KÖR BAYKUŞ - SÂDIK HİDÂYET

Modern İran edebiyatının başyapıtlarından sayılan Sâdık Hidâyet’in Kör Baykuş’unu okudum en nihayet. Net olarak 70 sayfadan oluşan kitabı bir solukta okurum zannediyor ama her paragrafında derin düşüncelere dalarak dura kalka ama soluksuz okuyor okuyucu. Bir şeyler anlıyor ama kitabı okuyup bitirdiğinizde ne anladığınızdan emin olmayarak ayrılıyorsunuz kitaptan. Kitap bitiyor ama yankıları devam ediyor bir süre. Daha en başından insanı rahatsız eden, zaman ve mekân kavramını yok edip, derin karanlık sularda yüzdüren bir anlatımı var. Birkaç sayfada bir tekerleme gibi noktası virgülüne kadar aynı cümlelerin tekrarı kitabı masalsı bir havaya sokuyor. Anlatılan hikâyenin gerçek mi, rüya mı olduğunu, hikâyenin nerede başlayıp nerede bittiğini anlayamıyorsunuz. Kitapta anlatıcı, babası, amcası, kasap, arabacı, kambur ihtiyar gibi çeşitli karakterler olmasına rağmen bu tekrarlar ve hepsinin arasındaki benzerlik hepsinin tek kişi olduğunu söylüyor bana. Kitabın 70. sayfasında  “ Hayat, soğuk, kayıtsız, herkesin maskelerini çeker alır zamanla; maskeleri de çoktur herkesin. “ dediği gibi, aynı kişinin çeşitli maskelerine rağmen en altta tek kişi olduğunu, ne kadar maskelerse maskelesin kendi gerçekliğinden kaçamadığını  vurgulamak istiyor sanki. Kadın karakterlerde de aynı şey söz konusu. Annesi bayader ( Hint tapınaklarındaki dansöz), kahpe karısı, dadısı ve testinin üzerindeki siyah entarili kız da güzelliği, saflığı ama bir o kadar da sadakatsizliği, iffetsizliği anlatan simgeler olarak yer almış hikâyede.

Kadınla erkek gibi, iyiyle kötünün, yaşamla ölümün, namus ve iffetsizliğin, güzelle çirkinin iç içe geçtiği, birbirinden ayrılmaz, birbirinin içinden doğan ögeler olduğunu anlatan, bu ikilemin yarattığı acıyı, tarifsiz kederi anlatan bir roman diyebilirim ben. “Ölümün varlığı bütün vehim ve hayalleri yok eder. Bizler ölümün çocuklarıyız, hayatın aldatmacalarından bizi o kurtarır. “ diyor kitabında. Yaşadığı dünyayı bir tabuta benzeten, bu dünyada yaşamak zorunda olmanın, yaşarken ölmenin, ölü gibi hissetmenin kendisine verdiği acıyı insanı sarsacak kadar sert ve kanlı bir dille anlatan yazar 1951 yılında Paris’te intihar etmiş.  1936 yılında Bombay’da yayımlanan eser, hangi devirde yaşanırsa yaşansın, dünyaya hâkim olan değerlerle çatışma içinde olan kişilerin yaşadıkları çaresiz karanlığı yansıttığından zamansız bir eser. Gerçekten bir başyapıt.


Hiç yorum yok: