ağaçlarının altından şırıl şırıl akan suyun ferahlığı Leyla’nın öfkesini biraz dindirdi. Rehber, biraz korkarak “Efsaneye göre Zeus'un oğlu ışık tanrısı Apollon, ırmak kenarında gördüğü genç ve güzel bir kız olan Daphne'ye âşık olur ve onunla konuşmak ister. Daphne'yi kovalar. Daphne kurtulamayacağını anlar. "Ey toprak ana beni ört, beni sakla, beni koru" diye yalvarınca Tanrı onu ağaca dönüştürür. Daphne'nin gözyaşlarından şelalelerin oluştuğuna inanılır.” diye anlatırken, göz ucuyla da Leyla’ya bakıyordu. Leyla hemen ayakkabılarını çıkardı ve ayaklarını suya soktu. Suyun soğukluğu önce acıttı. Nefesini kesen keskin acıya rağmen sudan çıkmadı. Yüreğindeki acıya benziyordu; kesen, delen, yok eden bir acı. İçindeki ölü çocuğu son bir gayretle yeniden canlandırmak umuduyla suyla oynaştı. Defne ağaçlarının havaya bıraktıkları mis gibi kokuyu içine çekti. Defne kalp ağrısına da iyi gelir miydi? Birkaç dakika sonra ayaklarını hissetmediğini fark etti. Yüreğinin de hissizleşmesi için dua etti. Kollarını açarak “ben Daphne’yim “ diye fısıldadı. Gözyaşları şelaleye karıştı. 


15 Aralık 2014 Pazartesi

BURGAZ'DA BİR DEM NEFES

Sabahın erken saatlerinde düştük yola. Erken dediğime bakmayın, bir Pazar gününe göre erken sadece.” Cumartesi gecesi geç yattım, Pazar uyuyacağım tek gün ya” falan mazeretleri yok; herkes itirazsız saatinde vapur iskelesindeydi. Tek firemiz bu geziyi organize eden arkadaşımızdı; ateşlenmiş, yatağından çıkamadı maalesef. Aklımız ve gönlümüz onda, içimiz biraz eksik, bindik vapura.

Ada yolculuğu adadan başlamaz efendim. Ada yolculuğu vapurdan başlar. Güneşin, günün güzel olacağını belirtecek kadar, bulutlar arasından göz kırptığı saatlerde, vapurun dışında denize ve maviye karşı çay içmenin, martılara selam vermenin keyfi başkadır. Biz de böylesi bir keyifle başladık güne. Arkasında beyaz köpükler bırakarak şehirden uzaklaştıkça vapur, biz de köpüklere bıraktık günlük dertlerimizi. Edebiyatın büyülü dünyasının yolcuları olarak, daha vapurda başladık, martıların eşliğinde, edebiyattan, Sait Faik’ten bahsetmeye çayımızın yanında.


 Burgaz’a geldiğimizde Kabataş’tan gelen arkadaşlarımızla da buluşup ilk hedefimiz olan Sait Faik Müzesi’ne yürümeye başladık. Hepimizin çantasında Sait Faik’in Son Kuşlar kitabı; kimimizin yüreğinde Mercan Usta, kimimizin yüreğinde Barba Antimos, kimimizde ise Kırlangıç Yuvasındaki Kadın. Öyle bir kaptırmışız ki bu denizin mavisi boyunda martılarla yürümeye, müzeyi falan geçip yarım ada boyu yürümüşüz. Ne gam! Güneşin iyice yükselip, bizi kollarıyla sarmaladığı bir saatte yosun kokusunu içimize çeke çeke, tatlı sohbet eşliğinde yürüyüş keyfi yapmışız. Daha ne! Müzeye döndürdük yüzlerimizi bir süre sonra. Sokak aralarına girince o da ne, kedi cenneti burası mübarek. Grup içinde, benim gibi, kedi hastaları olduğundan biraz zaman aldı tabii müzeye ulaşmak. Vardık sonunda. Tepede, geniş bir manzaraya hakim, Darüşşafaka Cemiyeti tarafından renove edilerek 2013 yılında tekrar ziyarete açılan, Sait Faik ve ailesinin yaşadığı dışı bembeyaz boyalı, pırıl pırıl bir köşk burası. Öyle bir manzaraya sahip ki insan “burada yazılmaz da ne yapılır?” diyor. Üç katlı köşkü, ruhumuzda esen değişik rüzgârlarla, sessizce gezdik. Benim ruhumda esen rüzgârlar başka bir yazının konusu olacaktır. Birbey’imiz mektup bile yazmış Usta’ya. Onu bıraktı. Biz de yazacağımız mektupları getirmek üzere bir daha geleceğimize söz vererek ayrıldık Usta’nın yanından.

Ada olur da balıksız-rakısız olur mu? Olmaz. Öğleni de etmişiz. Güneş, bu kış gününde Tanrı’nın bize bir armağanı olarak, ışıl ışıl tepemizde; deniz kıyısında tüm balık lokantaları rengârenk sandalye masalarını dışarı atmışlar, müşteri bekliyorlar, balıkçılar daha yeni tuttukları, henüz canlı balıkları leğen leğen taşıyorlar; karnımız acıktı tabii. En mavi sandalyeleri olan lokantayı seçip oturduk. Kediler, köpekler bile onlardan bize de düşer diyerek etrafımızda, kucağımızda kendilerine yer buldular. Bir fazla porsiyon balığı onlar için söyledik. İstanbul, günlük telaşlar, iş sıkıntıları, geçim dertleri, aşk acıları hepsi denizin öte tarafında kaldı. Herkes memnun halinden; söyledik, söyleştik. Rakılar, biralar, kediler, köpekler, neşemiz, umudumuz, yazılarımız, planlarımız; coşkulu bir masaydık.

Karnımız tok, kafalar hafif çakırkeyif ne yapalım? Bu sefer adanın içlerine doğru yürüdük biraz. İki katlı, muhteşem bahçeli evlerin, yan yana, sokağın iki tarafını taçlandırdığı sokaklarda yürüdük. Yeşilin, mavinin her tonunun cömertçe sergilendiği bahçelerin yanından geçtik. Koruma altına alınmış 600 yıllık bir ağacın görkeminden büyülendik, gövdesi içinde kendine yaşam alanı bulmuş mantarın mucizesini hayretle keşfettik. Bize her daim eşlik eden, her biri birbirinden güzel kedilere kıyamadık, onlara mama alıp besledik. Başka bir dünyadan gelmişcesine elimizde fotoğraf makinesi, turist Ömerler gibi sokakları arşınladık. Belki gerçekten de başka bir dünyadan gelmiştik. Belki de dünya bizi başka bir yere sürüklemişti. Kim bilir? Yorulunca gene deniz kenarında, batan güneşin sarılığında kahvemizi içtik. Gün bitmeye, sıcak soğuya dönmeye ve düş gerçeklere dönmeye başladı. Dönüş saatimiz geldi. Hocamız son dakikaya kadar orada kalmanın yollarını aradı ama bırakmadık.

Dönüş yolunda hava soğumuştu ama dostluğumuz içimizi ısıtmaya devam etti. Yeni planlar, programlar yapıldı, ertesi günün iş günü olduğu hatırlanmamaya çalışıldı. Temiz havadan yorgun ama keyifli dağıldık.

 Gece uykuya dalarken aklımda Sait Faik ve yüreğimde hüzün vardı…

11 Aralık 2014 Perşembe

HEPİMİZ BİR'İZ

Dün Yahudi cemaatinin gazetesi Şalom’da Mois Gabay’ın “Türk Yahudileri Gidiyor mu? “ başlıklı yazısını okudum. Üzüldüm. Her ne kadar buralardan gitme düşüncesi artık sadece Yahudilere özgü bir düşünce olmasa da, yazının içinde geçen antisemit düşüncelerden dolayı çektikleri sıkıntıları okuyunca üzüldüm, ülkem adına utandım.

Ben İzmirliyim. İzmirli olunca insan, hayata gözlerini açtığı andan itibaren multikültürel bir dünyaya adım atıyor. Ya komşusu, ya dostu, ya esnafı ama muhakkak biri hatta birileri gayrimüslim cemaatten oluyor. Örneğin rahmetli anneannemin en iyi arkadaşı Madam Sara’ydı. Sarika diye bilirdik biz. Anneannemle geçirdiğim otuz üç sene boyunca Sarika hayatımda oldu. Anneannem Sarika’dan önce vefat etti. Beraber ağladık anneannemin vefatına. Dünya tatlısı bir kadındı. Allah rahmet eylesin ikisini de. Cennette yeniden buluştular. Geçenlerde annemin doğum gününe kızı geldi. Bir ara onun annesini, benim anneannemi yâd ettik bir köşede. İkimizde hüzünlendik, gözlerimiz yaşardı. Orada Yahudi Müslüman farkımız yoktu. İkimiz de insandık, ikimiz de hüzünde buluşmuştuk.

Okuldaki ilk arkadaşlarım arasında Yahudiler, Ermeniler, Levantenler vardı. Belki de Aleviler ve Kürtler de. Bu kısmı bilemiyorum çünkü bilmezdik. İlgilenmezdik de. Çocuktuk; aynı bahçede koşturup, tek topla beraber oynardık. Aynı okula gider, aynı dersleri okur, kötü sınavlara aynı şekilde üzülürdük. Farklı bayramlarda muhakkak ama muhakkak birbirimizi kutlar, iyi bayramlar dilerdik. İstanbul’a geldiğimde de değişmedi bu. Lisede, üniversitede ve sonrasında hayatımda hep gayrimüslim insanlar oldu. Hala da var. Müslüman ve gayrimüslim arkadaşlarım arasında aşklar yaşandı. Nasıl olur diye aklımıza bile gelmezdi. Bunlardan bir kısmı beraber yollarına devam ettiler, kimisi de ayrıldı. Aileler istemediği için ayrılmak zorunda kalan bir çifte çok ama çok üzüldük. O zaman gençlerdi, ailelere boyun eğilmişti. Gene de her şeye rağmen çok iyi dost kaldılar. Hep insan olma noktasında buluştuk. Hepsini sevdim, hiç biriyle insani değerler dışında bir konuda anlaşmazlığım olmadı.

Hatta, geçmiş yıllarda, oruç tuttuğum zamanlarda, yakın bir Yahudi dostum beni her sene iftara çağırırdı. Annesi, babasıyla birlikte beraber oruç açardık. O sofrada hissettiğim ruhani birliktelik duygusunu başka hiçbir iftar sofrasında hissetmedim. Üzerinden yıllar geçmesine rağmen hala hatırlarım. Hamursuzlarını da beraber paylaşırdık. Gayrimüslim düğünlere de gittim, gayrimüslim cenazelere de. Kendi dini ritüelleri içinde sevinci de üzüntüyü de paylaştım. Şekil şemail farklı olsa da insanoğlunun ortak duyguları olan sevinci de hüznü de onlarla birlikte yaşadım.


