28 Mart 2014 Cuma

HAYRETLER İÇERİSİNDEYİM

Siyasetten anlamam. Gençliğimi ülkenin en çatışmalı yılları olan 1970-1980 arasında geçirirken ailemin beni pamuklar içine sarıp, olaylardan uzak tutmak için son derece apolitik yetiştirdiğini düşündüğümde, öyle geçmişten gelen bir bilincim de yok. Anlayacağınız gibi, çoğumuz gibi, memleket meselelerine geç uyananlardanım ben de. Bu eksiğimi kabul ediyor, ilerleyen yaşlarda bu ülkenin bir vatandaşı olarak , benim de bir parçası olduğum vatanımın geleceği üzerinde söz hakkım olduğunun bilincinde son senelerde daha fazla ilgilenmeye çalışıyorum.

Konuyla ilgili okuduğum bir çok makale, blog, kitap vs ‘deki gibi ne demek istediğini üç kere düşündüğüm, anlamak için bir daha bir daha okumak zorunda kaldığım afilli kelimelerim yok. Zaten iddialı da değilim. Sadece sade bir vatandaş olarak bilebildiğimi, inandığımı, düşüncelerimi ve duygularımı paylaşmak istiyorum. İşin teorik kısmını siyaset biliminden anlayan arkadaşlara bırakıyorum. Haddini bilmek de bir erdemdir.

Ancak yerel seçimlere iki gün kala, çevremde ve sosyal medya vasıtasıyla tanıştığım bazı insanlarda olaya hala parti meselesi olarak baktığını görüyorum. 12 yıldır başımıza kabus gibi çöken, kabul edelim ki hatalarımızla başımıza getirdiğimiz, son günlerde iyice çılgına dönen bir iktidarla karşı karşıyayız. Hangi partiye gönül veriyorsanız verin, bu iktidarın yaptıklarını onaylayacak bir parti düşünemiyorum. Sonuçta partiler inandıkları kendi doğruları çerçevesinde halka hizmet için vardırlar. Görüyoruz ki iktidar halka değil sadece kendilerine ve kendilerini ayakta tutacak zengin kesime hizmet vermişlerdir. İktidar partisine oy veren, miting alanlarını dolduran halk ise yol yapımı ( kimbilir kimler bu yollardan daha da zengin olmuştur?), sağlık reformu ( hoş, önce bedava deyip sonra misliyle geri almaya çalışıyorlar ama bunu görmek için göz gerek), Marmaray ve seçim dönemlerinde yakacak, gıda desteğiyle gözü boyanmış bir şekilde bu iktidara desteklerini sürdürmekte… Dini istismar ediyorlar diye ortaya çıkan bu iktidar dinin bütün temel unsurlarının üzerine basarak din siyaseti yapmaktadır. Bunu dünya alem görüyor, hala görmek istemeyenler için yapacak bir şey yok diyorum. Görmek, anlamak istemeyene ne kadar anlatmaya çalışırsanız, anlatamazsınız.

Benim esas şaşkınlığım, düşünen sorgulayan kesime… Önümüzdeki seçim bir yerel seçim. Dolayısı ile bir iktidar değişikliği olmayacak. Gezi olayları ile başlayan, 17 Aralık olayları ile iyice ayyuka çıkan, iktidarın topluma karşı sergilediği yönetim anlayışına “ hoop “ demek için bir fırsat. Bunu ancak muhalefetin elini güçlendirerek yapabiliriz. Bence burada en önemli unsur, ülkenin en büyük üç şehri olan İstanbul, Ankara ve İzmir’i iktidar partisine vermemek. Mümkün mertebe diğer illerde de… Bunun için hangi partiye gönül bağınız olursa olsun, o şehirdeki en kuvvetli muhalefet adayına oy vermek gerekliliğine inanıyorum. Hele bu yerel seçim vasıtasıyla iktidarın zafer çığlıklarını keselim, gücünün düşündüğü kadar sınırsız olmadığı hissini verelim, genel seçimde o günkü konjüktüre bağlı düşünürüz gene ne yapacağımızı diyorum.

Sarıgül’ü sevmem. Bunu açık açık söylüyorum. Ancak bu günkü ortamda benim için önemli olan şu anda Sarıgül değil, şu anda en kuvvetli muhalefet partisi olan CHP’nin daha da güç kazanması. İstanbul’dan oy kullanacağım için CHP diyorum. MHP adayının şansı daha yüksek olsaydı ona verirdim. CHP’ye de bayıldığımdan değil. CHP’nin de kendi içinde bir çok eksiği var ve daha çok yol alması lazım. Bütün bunlar doğru ama şu anki önceliğim iktidara bir “ dur kardeşim “ demek.

İstanbul ve Ankara gibi yıllardır AKP’nin kalesi olmuş şehirlerde belediyeyi kaptırırsa iktidarın daha da çıldıracağını düşünüyorum. Bu bir risk ama zıvanadan çıkmış bir iktidar daha da çabuk hazırlayacaktır sonunu. Amca kendi çıkarları uğruna, ülkeyi savaşa sokmaya çalışıyor ama esas savaş içimizde. Şu anda, bilmem farkında mısınız ama bir kurtuluş savaşı veriyoruz. Hepimizin bunun bilincinde olarak oy kullanmasını diliyorum.

İP’den adaylığını koymuş Levent Kırca’yı hayretler içinde seyrediyorum. Yıllardır hükümeti eleştiren parodileri ile bize yol göstermeye çalışmış bu değerli sanatçının bu seçimde gene büyüklüğünü ortaya koyarak adaylıktan çekilmesini beklerdim ama nerdee?! Dün akşam Kılıçdaroğlu “MHP ile ittifakınız var mı?” sorusuna “ hayır yok “ diye kısadan cevap verdi. Keşke olsa… Bu gün ülkenin bütünlüğü için, geleceği için, kendi erklerinden feda edecek tüm siyasetçiler ve partileri gelecekte kazanacaklardır.