Bu karma yapının bizi zenginleştirdiğine, hayatımızı renklendirdiğine inandım hep. İnsanı insan yapan değerlerin, duyguların aynı olduğunu düşünürsek hangi dine mensup olduğu, hangi ritüellerle ananelerini devam ettirdiğinin ne önemi var? Sevinç, heyecan, coşku, keder, hüzün, üzüntü gibi duyguları hepimiz paylaşmıyor muyuz? Savaşlar olur, olaylar olur, tarih değişir ama duygular hep kalır. İnsanoğlunun varlığından beri var olan bu duygu bütünlüğüdür, farklı kültürlere rağmen, bizi bir yapan. Bunu bir görsek, anlasak belki de dünya farklı bir yer olurdu… 

7 Aralık 2014 Pazar

DELİRMEYE AZ KALDI

“Savaş tanrısı Apollon … “ diye başlıyor şoförden bozma rehber. Ay, delireceğim! Hatay’ın meşhur Harbiye Şelaleler’indeyiz. Bir grup arkadaşla, uzun zamandır görmek istediğimiz Hatay’a üç günlüğüne geldik. Yola çıkmadan evvel, gezilecek görülecek yerleri yalayıp yuttuk hepimiz. Ben, mitolojiye meraklı olduğum için Apollon ve Daphne efsanesini sular seller gibi biliyorum. Gene de gelmeden evvel okudum bir daha. “O savaş tanrısı değil, güneş ve müzik tanrısı bir kere “ diyorum adama, içimden tövbeler çekerek.

-       Abla, ne fark eder? O da tanrı bu da tanrı. Bir tanrı işte!
-       Abla?
Öldüreceğim adamı! İzin verin öldüreyim.
-       Ne demek ne fark eder? Çok fark eder. Bu konuda yazılmış bir sürü kitap, internette bir sürü bilgi var, oku öğren madem bu işi yapıyorsun.

Nereden buldu bu adamı Ayşe? Tamam, ucuz olsun diye hem şoförlüğümüzü yapacak hem de rehberlik yapacak birini aramış olabilir ama bu adam da insanı delirtir! Bunlar yabancı turist de gezdiriyordur; rezil oluyoruz el âleme. Hem onlar bizden iyi bilirler her bir şeyimizi. Bir yere gitmeden evvel ne varsa okurlar, notlar çıkarırlar, planlı programlı, bilerek gezerler. Bir yere gitmeden önce bilgi edinme işini onlardan görüp öğrenmiştim ben. Eskiden elimi kolumu sallayıp giderdim gideceğim yere. Yarım yamalak gezip görürdüm işte. Türk’ün aklı gibi islim arkadan gelirdi bazen. İlgimi çeken bir şeyi dönüşte araştırırdım. Araştırırken kaçırdığım şeyleri keşfettikçe hayıflanırdım. Bir gezimde önümdeki yabancı tur kafilesinde, baktım insanların elinde notlar. Notlardan okuyup okuyup rehbere sorular soruyorlar. Rehberi bayağı terletmişlerdi. Ben de o geziden beri sonradan değil, önden hazırlık yapmaya başlamıştım.

-       Abla, efsane değil mi? Uydurup uydurup söylüyorlar nasıl olsa. Maksat süs olsun, renk olsun.
Ay hala abla diyor ya! Zıplayacağım şimdi adama. Uyduruyorlarmış! Kim buna rehberlik yaptırıyor Allah aşkına? Bıraksın bu işi. Şoförlük yapsın sadece. Onu bile yapamıyor ya! Ne kadar çukur varsa girdik gelirken.
-       Kardeşim senin rehberlik belgen var mı? Göster bakayım onu bana.
-       Ne belgesi Abla? Burada kimsenin belgesi yoktur. Kulaktan kulağa anlatılır bilgiler. Hem senelerdir yapıyorum bu işi ben. Buranın her bir tarihi yerini, müzelerini bilirim. Buranın efsanesini de rahmetli babaannem anlatmıştı bana. Biz kökten buralıyız Abla.

Biraz daha konuşursa elimde kalacak. Arkadaşlarım “ boş ver, takılma. Biz doğrusunu biliyoruz nasıl olsa. Bizi getirsin, götürsün yeter “ diyerek, beni sakinleştirmeye çalışıyorlar. Vay! Memleketimin haline. Kimlerin eline kalmışız? Hoş adam da haklı. Bu kadar turistik bir bölgede daha okullarda anlatılması lazım bilgilerin doğrusu. Ama nerdee? Dün Hatay Arkeoloji Müzesi’ne götürdüğünde adam mozaiğin üzerine bastıydı. Yanlışlıkla herhalde diye geçiştirmiştim ama şimdi anlıyorum ki yanlışlık falan yok. Adam bilmiyor o mozaiklerin değerini. Ona göre sadece ekmek kapısı bu değerler. Öyle bile olsa, koru değil mi? Koru ki ekmek paran gitmesin elinden. Yok, kardeşim, yok!

-       Tamam, tamam. Sen devam et kardeşim.

Susuşumu yenilgiyi kabul edişim olarak kabul etmiş olmalı ki, Savaş Tanrısı Apollon diye yeniden anlatmaya başladı. Apollon, köylü kızı Defne’ye aşık olmuş. Defne Apollon’a yüz vermemiş. Apollon Defne’nin peşini bırakmamış. Defne’de Apollon’dan kurtulmak için Tanrı’ya dua etmiş “ beni kurtar “ diye. Tanrı’da onu ağaca çevirmiş. Defne ağacının adı buradan geliyormuş diyerek efsaneyi bitirip defnenin faydalarına geçiyor rehber bozuntusu. Defne yağı ve sabununu şuradan alabilirmişiz falan. Sanki Türk filmi anlatıyor mübarek!

-       Hani Eros? Hani Peneus?
-       Onlar ne Abla?

Yok valla, elimde kalacak bu adam! Onlar ne diyor, onlar kim bile değil! Hayatında duymamış. Dev bir yılanı öldürmüş olan Apollon, Eros’la karşılaştığında onun okçuluğu ile dalga geçer. Apollon’a kızan Eros, intikam almak için iki ok hazırlar.(Küçük bir tanrı olan Eros, yakışıklı Apollon’u kıskandığından da yapmış olabilir. Bu benim yorumum tabii) Birinin ucunu altınla, diğerini ise kurşunla kaplar. Altın olanı insanı aşık edecektir, kurşun olanı ise insanı aşktan soğutacaktır. Altınlı oku Apollon’a saplar, kurşunlu olanı ise Daphne’ye. Daphne bundan sonra ne Apollon’a ne de başka kimseye yüz verecektir. Hayatı boyunca bakire kalmak isteyen Daphne, Apollon’un peşini bırakmaması üzerine babası nehir tanrısı Peneus’tan yardım ister. Her baba gibi kızından torunlar bekleyen baba, kızının ısrarı sonucunda kabul eder ve onu ağaca çevirir. Üzüntüsünden deliye dönen Apollon, onun yaprakları yeşil olduğu sürece kendisinin kalması için yapraklarına sonsuzluk aşılayarak solmayan bir yeşile dönüştürür. Yunan mitolojisinde şehvetle iffetin karşı karşıya getirildiği, iffetin şehvete karşı üstün tutulduğunu anlatan bu efsane, bu haddini bilmez şoförün elinde komik bir melodrama dönüştü. Delirmeyeyim de ne yapayım!

-       Hay, patla e mi? Eros’un kurşun kaplı oku seni bulsun inşallah!


24 Kasım 2014 Pazartesi

BİR HAYALLE BAŞLAR HER ŞEY

Seneler içinde yavaş yavaş gelen, Gezi’yle birlikte inanılmaz bir ivme kazanan gariplikler ülkesinde yaşıyoruz. Gazlar, TOMA’lar, ayakkabı kutuları, telekinezi, trafoya kaçan kediler, Soma, Kobani, Validebağ, Ermenek, Yırca falan derken Küba’da camiden tutun da Amerika’nın keşfine kadar geldi bu akıl dışı olayların seyri. CHP milletvekili Sedef Küçük’ün bir meclis konuşmasında dediği gibi “ neresinden tutsak elimizde kalan “ bir ülke haline dönüştü. Duracağı, normalleşeceği falan da yok. Kim bilir daha neler duyacak kulaklarımız? Uğruna bu kadar ölümün olduğu, insanların gece gündüz demeden başında durarak engellemeye çalıştığı Topçu Kışlası/ AVM yeniden yapılmaya çalışılıyor mesela. İnanılır gibi değil. El mi yaman bey mi yaman kokusu seziyorum ben burada. Bir film senaryosu içindeyiz desem korku mu, gerilim mi, komedi mi, kara mizah mı, fantastik mi bilemeyeceğim bir tür film bu. Tiyatro dilinde konuşursak da trajedi ile vodvil arasında gidip gelen, henüz yeryüzünde adı konmamış bir tür oyun bu. Şaka gibi.

Dün, sınıf arkadaşım Petek’in organizasyonu ile Oy ve Ötesi’nin genç yöneticileri ile tanıştık. Gezi olaylarından sonra yaşanan şaibeli seçimin ardından, vatandaşın görevinin sadece oy vermek değil aynı zamanda oyuna sahip çıkmak da olduğunu düşünerek okul arkadaşları ve ailesinden oluşan sekiz kişi ile yola çıkılıp, bu gün elli binlere ulaşan üye ve gönüllü sayısına ulaşmış bir dernek bu. Biri 83 diğeri 87 doğumlu bu iki genç, işlerini üçlerini bırakarak tam zamanlı bu konuya odaklanmışlar. Aralık 2013’de faaliyete geçen bu oluşum Nisan 2014’de dernek statüsüne kavuşmuş. Mart seçimlerinde sadece İstanbul sandıklarında görevli yerleştirebilirken, Ağustos’taki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 6 ili kapsama alanlarına alabilmişler. 2015 seçimleri için kapsama alanlarını daha da büyütmeyi hedefliyorlar. Görünen o ki isimlerinin “oy “ kısmını güzel oturtmuşlar. Bundan sonra  “Ötesi” kısmında faaliyet göstermeyi planlıyorlar.

Kendilerini partiler üstü, tarafsız ve bağımsız tanımlıyorlar. Her siyasi partiye eşit mesafede duruyorlar. Siyaset bizim işimiz değil, biz sadece bir STK’yız diyorlar. Dernekleşinceye kadar kendi birikimlerini kullanarak yol alan bu kuruluş, dernek olduktan sonra dernek üyelerinden topladıkları yıllık 120 TL ve bağışlarla kendilerini finanse ediyorlar. Yapmak istediklerini göz önüne alırsak, daha çok finansal ve insan kaynağına gereksinimleri olduğu açık. Onları tanımak ve neler yaptıklarını, yapacaklarını öğrenmek isterseniz, davet etmeniz halinde, gelip size kendilerini anlatıyorlar ve sizin de fikirlerinizi öğrenmek için can atıyorlar.

Bence çok mantıklı bir yaklaşımları var. Her şeye müdahil olmuyorlar. “ Tek hedefe odaklanmak ve o konuyu başarmak lazım “ diyorlar ki, onların ilk hedefi de seçim sandıkları olmuş. Başarılı olmaları ve güvenilirlik kazanmaları da bundan. Adım adım gitmek istiyorlar. Ellerindeki sınırlı kaynağı tek noktaya doğru atışla verimli kullanmak istiyorlar. Hangi görüşten olursa olsun, aynı değerler etrafında birleşmiş gönüllüler bu isim etrafında buluşuyor. “Bizler onlar şeklinde değil, hep beraber bir arada yaşamanın yolunu bulmalıyız “ diyorlar.

Ben şahsen, bu gençlerin, hani apolitik dediğimiz gençlerin, yaşamlarından, kazançlarından feda ederek, bu ülke adına bir şey yapmak için yola çıkmalarından, doğru ve akılcı bir yaklaşımla, kısa sürede ciddi yol almış olmalarından, onu da yapacağız bunu da yapacağız gibi afaki hayallerle değil, ayağı yere basan hedeflere odaklanmalarından çok etkilendim. Zaman içinde daha da büyüyerek gündemlerine aldıkları konularda başarı sağlayacaklarından eminim.

Bu genç arkadaşlardan kendimize çıkaracağımız ders de şu ki; sadece söylenerek, her milli bayramda sosyal medya ortamını Atatürk resimleriyle donatarak, imza kampanyalarına imzalar atarak çok fazla bir şey yapmıyoruz. Yapılması gereken; her neye en çok ilgi duyuyorsak, bu çocuk hakları olur, hayvan hakları olur, kadına şiddet olur, çevre olur, özetle ilgilendiğimiz her hangi bir konu olabilir, o konuda fiilen aktif görev alarak, dağılmadan, enerjimizi tek konuya yoğunlaştırarak o konuda bir farklılık yaratmaya çalışmak. Gençlerin deyimiyle enerjilerimizi “mobilize “ etmemiz gerekiyor. Ha edemiyor muyuz, en azından faaliyetlerine inandığımız derneklere üye olarak ve aidatlarımızı ödeyerek, finansal kaynaklarına yardımcı olmak ve oturduğumuz yerden yapabileceğimiz iletişim konusunda destek vermek.

Ben bu gençleri tanımaktan çok mutluluk duydum. Gerçeklik duygumu yitirmiş, olaylarla da ilgilenmeden kös kös otururken, bir yerlerde yitirdiğim enerji ve umudumu yeniden kazanmama sebep oldular. Ben hemen üye oldum ve 30 Kasım’da düzenledikleri koşuya, koşmasam da orada olarak destek vereceğim. Daha detaylı bilgi isterseniz http://oyveotesi.org/ den girip inceleyebilirsiniz.
Bu genç arkadaşların yaptıklarını çok önemsiyorum ve kendilerine teşekkür ediyorum.



16 Kasım 2014 Pazar

HAYALLERE BİLET

Daha iki gün oldu biletimi alalı. İnsan altı ay sonrasına bilet alır mı bilmiyorum ama ben aldım. Burayı devreder devretmez, hanımla bir tren yolculuğu yapacağız. Hem de yataklıda. Ankara üstünden Adana’ya gidelim dedik. Hiç görmemişiz oraları. Nereyi gördük ki? Hep içimdedir Atamızı ziyaret etmek. Ona da duamızı okuyacağız kısmetse. Bir de Eskişehir güzelmiş diyorlar. Başka seferde oraya gideriz inşallah.

Dün sabah işe geldiğimde, baktım diğer esnaf toplaşmışlar bir kenarda hararetli hararetli konuşuyorlar. Eller kollar havada “olmaz böyle şey”, “yapılır mı bu bize?”, “ne olacak şimdi?”ler havada uçuşuyor. Meraklandım. Yanlarına gittim.

-       Ne oluyor arkadaşlar? Nedir bu telaş?
-       Haberin yok mu? Dün gece haberlerde söylediler.
-       Ne söylediler? Dinlemedim haberleri.
-       Bu istasyonu kapatacaklarmış. AVM yapılacakmış buraya. İhaleye açmışlar.
-       Nasıl yani? Burası kapanırsa trenlerin kalkacağı başka istasyon yok ki!
-       Çok iş yapmıyormuş burası. Trenleri de kaldıracaklarmış.
Koşa koşa istasyon amirinin yanına gittim.
-       Doğru mu haberler Hasan Bey?
-       Doğru, bana da tebligat dün geldi. Sizlerle bu gün paylaşacaktım haberi.
-       Nasıl olur? Ne olacak şimdi benim bilet?
-       Ne bileti?
-       Bilet almıştım ben altı ay sonrasına daha dün.
-       İade ederiz parasını, merak etme sen.
-       Ama ben…

Hasan Bey’in telefonu çaldı. Benim istediğim para değildi ki! Hayallerime ne olacaktı? Onları kim geri verecekti bana?.. Ya geçmişim?

Neredeyse kendimi bildim bileli bu istasyonun köşesinde gazete bayiliği yaparım. Bugüne kadar hiç nasip olmadı trene binip bir yere gitmek. İnsan yıllarca bir yerlerden gelip bir yerlere gidenleri görünce merak ediyor. Özeniyor. Babamdan kaldı bu iş bana. Çocukluk yıllarımda hafta sonları ve tatil günlerinde babama yardım ederek başladım. Liseyi de bitirince (üniversite falan bilmezdik o zamanlar) hazır kurulu düzen, fazla kafayı yormadan babamdan devraldım bu işi. Babam da burnunda tüten köyüne geri döndü mutlulukla.

Tren istasyonunun kendine has bir ritmi vardır. Hiç bitmeyen bir telaş rüzgârı eser durmadan. Yetişme derdinde koşturur insanlar. Önümden akan bu insan selinin içine benim de ruhum karışır ister istemez. Gözyaşları içinde birbirinden ayrılanları görünce üzülür, sevinçle kavuşanlarla sevinirim. Neler görmedi ki bu göz? Dile kolay elli yılım geçti burada. Elli yıl içinde idareler değişti, insanlar değişti, kılık kıyafetler değişti ama telaş hiç bitmedi. Hep bir yerden bir yere koşturma içinde geçti hayatlar; bir ben durdum olduğum yerde, hareketsiz. Kulübenin yeri bile değişmedi istasyonun içinde. Mesela şu karşı köşede bir pastane vardı yıllar evvel. İçinde kadife koltukları ile şık bir yerdi. Dışına birkaç tane tonet sandalye atmıştı. Tonet sandalyeyi bildiğimden değil. Oranın sahibi böbürlenerek anlatmıştı bana “birkaç tonet sandalyede attım mı dışarı, tam zenginlere göre olur. “ O zaman sormuştum “tonet sandalye ne? “ diye de, anlatmıştı. Arkası kavisli, oturak yeri hasır, ince ayaklı sandalyelermiş. Çok modaymış; Fransa’daki tüm pastane, lokantalar onlardan kullanıyormuş. Sosyete işiymiş yani. Allahın sandalyesi işte! Kıçını koyacağın yer, tövbe tövbe.  Hala gülerim ama aklımda da kalmış tonet sandalye. Neyse lafı uzatmayayım. Gerçekten şık, yakası kürklü paltolu, şapkalı zarif hanımlar, jilet gibi takım elbiseli beyefendiler gelirdi o pastaneye. O zamanlar bu kadar acelesi yoktu insanların. Tren vaktinden epey önce gelir, orada çay, kahve içerek kalkış saatini beklerlerdi. Sanki daha çok mu daha mı büyük bavulları olurdu insanların o zamanlar? Şimdi hap kadar çantalar taşıyorlar. Bavullar mı küçüldü, insanlar mı? Neyse. Bir zaman çok iş yaptı ama sonra kapandı. Aynı yer sonra şekerci oldu, lokum satardı hediyelik. Lokum götürmenin modası geçince onun da işi bitti. Tost, çay satan bir kafe oldu kısa bir süre. Şimdi ise hamburgerci orası. Gençler geliyor artık. Uzun saçlı, kulakları küpeli gençler. Yanlış anlamayın, erkek bunlar. Neredeyse her şey tersine döndü. Erkeklerin saçları uzadı, kızların ki ise kısacık. Ne bileyim, alışamadım ben bunlara. Erkek dediğin saç, sakal traşı yerinde olur. Benim oğlan da bir ara uzun saç modasına heveslenip saçlarını uzattıydı ama patlatıverdim bir tane “ne o öle karı gibi” diyerek. Biraz direndi, kesti sonunda. Neyse.

Benim hayatımda da oldu ufak tefek değişiklikler. İlk yıllarda öyle satılacak çok gazete, dergi yok; ek iş olsun diye kartpostal, oyuncak, hediyelik eşya da satardık. Çok turist de vardı o zamanlar. Bende lisan yok ama öğrendim tabii birkaç kelime. Sayıları öğrendim önce, fiyatı söylemek için. Bir de yes, no öğrendim. Hav maç dediler mi hemen bastırıyordum cevabı. İçinde hav maç geçmeyen bir şey dediler mi nooo diyordum. Ne soruyorlarsa artık. El, kol anlaşıyorduk valla. Gazeteler, dergiler arttıkça hediyelik işinden çıktım. Babamda gitmişti o aralar. Uğraşamıyordum hepsiyle. Gazeteler kupon işine girdi. Ne uğraştırdı beni şu kupon işi! Kadınlar gelir, dünün, evvelsi günün gazetesini sorarlardı. Yok kardeşim demekten dilimde tüy bitti. Kimisi ağlamaklı olurdu, nereden bulacağım ben eksik kuponları diye. Hey gidi günler! Başlarda Ses, Hayat, Hey dergileri varken kadın dergisi, erkek dergisi, yok araba dergisi yok sanat dergisi derken dergiler de çeşitlendi. Her bir konuya ayrı dergi. Hiç kazandılar mı bilmiyorum. Satmazdı çok onlar. Varsa yoksa magazinler, bir de içi çıplak kadın resimleri olan erkek dergileri. Sonra onlarda poşete girdi ya. Ne fark edecekse! Adamın kafasını da poşete sokamazsın ki! Oyuncakları bırakıp kitap da koydum bir süre ama satmadı, vazgeçtim.

Şimdilerde azaldı istasyonun müşterisi. Uçakla ya da otobüsle yolculuk ediyor çoğunluk. Zaten uçak fiyatları otobüs fiyatı oldu. Acelesi olanın işi ne trende? Tren artık keyif işi. Gezmek için, göre göre gezmek için biniyor insanlar. Bir de uçaktan korkanlar. Ben de korkardım ne yalan söyleyeyim. Ayağım yerde olacak. Biz de tıngır mıngır geze geze gideceğiz inşallah. Biletimi çıkarıp gözümün önüne koydum. Akşam hanıma gösterince ne sevindi. Hiç tatile götüremedim onu. Hep çalıştık yıllar boyunca.

Bakın bakın, geliyor istasyonun delisi. Bu adam yıllardır, elinde bavulu,  aynı saatte gelir, istasyonun artık çalışmayan kocaman eski saatine gözünü diker durur. Yaklaşık bir on beş dakika dikilir orada, sonra kafasını sallar gider. Bir kere dayanamadım, koştum yanına sordum “ne bekliyorsunuz? “ diye. “Kaçtı tren “ dedi ve gitti. Nedir, kimdir, ne derdi vardır bilmiyorum. Deli herhalde.

Şu ileride sevgilisine sarılmış kız var ya, hani mavi kazaklı. Üç kere daha sarılacaklar sonra kız gelip benden bir magazin dergisi alacak gözünde yaşlarla. Şimdi ben bunun sevdasına nasıl inanayım? O dergilerde kimin eli kimin cebinde belli değil. Aynı kız sürekli başka erkeklerle ya da aynı erkek başka başka kızlarla. Aklım almıyor. Ha nereden mi biliyorum? Ben de karıştırıyorum tabii arada. Kızlar güzel yani. Güzele bakmak sevaptır demiş atalarımız. Valla kötü niyet yok.

Böyle böyle günü geçiriyordum işte. Ona bak, buna bak derken akşam oluyor, evime gidiyordum. Evvelsi akşam giderken biletin yanına bir küçük biraz da balık almıştım. Bir keyif yapalım hanımla diye. Emektar teybe bir Orhan Abi kaseti de koymuştuk, değmeyin keyfimize kıvamında bir akşamdı işte. Sonra?.. Sonrası bu!






14 Kasım 2014 Cuma

GÖNÜL ABLA

Sevgili Gönül Abla,

Gene geldi o mektuplardan bir tane. Hani ne desen boş, öyle desen olmaz, böyle desen olmaz mektuplardan. Bir şey danıştığı da yok zaten. İçini dökmüş sadece yanık yanık. Ablam, yazan bir eşcinsel. Seneler evvel bana anlatmış derdini, ben de git ailenle açık açık konuş demişim. O da gitmiş konuşmuş. Ondan sonra perişan olmuş hayatı zavallının. Ben ne bileyim? Zaten pek sevmem eşcinselleri, başımdan savmak için yazmışım herhalde. Hatırlamıyorum ki! Bana kalsa hiç cevap yazmayacağım ama gazete seviyor böyle alengirli konuları. Arada sırada böyle mektupları koymamı istiyor ya, ben de cevaplamışım işte öylesine. Buram buram yalnızlık kokan bir mektup. Bana değil de kendisine yazmış gibi. Dedim ya bir sorusu da yok. Öyle bir dağladı ki mektup beni. Hep eşcinsel diye dışlamışım, ilk defa insan diye baktım ablam. Ne ağır geldi bir bilsen.

Bilirsin ablam, bu iş göründüğü kadar kolay değildir. Kendi düşüncen ne olursa olsun herkese eşit mesafede durman lazım, farklı da düşünsen yuvarlak bir cevapla geçiştirmen lazım, ne kadar aptalca da olsa ona aptalsın demeden akıl vermen lazım falan. Zor iş yani. Yoruyor insanı. Bazen öyle bunalıyorum ki! Herkeste bir dert bir dert, her gün yüzlerce mektup geliyor. Sanki bende dert yok. Hangi birini okuyacağımı, hangisine cevap vereceğimi şaşırıyorum bazen. El mecbur yapıyorum ablam, ekmek parası…

Bazen “öpüştük, hamile kalır mıyım? “ diye cahilce sorular gelmiyor mu, deliriyorum. Bu konuları yaza yaza bir hal oldum. Okumuyorlar mı anlamıyorlar mı, bilmiyorum. Bak Haydar Abi ne güzel yapıyor. Böyle aptalca sorular geldi mi dalga geçiyor bir güzel yazanla. Adama deli meli diyorlar ama umuru değil. Sıkmıyor kendini. Ben öyle miyim? Aklı başında, hanımefendi, her konuda bilgili bir imaj yaratmışım kendime. Dalga geçsem olmaz, kızım salak mısın desem olmaz. Boğuluyorum bu imajın altında ablam.

Beni en çok acıtan kocalarının genç sevgilileri olduğunu bilen ama ne yapacaklarını bilemeyen kadınların mektupları. “Geçici hevestir, sabredin. Düzenlerini kolay kolay bozmazlar, çocuklarının annelerini boşamazlar” diyorum demesine de öyle bir boşarlar ki! Bilmez miyim? Bak benimkine, nasıl da boşayıverdi beni genç sevgiliyi bulunca. Çocuk mocuk dinlemedi, iki çocukla bırakıverdi beni sokak ortasında. Ne para verdi ne pul. Yalandan iki kuruşluk nafaka işte.

Üniversitede tanımıştım kocamı. Ben üniversiteye girdiğimde onun son senesiydi. O askerliğini yapıp bir işe girince hemen evlendik. Babam ben küçükken öldüğü için, annem pek hevesliydi beni evlendirmeye. Kocam da okulumu bitirteceğine söz vermişti ama nerdee? Evlenir evlenmez hamile kalınca mecburen bıraktım okulu. Birkaç sene sonra da ikinci oldu. Kaldım evde, çocuk baktım. Büyük okula başlayınca, küçükte yuvada, sıkılmaya başladım. Ne yapsam ne etsem derken yerel bir gazetenin yazı işlerinde çalışan bir arkadaşım” büyük bir gazetede Güzin Abla diye bir köşe var. Biz de Gönül Abla yapmak istiyoruz, yapar mısın? “ dedi. Terk merk de olsam gazetecilik okumuşum ya, arkadaşımın aklına gelmişim. Evden de yapabileceğim bir iş, kabul ettim. Böyle başladı seninle maceramız Gönül Abla.

Zaman geçti. Kocam çalıştığı özel şirkette yükselip müdür oldu. Toplantılar, iş seyahatleri çoğalmaya başladı. Adamın yüzünü gören yok. Kendine de çok iyi bakmaya başladı. Kilosuna dikkat ediyor, daha renkli kravatlar alıyor falan. Hayırdır dediğimde de “ ee, müdür oldum ya, daha özenli olmam lazım “ diyordu. Eve sessiz telefonlar gelmeye başlamıştı. “Sapıklar arttı “ diye geçiştiriyordu ama bir gece birisine telefonda “ arama burayı demedim mi sana? Her şeyin zamanı var. Konuşacağım zamanı gelince “ dediğini duydum kısık sesle. İşkillendim ama sustum. Bir sonraki seyahatinde işini aradım. Hangi otelde kaldığını unuttuğumu söyleyerek otelin adını istedim. “Seyahatte değil ki” dediler. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü ablam. Hani aslında hep bilirsin ama bir yanında yanılmış olmak ister ya öyleymiş benim durumumda. Artık yanılacak bir yan yoktu. Yığılıp kalmışım koltuğa. İlk düşüncem çocukları da alıp gitmek oldu. Nereye gidecektim ki? Annem asla kabul etmezdi bizi. Ona göre kadın bir kere evlenir, sefaysa da cefaysa da çekerdi. Allah nasıl yazdıysa artık. Mecburen sustum ablam. O bilerek susmak var ya, ölüm… Hele ayda, yılda bir kocalık vazifesini yapmaya kalktığında dokunduğu her yer sanki bir bıçak yarası… Kadını da buldum ablam. İş yaptıkları bir şirkette çalışan satış görevlisi bir kız. Genç, güzelce bir şey. Tabii doğum falan yapmamış, her yeri diri. Bende iki çocuktan sonra vücut mu kalmış !

Bunları yaşarken ablam, mektuplar gelmeye devam ediyor. Evli adamlarla ilişkide olan genç kızlar yazıyorlar. “ Birbirimizi şöyle seviyoruz, böyle seviyoruz ama boşanmıyor bir türlü. Ne yapmalıyım? “ diye soruyorlar. Her bir mektubu ince ince okuyorum, acaba benimkinin sevgilisi midir birisi diye. Onunki olduğunu anlasam zehir zemberek bir cevap yazacağım ama anlayamadım tabii. Kız da biliyordur herhalde bu işi yaptığımı yazmamıştır ama ben gene de “ gençsin, güzelsin. Evli, çoluklu çocuklu adamla ne işin var? Hayatını heba etme, yuva da yıkma. Ayrıl adamdan, kendine yeni bir yol çiz “ diye cevap yazdım her birine. Hani bir umut…

Umutlarım boşa çıktı. Bir gün eve mahkeme kağıdı geldi. Boşanma davası açmış benimki. Ben seyahate gitti diye biliyorum ama meğerse çıkmış evden. Gelmedi bir daha geri. Uğraştırdım biraz mahkemede boşanmayacağım diye ama yoruldum sonunda ablam. Bıraktım ben de. Boşandık. Annem de küstü bana boşandım diye. “Pes etmeyeydin zor boşardı seni. Elin kadınına gümüş tepside verdin kocanı. Kal bakalım bir başına. Tek başına hayat kolay mı zor mu, anla bi. Ben size bakamam.” dedi ve gitti ablam. Benimle asla konuşmuyor ama bayram seyranda torunlarını gönderirim ona. Oturduğumuz ev kiraydı. Kirayı da ödemedi koca. Çıkardı ev sahibi bizi evden. İki göz bir ev buldum daha ucuz mahallelerden. Bu Gönül Abla köşesinden biraz para kazanıyorum. Ne ben ne çocuklar bir daha yüzünü görmedik ama Allah’tan mahkemenin bağladığı iki kuruş nafakayı ödüyor. ( Otomatiğe bağlamış herhalde, her ay aynı gün geliyor para) Üç baş geçinip gidiyoruz işte ablam. Duydum ki evlenmiş kızla, ondan da çocuğu olmuş pezevengin.

İnsan kendi kendine mektup yazar mı? Yazmaz herhalde ama ben Gönül Abla olduğumdan beri iki kişilikle yaşıyorum. Adımın Ayşe olduğunu bile unutuyorum bazen. Gönül Abla kimliği yoruyor beni. Kendi derdimi anlatacak kimse bulmazken, insanların derdine çare olmaya çalışıyorum. İnsanlar da benim kadar yalnız mı ablam? Neden yazsınlar ki hiç tanımadıkları birine yoksa? Herkes yalnız, herkes çaresiz.  Gönül Abla kimliğinde ben de oyun oynuyorum aslında hayatla.

Bu gün o eşcinsel kardeşimden gelen, yalnızlık dolu mektubu okuyunca sanki beni yazıyor gibi geldi. Ne kadar garip değil mi? İnsan olma noktasında birleşiyormuş duygular. Mektubu okurken gözyaşlarım akmış, fark etmemişim. Bir Zikriye Abla anlatmış ki, kıskanmadım desem yalan olur. Ben de istedim onun göğsüne yatmayı, bana eliyle pişirdiği tarhana çorbasından içmeyi. Bir çorba bile pişirenim olmadığını fark etmek bağrımı dağladı ablam. Ben de sana döndüm. Başka kimim var ki?

Ayşe Yorulmaz







6 Kasım 2014 Perşembe

VE KUŞLAR HAVALANDI

O sabah, evden sabahki dersine yetişmek üzere erken çıkmıştı. Bir gece evvel, komşudan gelen televizyon seslerinin üstüne karısıyla kavga etmişlerdi. Karısı, evlere yeni yeni giren bu aletten almak istemiş, her akşam onun çalışma odasına kapanarak ders hazırlamasından sıkıldığını, televizyonun onun için bir nefes olacağını iddia etmişti. “ Her gün, radyo başında kaç kişinin öldüğünü dinlemekten bunaldım, televizyonda diziler, filmler oynuyor, havamız değişir “ demişti. Bir hafta evvel komşuya televizyon seyretmeye gittiğinden beri devam eden bir tartışmaydı bu. Parası olmadığından değil ama ülkenin kara günlerden geçtiği, hemen hemen her gün çatışmalarda gençlerin öldüğü veya yaralandığı, yağ, pirinç gibi ihtiyaçlar için sabahın erken saatinden itibaren kuyruklara girildiği bu dönemde böyle bir lükse sahip olmayı doğru bulmadığından itiraz ediyordu. Karısı bu savunmasını asla anlamıyor, “ bizim televizyon almamamız mı memleketi kurtaracak? “ diye karşı savunmasını yapıyordu. Karısının bu duyarsız hali, onu gittikçe daha da rahatsız ediyordu.

Öyle yetişmişti. Çocukluğu, babaanne ve dedesinin konağında geçmişti. Bakımlı, kocaman bahçe içindeki, iki katlı, cumbalı konakta komşu çocukları, çalışanların çocukları ile keyifli bir çocukluğu olmuştu. Babaannesi müstahdemin çocuklarını kendilerinden ayırmaz, herkese eşit muamele ederdi. Kendisine bir oyuncak alınırsa onlara da alınırdı. Oyuncağını onlarla paylaşmak istemediği zaman azarlanırdı. Kendisi de konağın hanımı gibi davranmaz, ev işlerinde çalışanlara yardım ederdi. Göze batacak hiçbir şey yapmamaya özen gösterilirdi. Hatta babası, babaannesine Avrupa’dan beyaz bir manto getirmişti. Çok yakışmıştı babaannesine ama Avrupa işi ve beyaz diye babaannesi onu hiç sokaklarda giymemişti. Sonunda annesine vermişti mantoyu. Dedesi, konak sahibi olmalarının onları kimseden ayırmadığını anlatır, namusuyla çalışan herkesin Allah katında eşit olduğundan bahsederdi. Mahalleli tarafından çok sevilen bir aileydiler.

Üniversiteye vardığında sağlı sollu kümeleşmiş gençleri gördü. İçi sıkıldı. Gün gene bir çatışmaya gebeydi. Gençlerin mücadelesini anlıyor ancak bunun çatışarak, birbirini öldürerek olmayacağına inanıyordu. Barışçıl bir insandı. Gün be gün ölen veya yaralanan gençleri duydukça içi kararıyor, hepsi pırıl pırıl olan gençlerin, daha hayatlarının başında ölmelerine çok üzülüyordu. Derslerinde, öğrencilerine bu çatışmalardan uzak durmalarını öğütlüyor, okullarını bitirip mesleklerinde başarılı olarak ülkelerine faydaları olabileceklerini anlatıyordu. Bir koalisyon diğerine devrilen hükümetlerin politikasından kendisi de haz etmiyordu, hatta zaman zaman üniversitedeki görevinden istifa etmeyi bile düşünmüştü ama gençleri bırakmayı göze alamamıştı. Mümkün mertebe rengini belli etmeden, en azından kendi öğrencilerini çatışmalardan uzak tutmaya çalışıyordu. Okulda çatışmalar olmasına rağmen ölen olmamıştı.

Öğrencilerinin en başarılısı Ahmet adında bir çocuktu. Ders aralarında sürekli odasına gelir, kendisine ek ödevler vermesini isterdi. Ahmet küçük bir kasabadan geliyordu. Babasının bir kırtasiye dükkânı vardı. Okuyup kasabasına dönecek ve orada bir eczane açacaktı. Şehre okuması için gönderilmesinin ailesine ne kadar yük olduğunun bilincindeydi. Bir an önce okulunu bitirmek istiyordu. Bildiği kadarıyla okuldaki siyasi gruplarla da işi yoktu. Herkese eşit mesafede duruyordu.

İlk dersine girdiğinde sınıfta çok eksik olduğunu fark etti. Muhtemelen birçoğu dışarıda kümeleşmiş grupların içindeydi. Dersi yapıp yapmama konusunda tereddüt etti. En ön sırada iştahla kendisine bakan Ahmet’i görünce dersi yapmaya karar verdi. Burada olan çocukların bir günahı yoktu ki! Ders ilerlerken dışarıdan sesler gelmeye, karşılıklı sloganlar atılmaya başladı. İlk başlarda sloganlar atıp dağılırlar ümidiyle derse devam etti. Sesler gittikçe yükselmeye, arada güvenlik güçlerinin “ dağılın “ anonsları gelmeye başladı. Sınıftaki öğrencilerin de dikkati dağılmıştı. Hepsinin yüzlerine korku hâkim olmuştu. Dersi kesti.

Öğrencilerine çatışma bitinceye kadar binadan çıkmamalarını öğütledi. Hepsine kendi odasında toplanmalarını söyledi. Dışarıda durum nedir diye bakıp odaya döndüğünde öğrencilerin arasında Ahmet’in olmadığını gördü. Onu aramak üzere binayı dolaştı, bulamadı. İsteksizce dışarı çıktı. Dışarıda sağcılar, solcular, güvenlik görevleri birbirine girmiş, sopalar, coplar havada uçuşuyordu. Kalbine bir ağrı saplanmışçasına sendeledi. Bir anlığına Ahmet’i görür gibi oldu. Sonra kaybetti. Kalabalığın içinde havaya kalmış bir sopa bir kıza vurmak üzereydi. Sopa kimin elindeydi göremedi. Ahmet’i tekrar gördüğünde elinde sopa olan çocukla boğuşuyordu. Kızı arkasına almış, sopalı çocuğun bileğini tutmuştu. Bir grup Ahmet’e doğru ilerlerken, mahşere dönmüş alanda, tüm gürültünün de üstünde bir ses bıçak gibi kesti gökyüzünü. Ağaçlardaki kuşlar telaş içinde havalandı. Bir anda herkes dondu kaldı. Kalabalık ayrıldı.

Sesin geldiği yöne doğru koştu. Yerde kanlar içinde, kendisine bakarmış gibi gözleri açık kalmış Ahmet’i gördü. Bir kızı, muhtemelen sevdiği kızı,  kurtarmak için kendini feda etmiş Ahmet’i. Her zaman cin gibi bakan kara gözlerini… Etrafına baktı; herkes kaçışmıştı. Koruduğu kız bile ortada yoktu. Korkaklar diye geçti beyninden. İçinden öfkeyle yükselen haykırışa engel olamadı. Artık sessizliğin hâkim olduğu alanda çınladı haykırışı. Kuşlar yeniden havalandı.

Öfkenin boğazına düğümlediği yaşlarla, sendeleyerek yürümeye başladı. Nereye gittiğinin farkında değildi. Sadece yürüyordu. Odasındaki öğrencileri unutmuştu. Gözünün önünde sadece Ahmet’in kendisine bakan gözleri ve kulağını yırtan o silah sesi vardı. Yolda insanlara çarparak yürüyordu. “Deli misin adam, önüne baksana “ dedi bir tanesi. Duymadı. Her şey anlamını yitirmişti. Geleceğe umutla bakan, günahsız bir genci ölümden uzak tutamamıştı. Hele o kız! Ahmet’in ölümüne sevdiği, onun için kendisini, ailesinin umutlarını feda ettiği o kız. O kız Ahmet’in başında durmamış, kaçıp gitmişti hemen. Hiçbir şeyin anlamı yoktu. Sevginin, aşkın bile…

Ayakları onu eve sürükledi. Karısı kapıyı açınca, onun deli, boş bakan gözleri karşısında şaşırdı. “ Ne oldu? “ sorusuna cevap alamadı. Üsteledi. Sadece, yüzünde acı bir ifadeyle boş boş baktı karısına. Direk odasına gitti, üstü başıyla yattı. Uyandığında akşam karanlığı çökmüştü. Karısı sofrayı kurmuş, onu bekliyordu. Hemen gidip radyoyu açtı. Yan evden şarkılı, türkülü televizyon sesi geliyordu. Ajansta “ Bu gün Eczacılık Fakültesi’nde çıkan çatışmada Ahmet Barış isimli bir genç öldü. Hangi örgüte bağlı olduğu bilinmiyor “ diye bir kısacık bir haber geçti. Karısı dehşet içinde “iyi sana bir şey olmamış” dedi sadece. Karısına baktı, ölen çocuk için bir şey söylemesini bekledi. Söylemedi. Herkes gibi o da başını kuma gömmüştü. Boğulacak gibi hissetti.

Aniden sofradan kalktı. Portmantoda asılı ceketini giyip dışarı fırladı. O evde daha fazla kalamazdı. Arkasından karısının “ nereye gidiyorsun? “ diye bağırışını duydu. Umursamadı. Deniz kenarına gitti. Nefes almaya çalıştı. O an, o sahne kafasının içine pençeleri ile sımsıkı tutunmuş, bir an bile aklından çıkmıyordu. Sahneye eşlik eden ses, bir uğultu halinde beyninin kıvrımları arasına yerleşmiş, dışarıdan gelen başka her hangi bir sese karşı duvar oluşturmuştu. Cebinde biraz parası olduğunu fark etti. Yakınlardaki bir yerden şarap aldı. Kulağından o sesin gitmesi umuduyla bir şişe şarabı, nefes almadan bir dikişte bitirdi. Orada sızdı kaldı.

Sabah ayazı ve güneşin ilk ışıkları ile uyandığında keskin baş ağrısını hissetti ilk önce. Gayriihtiyari eve doğru yürümeye başladı. Eve yaklaştıkça, oraya gitmek istemediğini fark etti. Yarı yolda yönünü değiştirdi ve üniversiteye doğru yürümeye başladı. Okula geldiğinde, dün hiçbir şey olmamış gibi öğrencilerin toplaşmaya başladığını gördü.  Ölenler öldüğü ile kalıyor, devran gene bildiği gibi dönüyordu. Okulu uzaktan kesebileceği bir duvar dibine çöktü. Boğazında düğümlenen yaşlara daha fazla engel olamadı. Hıçkıra hıçkıra ağladı, içindeki keder hafiflemedi.

Duvar dibinde epeyce kaldı. Dizlerinde derman kalmayınca, gene deniz kıyısına döndü. Akşam olunca gene bir şişe şarap alıp, bu sefer kıyıya bağlanmış bir kayığı kendine mesken edinip orada içip, uyudu. Bu düzen aylaca devam etti. Her sabah okulu gözetlediği duvar dibine gidiyor, yorulunca kayığına dönüyordu. İşini, karısını hiç düşünmüyordu. Varsa yoksa Ahmet’in ona bakan gözleri, gökyüzünü yırtan silah sesi vardı. Bunlardan kurtulmaya çalışmaktan vazgeçmişti. Ahmet’in görüntüsünü unutursa ona bir daha ihanet edecekmiş hissiyle daha da sıkı yapışmıştı bu görüntüye.

Bir sabah duvar dibinde okulu gözetlerken, Ahmet’in uğruna öldüğü kızı, bir erkekle el ele okula doğru yürürken gördü. Kız gülüyordu. Gülüyordu! Gülebiliyordu… Olduğu yerden fırlayıp kızın üstüne yürümek istedi. Onu sarsmak, kendine getirmek, yaşamın bu kadar ucuz olmadığını hatırlatmak… Saçı sakalı birbirine karışmış, üstü başı kirlenmiş bir adamı bir kızın peşinden gider görünce, çevresini birden birkaç genç sardı. “ Serseri, sen ne yaptığını sanıyorsun? “ diyerek onu dövmeye başladılar. Kendini korumaya çalışmadı. Sadece  “ asıl siz, ne yaptığınızı biliyor musunuz? “ diye soruyordu durmadan.

Onu hırpalayıp bırakmışlardı olduğu yerde. Onlar gidince ayağa kalktı. Bir daha buraya da gelmeyecekti. Gördüğü ihanete bir daha katlanamazdı. Sallanarak uzaklaştı oradan. Bir cami çıktı karşısına. Dedesinin ona Allah katında herkesin eşit olduğunu anlattığını hatırladı. Gerçekten eşit miydi herkes? Ahmet’in ölmek için ne gibi bir nedeni vardı? Sevmişti sadece, çok sevmişti. Bir cevap bulmak umuduyla caminin soğuk duvarına yaslandı. İyice yükselmiş güneş gözlerini aldı. Cami avlusunun serinliğinde oynayan çocuklara bir pus perdesinin ardından baktı. Ahmet’in kendisine bakan gözlerinde oynayan çocukları gördü. 

5 Kasım 2014 Çarşamba

GÖLGE

Beni mi takip ediyor? Benden başka kimse yok. Yanımda beni aşıp geçen bir gölge. Heybetli. Babam gibi. Sessiz. Kaçmalıyım. Nereye kadar? Saklansam? Nereye? Sokak çıplak. Hızla yürü. Belli etmeden adımlarını sıklaştır. Onu hissettiğini anlamasın. Anlarsa hamle yapabilir. Tetikte ol. Olsam ne olacak? İsterse bir anda devirebilir beni. Ağaçlar. Ne kadar çoklar. Orman gibi. Beni ağaçların arasına çekse kimse duymaz. İşbirlikçiler. Oysa evi tutarken bu yeşilliği ne kadar sevmiştim. Şimdi ise düşmanlar. Ne kadar çer çöp var ağaçların altında. Kimse sevmiyor yeşili anlaşılan. Sana ne? Yürü, hızla yürü. Sakın koşma.

Kaşınıyorum. Atkımı çıkarsam, rahatlasam. Sımsıkı dolamışım boynuma. Sakın çıkarmaya çalışma. Yavaşlarsın. Kaşıntıyı düşünme. Düşünmezsen geçer. Sadece yürü. Sağa sola bakınma. Dikkatini dağıtma. İşte ilk bina. Sanki yabancı. Yanlış sokakta mıyım? Mümkün değil. Pencereler. Perdeler kapalı. Perdelerden sızan ince ışıklar yalnızlığımı yansıtmaktan başka bir işe yaramıyor. Bağırsam? Bir işe yaramaz. Kapalı perdelerin arkasındaki insanlar duysa bile bakmaz. Böyle olduk artık; kadınları tecavüz edilirken, öldürülürken korku filmi seyretmenin hazzında çekirdek çitleyen bir ülke. Yakalarsa tecavüz mü eder, öldürür mü? Tecavüz tercih. Saçmalama. İkisi de ölüm. Yaşarım en azından, şimdi yaşadığım gibi. Ne fark eder? Saçlarımdan tutup yerlerde süründürüp tekmeler mi beni önce?  O kadın gibi. Beyoğlu’ndaki kadın. Yerlerde tekmelenen kadın. Sonra? Bilmiyorum. O kadını da bilmiyorum. Belki öldü. Öldük.

Allah kahretsin, nereden geldi şimdi o kadın aklıma? Dikkatini dağıtma. Gözlerim yanıyor. Yüzüm sırılsıklam. Ağlıyor muyum? Yok ter. En son ne zaman ağladım? Ağlamam ki, ağlayamam. Sokak uzun. Hiç bu kadar uzun gelmemişti bana. Evim sanki fizanda. Her hangi bir apartmana girsem? Ya kapısı kilitliyse? Olmaz. Hızla devam. Arkamda bir ses. Hışır hışır. Yaklaşıyor mu? Dizlerimin bağı çözülüyor. Yürüyemeyeceğim. Bıraksam kendimi. Ne olacaksa olsun. Sakın! Sakın bırakma kendini. Yapabilirsin. Hep yaptın. Gene yaparsın. Bir kedi. Miyavlıyor. Aç mı? Eve alsam doyursam. Bırak şimdi kediyi. Hem Fettan hoşlanmaz yabancılardan, bilirsin. Çöp bidonu. Nasıl düşünemedim? Kedi bidonu karıştırıyordu herhalde. Ses ondan gelmiş olmalı. Öyledir. Öyle olsun. Çöp bidonunun arkasına saklansaydım. Niye düşünemedim? Şimdi geri de dönemem. Hızla devam.

Binamın bahçe demirleri göründü. Koş. Hızla koş, binaya at kendini. Anahtarlar! Bulamıyorum. Allah kahretsin! Çantamın en dibine düşmüşler. Bu torba gibi kocaman çantalardan nefret ediyorum. Cüzdan, defter, makyaj çantası. Çok lazım!  Şu anda hiçbir şey metalin sertliğini hissetmek kadar beni mutlu etmeyecek. Buldum! Bir heyecanla anahtarları çıkarıyorum çantamdan. Ellerim titriyor, anahtarlar düştü. Tam da sırası! Yerden anahtarları alırken gizlice arkama bakıyorum. Karanlık.

Kapının deliğine anahtarı sokamıyorum. Hadi ama. Bir gözüm sürekli arkamda. Son adım. Binaya bir girebilsem kurtulacağım. Sakin ol. Oh! Binaya girdim. Bir de evime girebilsem. Niye giriş katında oturuyorum ki? Mecburiyetten. En küçük ve en ucuz olduğundan. Balkon! Ya balkondan girmeye çalışırsa? Kapılar kilitli, giremez. Camı keser mi? Ter içindeyim. Terimin kokusu burnuma kadar geliyor. Düşünme, sadece eve gir. Eve girdim. Işıkları yakma. Peşimden geldiyse bile en azından hangi dairede oturduğum anlaşılmasın. Perdeleri sımsıkı kapa. Kapatırken son bir bakış atıyorum. Kimse görünmüyor. Belki orada. Uygun anı bekliyor. Kapıyı sıkı sıkı kilitle. Emniyet zincirini de tak. Bak işe yarıyormuş bu zincir. Çalan hiçbir kapıyı da açma. Evde yok sansınlar beni. Yokum zaten.

Televizyonu açayım, kafam dağılsın. Açma, ses yapmasın. Telefonum nerede? Çantamda olmalı. Birisini aramalı mıyım? Gelsin, benimle otursun. Kimi arayabilirim? Gülerler bana. Neden korktun? Arkamdan gelen bir gölge gördüm. E sonra? Sonrası yok, sadece korkuyorum. Deli misin derler adama. Aramayayım daha iyi. Hem birisini çağırmak kapıyı açmak demek. Açmayacağım, kimseye kapımı açmayacağım.

Deli miyim gerçekten? O gölgeyi, beni sarıp aşan kara gölgeyi gördüm. Öyle ki, beni de karanlığa boğdu o gölge. Takip etti. Hissettim. Şu anda belki kapımın önünde belki balkonumda. Bilmiyorum ama orada bir yerde, eminim. Kime anlatabilirim bunu? Kimse anlamaz ki! Kimse anlamıyor zaten. Rahatını bozacak bir şeyi kimse duymak istemiyor, en yakının bile. En iyisi kimseye anlatma. Kimse bilmesin.

Bir kahve yapıp kendime gelsem. Yok yapmayayım, ses olur. Tuvaletin sifonunu da çekmedim, iyi oldu. Duş alabilsem? Alamam. Perdeden baksam mı? Ya balkondaysa? Burun buruna gelirim, olmaz. Balkon kapısı iyice kilitli mi acaba? En son ne zaman çıkmıştım ki balkona? Koltuğun üzerine çöküyorum. Titremem geçmiyor. Battaniyeye sarınıp büzüşüyorum.

Bir oda. Duvarlar pembeye boyanmış. Yer yer sıvası dökülmüş. Perdeler de pembe. Fırfırlı. Duvara dayalı sandığın üzerinde bebekler var. Bir sandalye. Sandalyenin üzerinde bir okul forması asılı. Yerde okul çantası. Ağzı açık. Tek kişilik yatakta biri uyuyor. Ben. Hayır, uyumuyorum, gözlerim açık. Gözlerim kapıda, kapının kulbunda. Kapı kulpunun aşağıya doğru çevrileceği anı bekliyorum. Kalbim kulaklarımdan fırlayacak şekilde atıyor. Soğuk soğuk terliyorum. Kapının ardında ayak sesleri. İşte geliyor. Kapının kulpu yavaşça aşağıya doğru hareket ediyor. Kaskatı kesiliyorum. Nefes almıyorum. Bağırmak istiyorum, sesim çıkmıyor. Ağzım balık gibi açılıp kapanıyor.

Kapı açıldı. Gözlerimi kapatıyorum hemen. Heybetli karanlık bana doğru ilerliyor. Ölmek istiyorum. Ölmüşüm zaten. Bir daha ölebilir mi insan? Yanıma oturup, eliyle ağzımı kapatıyor. “ Şşşt, sana zarar vermeyeceğim. Bir baba kızına zarar verir mi? Sadece seni seveceğim. Sakın bağırma. “ Nasıl inanmak istiyorum bu kelimelere ama inanamıyorum. Bir baba neden gizlice, gece yarısı odasına girerek sevsin ki kızını? Gündüzleri, annemin yanındayken gözümün içine bir kere bakmayan adam neden geceleri sever ki kızını? Annem kıskanmasın diye mi acaba? Bir anne kızını kıskanır mı? Bir sürü soru ama en altta babama inanma isteği… Sesimi çıkartamıyorum.

Yorganın altından elini sokuyor bacaklarıma doğru. Bacaklarımı okşuyor; yavaş yavaş yukarı doğru çıkıyor elleri. Nefesi hızlanıyor. Sıyrılmış geceliğimi düzeltmek istiyorum. Engelliyor. “Hiçbir şey yapma, dur öyle.” Göbeğimden, yeni çıkmış memelerime kadar çıkıyor elleri. Memelerimi sıkıyor. Acıyor. “ Acıyor baba “ “Öperim geçer “ Göğüslerimi öpüyor, uçlarını yalıyor. Dehşet ve haz birbirine karışıyor. Utanıyorum. Bir gölge görüyorum yanı başımızda. Olanı biteni seyrediyor. Uzun saçları var. Gözüm hep gölgede. “Yapma baba” Duymuyor. Elini bacak arama sokuyor. Külodumun içine elini sokarak kukumu elliyor ; annemin hep eteklerini sıkı sıkı kapa kimseler görmesin, ayıptır dediği kukumu. Parmağını sokuyor. Bir eliyle de pijamasını zorlayan pipisini çıkarıyor. O dimdik olmuş kocaman şeye bakakalıyorum. Kılıç gibi dik ve sert. Annemin “ayıp, ayıp “ sözleri kafamın içinde patlıyor. Parmağını kukuma sokup çıkarırken, diğer eliyle pipisini okşuyor. Nefesi gittikçe hızlanıyor.  Gölge hep yanımızda. Korkuyorum. Ölüyor mu? Ya ölürse, anneme ne anlatırım? Ölmesin diye dua ediyorum. Bir sıvı fışkırıyor pipisinin ucundan ve üstüme yığılıp kalıyor. Öldü mü? Yok, ölmemiş, hızlı hızlı nefes alıp veriyor. Seviniyorum.

Babam, küçülmüş pipisini pijamasının içine sokup toparlanıyor. Saçlarımı okşayıp, alnıma bir öpücük konduruyor.  “ Sakın annene söyleme, çok üzülür sonra. Bu bizim sırrımız, biliyorsun.” Sessizce çıkıp gidiyor. Odada ki gölgeyi arıyorum. Yok olmuş. Bunca senedir bana hiç sevgisini göstermemiş babamla, sadece ikimize ait bir sır olmasından mutlu muyum? Bir yanım bundan gizli bir haz duyuyor ama bunun yanlış olduğunu biliyorum. Anneme ihanet etmiş gibi hissediyorum. Annem bana ihanet etmiş gibi hissediyor mu?

Sonra birden kahvaltı masasındayız. Annem,  güler yüzle bana reçelli ekmek hazırlıyor. Başı öne eğik. Birden başını kaldırıp bana bakıyor. Gözleri çakmak çakmak.

Birden uyandım. Sarındığım battaniyeyi tekmelemişim; yerde. Annemin gözleri gözümün önünde. Hiç öyle baktı mı annem bana? Hatırlamıyorum. Hoş, gülümsediğini de hatırlamıyorum. Hep gergin ama sessiz bir kadındı. Ruhsuz gibiydi. Ne sevinir ne üzülürdü. Babamın cenazesinde bile ağlamamıştı. Beni sever miydi? Bilemiyorum. Hiçbir şeyimi eksik tutmaz ama hiç sarılmaz, öpmezdi. Komşular güzelliğimi överken boş boş bakar, hafiften başını sallardı. Üniversite için Ankara’ya gitmeme sevinmişti galiba. Öyle hissetmiştim.

Diplere gömüp unutmaya çalıştığım anıların ortaya saçılmasından huzursuz, koltuktan kalktım. Duşa girdim. Dışarıdaki gölgeyi unutmuştum bile. Annemle babam ölmüşlerdi. Beni rahatsız edemezlerdi. Akan suyla birlikte tüm anılarımı, acılarımı, yoksunluklarımı akıtıp yıkandım. Üzerime yapışmış ter gibi pis kokmuyordum artık. Temizdim.

Üniversite için Ankara’ya gittikten sonra hayatım değişmiş, öğretmen olmuştum. Bir daha eve dönmedim. Bir tek annemle babamın cenazelerinde gidip hem onları hem onların taşıdıkları acıları gömmüştüm. Ayaktaydım. Ne babamın sahte şefkati ne de annemin beni yok sayan bencilliği beni yıkamamıştı. Güçlüydüm. Hiçbir erkeğe ihtiyacım yoktu. Evlenmedim. Bir gölgeden korkmuş olmama güldüm.

Ertesi gün okula gittim. Bir hafiflik vardı üzerimde. Gölgeyi alt edebilmiş olmanın keyfi. Hayat böyle bir şeydi işte. Güçlü olan güçsüzü yeniyordu. Kimi paramparça olmuş kalbinden dağılıyordu, kimi ise parçaları toplayıp, yapıştırıp yoluna devam ediyordu. Annem dağılmıştı. Ben ise toplamıştım. Yapıştırıcım ise annemin zayıflığına, bana sahip çıkamayışına duyduğum öfke olmuştu. Sağlam bir yapıştırıcı! Babam ise… Babam bir zavallıydı.

Derste, sınıfın en parlak öğrencilerinden Merve’nin çok sessiz olduğu dikkatimi çekti. Uyumamış gibiydi. Gözleri şiş, dalgın dalgın pencereden dışarı bakıyordu. Onu kendi haline bırakıp derse devam ettim. Son dersti. Zil çalınca, bütün öğrenciler günü bitirmiş olmanın keyfiyle koşa koşa evlerinin yolunu tuttular. Masamı toplarken Merve’nin yerinden hareket etmediğini gördüm. “Merve, zil çaldı. Hadi evine kızım “ dememle ağlamaya başladı. Yanına gittim. Saçlarını okşayarak” ne oldu Merve?” diye sordum. Hıçkırıklarının arasında “ eve gitmek istemiyorum.” dediğini duydum.
-       Neden Merve?
-       Anlatamam .
-       Olmaz kızım, merak ederler seni.
Gözyaşları içinde gözümün içine baktı. Yalvarır gibiydi.
-       Ne olur eve göndermeyin beni.
Mecburen aldım onu eve götürdüm. Eve giderken annesini aradım ve Merve’nin benimle olduğunu, merak etmemelerini söyledim. Annesi teşekkür edip, akşama abisinin gelip onu alacağını söyledi. Merve’ye bu bilgiyi verdiğimde maymun gibi bana sımsıkı sarılıp “beni ona bırakma “ diye ağlamaya başladı. Anladım.
-       Merve, abin sadece seviyor seni. Sevgisini böyle gösterebiliyor çünkü erkekler zayıf.
-       Acıtıyor ama…
-       Sen güçlü bir kızsın. Bu acıya dayanabilirsin. Ne kadar çok dayanabilirsen o kadar güçlü olursun.
Merve’nin ağlaması kesildi. Bana baktı. Gözlerindeki kararlılığı görebiliyordum. Gülümsedim. Gülümsedi.


Akşam abisi geldi, Merve’yi aldı. Yirmili yaşlarda boylu poslu bir delikanlıydı. Merve’nin kulağına fısıldadım. “ Haydi, gücünü göster. “  Onu abisinin eline teslim ederken, delikanlının gözlerinin içine baktım. Gözlerim çakmak çakmak…

24 Ekim 2014 Cuma

BODRUM

Tanımadığım birinin gizli sırlarına izinsiz giriyormuşum gibi hissediyorum. Çekmeceyi açarken ellerim titriyor kalbimin hızlı atan ritminde. Tozlanmış birçok albüm, zarflı, zarfsız bir sürü evrak ve bir deste mektup karşılıyor beni. Bir duyun ucuna takılmış ampulün sarı ışığı yansıyor üzerlerine. Terk edilmiş olmalarının hüznünü yansıtıyor bu sarılık. Aynı hüzne ben de kapılıyorum, hiçbir şeye dokunmadan çekmecenin kalabalık yalnızlığını seyrederken.

Yıllardır gele gide, her odasını, her eşyasını ezberlediğim bu evin bodrumuna hiç inmemişim nedense. Evi satılığa çıkarmadan evvel evin içindekileri boşaltmak zorunda olmasam belki de hiç inmeyecektim. Kullanım dışı kalmış eşyalar, bozuk lambalar, kütüphanede kendine yer bulamamış kitaplar, anıları solmuş fotoğraflar neden saklanır bilmem. Bir nevi geçmişe ihanet etmeme kaygısı sanırım. Unutulmak istenmeyen ama unutulması gereken anılar bütünü. Karanlık, soğuk, tozlu bodrumun kapıları ardına saklayıp, gözden uzak ama gene de yakında tutma arzusu. Sanki onlar olmazsa hayata tutunamayacak, köksüz oradan oraya savrulup yok olunacak endişesi gibi. Oysa, bazı anıları unutamadığımızdan yok olmuyor muyuz? Bizi geçmişe tutsak eden kelepçeleri atamadığımızdan, yerimizde sayıp hiçliğe düşmüyor muyuz?

Gıcırdayarak açılan kapıdan nemli, tozlu eski kokusu çıktı dışarı ilk. Karanlığın içinde şekilsiz birçok hayalet sessizce oyunlar oynadılar. Ürperdim. Gözlerim karanlığa alışıncaya kadar, kapının ağzından onları seyrettim Bana anlatmaya çalıştıkları öyküyü dinlemek istediğimden emin değildim. Karanlık kendini puslu bir griye bırakınca ortada sallanan lambayı gördüm. Bir yerlerde elektrik düğmesi olmalıydı. Duvarda elimi sürüyerek ilerledim. Işığı yakarak hayaletlerin bedene bürünmesini bekledim.

Yıl yıl, düzenle hazırlanmış albümlere bakıyorum önce. Her fotoğrafta herkes gülüyor. Herkes sahiden fotoğraflara yansıdığı kadar mutlu mu o anda? Poz mu verilmiş çoğunda, merak ediyorum. “Nasılsın? “ denildiğinde, her zaman ama her zaman “ iyiyim “ diyerek biz de poz vermiyor muyuz hayata? Hayat, darbe üstüne darbeyle bizi bir köşeden diğerine savurduğunda, aldığımız yaralara rağmen, inatla, kimi zaman yorgun, kimi zaman bezgin de olsa, nefes almaya devam ederek bu oyunda rol almaya devam etmiyor muyuz? Ve her fotoğrafta gülümsüyoruz istemsizce. Yıllar sonra elimize alıp baktığımızda sadece iyiyi hatırlamak istiyoruz. Sanki hiç yara almadan hep gülerek geçmiş zaman gibi. Ne yanılsama!

Aldığımız yaraların izleri neden çıkmaz fotoğraflarda? Şimdi düşünüyorum da, belki de iyi zamanlarımızın, daha doğrusu iyi olmak için kendimizi zorladığımız zamanları sonsuzlaştırmak isteği bu. Kalbi derin deşmiş yaraların izlerini, istese de, unutamıyor insan. Her soğuk yediğinde sızlayarak varlıklarını hatırlatıyorlar.  Fotoğraflara yapıştırdığımız gülümsemelerimiz, kabukları her an kalkmaya hazır yaralarımıza karşı bir savunma duvarı mıdır aslında? Belki…

Fotoğrafları bırakıp evraklara geçiyorum. Benim doğumumun öncesine kadar uzanan, gerekli gereksiz bir sürü evrak var. Yıllarca, hiç üşenmeden, alınmış bir ekmekten, gidilmiş seyahatlere kadar kuruş kuruş tutulmuş gider kayıtlarına bakıyorum şaşkınlıkla. Arada adım geçiyor. Benim için ödenmiş, bana ödenmiş paraların da kaydı var teker teker. Biliyorum kötü niyet yok ama adımın karşısında bir bedel durması garip hissettiriyor beni. Ederi olan bir mal gibi. Bana ödenmiş bedelin karşılığını verebildim mi? 

Onları her ziyarete gittiğimde, kendimi ailesini ziyarete gitmiş değil de, bir yakınını ziyarete gitmiş misafir gibi hissederdim. Senede bir, on beş gün süren bu ziyaretler, bir masal havasında, sürekli davetler, yemekler içinde geçer, gerçek hayatın akışından payını almazdı. Beni ziyarete geldiklerinde de aynı durum olur, ben normal hayat akışımdan on beş günlüğüne sıyrılır, dertsiz tasasız, bol yemeli, içmeli, çok gezmeli, bayram havasında bir süreç geçirtirdim onlara. Dönerken elime yüklü bir miktarda para tutuşturulduğunda kendimi, aynen şu anda hissettiğim gibi garip hissederdim.

Çekmecenin en köşesinde duran, kenarları uçak ile gideceğini belirten mavi, kırmızı damalı mektuplara takılıyor gözüm. Mektupların varlığı huzursuz ediyor beni. Dokunulması istenmeyen bir geçmişe pencere açılacak ve o pencereden giren rüzgâr beni üşütecek hissindeyim. Onları ellemeden diğer evrakları karıştırıyorum bir süre daha. Kayda değer bir şey olmamasına rağmen mektuplarla karşılaşmamı geciktirmek amacıyla her bir kağıdı detayına kadar okuyorum. Çoğu çöp.

Mektupları elime alıyorum. Tüm mektuplar aynı kişiden aynı kişiye yazılmış. Zarfların üstündeki, artık geçmişte kalmış, çocukça el yazımı tanıyorum. Mektupların hepsi özenle üstlerinden ya bıçak ya da mektup açacağı ile açılmış. Üstlerindeki damgalardan 1980-1983 yılları arasını kapsadığını anlıyorum. Daha öncesi ve sonrası nerede mektupların? Niye onlar yok? Diğer çekmeceleri karıştırıyorum. Hayır, hiçbir yerde yoklar. Yoksa daha önce ve sonra hiç mektup yazmamış mıyım? Hatırlamıyorum.

Elimde mektuplar; tozlu, yırtıklarından süngerleri pörtlemiş koltuğa oturuyorum. Süngerin arasına yuvalanmış karıncalar kaçışıyor oraya buraya. Oturduğumda havalanan toz zerreciklerinin bana cilve yapmalarını seyrediyorum bir süre. Bodrumun nemli havası beni üşütse de, mektuplar alev alev parmaklarımın ucunda. Açığa çıkarılmamış bir sırra ulaşmış, bu sırrı keşfedişin beni daha da karanlığa sürükleyeceğini hissedermiş gibi korkuyorum. Saçmalıyorum! O tarihlerde on yedi yaşlarındayım. O yaştaki bir genç kızın ne gibi bir sırrı olabilir ki? Kendime gülüyorum.

Çoğu, önlü arkalı bir sayfadan oluşan, otuz adet mektubu bir çırpıda okuyorum. Şaşırıyorum. Hepsi tornadan çıkmış gibi, aynı giriş ve sonuçla bitmiş, arası ise o tarihlerde neler yaptığımı anlatan bilgilerle doldurulmuş tek düze mektuplar. Satır aralarına bile sıkışmış hiçbir duygu yok. Sürekli gezen, tozan, havai, duygusuz bir genç kız mektubu yazan.  Gerçek miydi? Ben, gerçekten bu kız olabilir miydim? Sanmıyorum. Bu kız yabancı, bu kızı tanımıyorum.

Cenazede hissettiğim aynı yabancılık duygusu sarıyor. Ait olmadığım bir dünyaya davetsiz bir misafir olarak gelmiş gibi hissediyorum. Mezarlıkta, cenazeye tanıdığımdan çok tanımadığım insanların geldiğini gördüğümde,bu insanların yüzüme “bu da kim? “ diye sorarcasına bakışlarını yakaladığımda kendimi olmamam gereken bir yerin ucuna mecburiyetten iliştirilmiş hissetmiştim. Beni tanıyanlar tarafından, yıllarca saklanmış bir sır gibi tanımayanlara tanıştırıldığımda da perçinlenmişti bu his. Annemle babamın çok gerilerde kalmış evliliğinden değil de, sanki gayrimeşru bir çocukmuşum gibi, saklanması icap eden, babamın ikinci evliliğinin çok fazla içinde yer almaması gereken biri gibi. Öyle aykırı, öyle yabancı…

Mektupları yanıma alıp tekrar okuma dürtüsü ile doluyorum. Sonra vaz geçiyorum. Mektupları koltuğun üzerine bırakıyorum. Karıncaların mektupların üzerine tırmanışlarını seyrediyorum bir süre. Babamla ilgili bütün yoksunlukları mezarına gömdüğüm gibi, bu mektupların bana taşıyacağı tüm anıları da bodrumun karanlığına gömmek istiyorum.

Merdivenleri çıkarken, aklımda “ o kıza ne oldu? “ sorusu dönüp duruyor.





14 Ekim 2014 Salı

ALMANYA NOTLARI - 3

Yazının başlığından gene mi Almanya dediğinizi duyar gibiyim. Duygu yoğunluğu ile bir yerde olunca, insanın bakışı, gözlemleyişi farklı oluyor haliyle. Yürek kapılarınız açık olduğundan, dokunabiliyor bazı şeyler. Öyle esip geçmiyor rüzgâr, bir kar fırtınası gibi içinizi titretiyor. Sarıyor, dokunuyor, deliyor…

Bu sefer Almanya’ya cenaze için gittiğimden, birçok insanı görme, onlarla sohbet etme ve inceleme fırsatım oldu. Bu insanların çoğunluğu, babamın yaşı nedeniyle, yetmiş yaş üstü olmakla beraber, onların çocukları, torunları derken geniş bir yaş yelpazesini kapsıyordu. Dikkatimi çeken ilk şey, bu kadar kalabalığın içinde, eşleri vefat etmişlerin haricinde kimsenin yalnız olmayışıydı. Çoğunluğu hala ilk eşleriyle evli, bazıları ise ikinci evlilikleri ya da beraberliklerindeydi. Hayat arkadaşı kavramının iyice yerleştiği ve kanuni haklara sahip olduğu bir ülke Almanya. Dolayısı ile kağıt üzerinde imzaları olmasa da yıllardır hayat arkadaşlığı yapan çiftlere de evli diye bakıyorum ben. Gönülden evlenmişler, imzaya ne gerek? Zaten oldum olası, sevmemişimdir bu imza işini.

Daha da güzeli, bu çiftlerin kadınlarında bir mutsuzluk emaresi görmeyişimdi. Daha açık bir ifadeyle, erkekleri tarafından geride bırakılmışlık, ezilmişlik, bastırılmışlık sezilmiyordu kadınlarda. Birbirleri ile iletişimlerine baktığımda kadınla erkeğin eşit olduğu bir birliktelik görülüyordu. Birbirlerine önce insan, sonra kadın veya erkek diye bakıyorlardı. Hiçbir erkekte “sen anlamazsın”, “ sen benim bir adım gerimde dur “ duruş, hükümran bir tavır yoktu. Eşlerine karşı büyük bir saygı seziliyordu. Gencinde de yaşlısında da. Aramızda en genç olan, yirmi beş yaşındaki, üvey annemin yeğeninin oğlunun bile yeni kız arkadaşıyla son derece düzgün bir ilişkisi olduğu gözlemlenebiliyordu. Zaten aile de, oğullarının bu ilişkisine saygı duyuyor, daha birkaç gün evvel, kızın doğum günü için onu aradıklarını ve oğulları vasıtasıyla hediye gönderdiklerini anlattı. Ailenin bu saygısı, oğlana da yansımış, o da aynı sevgi ve saygı çerçevesinde davranıyordu.

Hatta bir tanıdıklarımızla çıktığımız yemekte, şu anda Londra’da görev yapan beyin görevinin Şubat’ta biteceğini öğrendiğimde, “ e sonra ne yapacaksın?” soruma “ New York’a gönderilme durumum var “ cevabına eşinin direk olarak “ hiçbir yere gitmiyorsun, Londra neyse ama New York asla olmaz “ çıkışmasını hayretle izledim. Adam buna ne sinirlendi, ne “sen karışma “ dedi, ne de başka bir şey. Sadece “sen öyle diyorsan “ dedi bıraktı. Eminim evde tekrar konuşulacaktır bu konu ama kadının çıkışmasındaki rahatlık, korkusuzluk dikkatimi çekti. Biz de olsa kadın fikrini beyan eder ama çekinerek. Bir de bir eve gittiğimizde kahve içmek istedim, kadın “bizde kahveyi kocam yapar, ben anlamıyorum kahve makinasından “ dedi ve ben kahvesiz kaldım. Bizde kahve yapamayan bir kadın topa koyulur, kesin!

E, ne var şimdi bunlarda diyebilirsiniz. Olması gereken zaten bu. Aynen öyle; olması gereken bu. Ancak ülkemdeki her yaş ve kültür seviyesindeki ilişkilere, kadınlara, erkeklere baktığımda maalesef durumun böyle olmadığını gözlemliyorum. En mürekkep yalamışının bile kadınlara belli kalıplar içinde baktığı bir ülke burası. Okumuş, kendini geliştirmiş, iki ayağı üzerinde durabilen kadınlardan uzak durulan veya iş hayatı yoğun olduğu için evde hamarat ev kadınını oynamayan kadınların “ iyi bir ev kadını değilsin “ şeklinde kulplar bulunup, eleştirilerek duygusal şiddete maruz bırakılan kadınların ülkesi. Facebook gibi sosyal paylaşım sitelerinde herhangi bir tartışmaya düşünceleri ile iki kereden fazla katılan bir kadına “aranıyor “ diye bakılan, bu çerçevede yaklaşılan dolayısı ile kadınları kendi kabuklarının içine sıkıştıran bir ülke. Bu düşünce yapısını aşabilmiş erkeklerin az olduğu bir ülke.

Ataerkil toplum yapısının kemiklerimize kadar işlediği bu ülkede sadece erkeklere yüklenmek istemiyorum. Kendi birçok sıkıntı yaşamış kadınlar bile iş kendi oğullarına gelince, aynen gördükleri düzen içinde, onları da, farkında olmadan belki, aynı düşünce yapısıyla yetiştiriyorlar. Kaç aile genç oğullarının, onunla gezip tozan, geceleri çıkan kız arkadaşlarına saygı gösterip, ön yargısız davranabiliyor? Hele bir de geceyi beraber geçirirse “orospu “ damgasını yemiyor mu? Dürüst olalım. Halbuki, aile saygı gösterirse oğlan da saygı gösterir.

Gene aynı çerçeve içinde, ailelerin kızlarını yetişmeleri de öyle. Kendimi örnek gösterirsem; okumuş, dünya gezgini bir aileye sahip olmama rağmen, üniversite okumak istediğimde “ okuyup ne yapacaksın? Evlenip evinin kadını olacaksın, bari başka erkeklerin yerini alma” diye üniversite okuma arzumun önüne geçilme çabası gösterilmiş biriyim. Bütün iş hayatıma rağmen kırk beş yaşında eşimden boşanmaya niyetli olduğumu söylediğimde “ başında erkeksiz nasıl yapacaksın? Bu yaştan sonra bir daha evlenemezsin de “ denilmiş biriyim. Demem o ki, bir yandan okutulurken ana hedefin her daim evlilik yani bir erkeğin koruması altında olmak olduğu öğretilen bir toplumda yaşıyoruz. Bu öğretiyi kendine hedef alan birçok kadın da var. Bütün bunlar erkeğe hükmetme yetkisinin verildiğini zannetmesine yol açıyor maalesef. İlişkinin, evliliğin karşılıklı sevgi, saygı, güven, paylaşım gibi ögeler taşıması gerektiği konusunu ise çoğunlukla el yordamıyla, tecrübeyle keşfediyoruz.

Kadının çok tartışıldığı, siyasetin kadın üzerinden yapıldığı bu günlerde, yukarıda bahsini ettiğim kadın algısını aşmış, kadını insan olarak kendisiyle eşit haklara sahip gören erkeklere, bu algıdan sıkılmış, toplum içinde önce insan sonra kadın olarak yer almak isteyen kadınlara çok iş düşüyor. Siyaset içinde yer alıp bu konuda çalışamıyorsak bile kendi çocuklarımızı doğru eğitip, en azından gelecek kuşaklarda bu sorunun azalmasına katkıda bulunabiliriz.