Hala “ ben haftasonu Bodrum’a gideceğim, benim bir oyumdan ne olur? “ diyenlere şaştığım gibi şu etapta kazanma şansı hiç olmayan adaylara gönül bağlarından dolayı oy verecek arkadaşlara hayretler ediyorum. Bu vatan hepimizin arkadaşlar! Önce vatanı bir kurtaralım sonra siyasi farklılıklarımıza bakarız. Herkesi ama herkesi akla, mantığa ve vicdana davet ediyorum. Tekrar ediyorum, siyasetten anlamam. Sadece bu topraklarda doğup büyümüş, çocuğunu da bu topraklarda yetiştiren bir vatandaşın çığlığı bu…

24 Mart 2014 Pazartesi

ÇOBAN OLMAK

Bu sabah bir arkadaşım Amerikalıların coğrafya bilgisinin ne kadar zayıf olduğunu anlatan bir makale paylaşmış Facebook’ta. Görür görmez beynimde 16 yaşında gittiğim Amerika anılarım canlandı. Anıların içinde dolaşırken o yıl öğrendiğim bir şeyi de hatırladım.

Öğrenci değişim programı sayesinde sınıfımızın en çalışkanı ve benim o yıllardaki kankam Hesna, biz Lise 2’ye giderken, o Amerika’da bir okula Lise 3’e gitmek üzere seçilmişti. Bir sene hasret dolu mektuplarla geçtikten sonra onun mezuniyet törenine katılmak üzere, hayatımda ilk defa Amerika’ya gitmiştim. Orada okullar bizden daha geç kapandığı için, ben onların okulunun son bir ayına yetişmiştim. Her gün Hesna ile okula giderdim. Okul yönetimi beni misafir öğrenci olarak kabul etmiş, derslere ve sınavlara diğer öğrenciler gibi girmemi istemişti. Onlardan bir sene geride olmama rağmen girdiğim İngilizce ve Kimya sınavlarının bana çok kolay geldiğini ve öğretmenlerin sınav kağıdımın üzerine Türkiye’den gelmiş bir öğrencinin bu kadar başarılı olduğu için şaşırdıklarını ve hayatta bana başarılar dileklerini yazdıklarını hatırlıyorum. Not mot yoktu tabii sınavların üzerinde ama sınıftaki çoğu öğrenciden daha iyiydi sınav kağıdım. İlk o zaman okulum Üsküdar Amerikan Kız Koleji’nin kıymetini anlamıştım.

Okula ilk gittiğimiz gün, biraz da bilmediğim bir yerin verdiği ürkeklikle arkadaşımın koluna girdiğimde, elektrik çarpmış gibi kolunu çekmişti Hesna. Halbuki o yıllarda kız kıza, kol kola gezmek çok normal bir şeydi ülkemde. “ Sakın koluma girme, bizi lezbiyen sanarlar “ demişti. Lezbiyen? O zamana kadar hayatımda duymadığım bu kelimenin ne anlama geldiğini bilmiyordum bile. Böylece kelime dağarcığıma “ lezbiyen” kelimesini de eklemiş oldum. Gene aldığım kültürle, ilk defa gittiğim bir yere düzgün giyinmek gerektiğini düşündüğümden, güzel bir elbise giymiş, annemlerin bana o sene hediye ettikleri minik altın küpe ve mineli yüzüğümle kendimi süslemiştim. Arkadaşım beni arkadaşlarına tanıştırdığında ilk gelen yorum “ siz çok zenginsiniz herhalde “ oldu. Sonradan Hesna’nın bana söylediğine göre altın küpe takmak zenginlik belirtisiymiş oralarda. Tabii hemen çıkarıldı küpeler ama akıllarda kalmış olmalı ki bir tanesi bana bir gün “ sizin kaç deveniz var? “ diye sordu! Ben “İngilizcem mi yetmiyor acaba soruyu anlamaya?” diye hayıflanırken sadece “ pardon? “ diyebilmiştim.” Siz ulaşımınızı develerle sağlamıyor musunuz? “ diye açıkladı kız. Şaşkınlıkla “ nereden çıktı bu? “ deyince de “ Arabistan’da ulaşım develerle yapılıyormuş “ diye cevaplamıştı kızcağız. Ben Türkiye’nin Arabistan’ta olmadığını, zaten Arabistan’ta bile insanların artık deveyle ulaşım yapmadıklarını anlatmaya çalışırken Hesna kolumdan çekmişti. “ Boşver anlatma, anlamıyorlar. Ben bir senedir anlatıp duruyorum. “

Dikkatimi çeken diğer bir olay ise, Hesna’nın beni yerleştirdiği gene aynı okulda okuyan bir öğrencinin evine hiç gazete alınmayışıydı. Gazete nevinden günlük kasaba haberlerini yazan 3-4 sayfalık bir gazetecik vardı evde sadece. Sanırım bedava dağıtılıyordu. O yıllarda bilgisayar devasa boyutları ile sadece bazı şirketlerin kullanımında olduğundan her eve en az 1-2 gazete alındığı yıllardı. En azından bizim evde öyleydi. Her sabah gazete okumak bir alışkanlık haline geldiğinden 1 ay kaldığım Amerika’da gazetenin eksikliğini ciddi ciddi hissetmiştim. Televizyonda ise bir sürü kanal olmasına rağmen hane halkının seçimi ile bağlıydım. O süreç içinde ülkemden ve dünyadan uzak kasabanın sınırları ile sınırlı bir dünyam oldu. Kasabanın boyutu kadar bir dünya içinde yaşayıp gidiyorlardı insanlar. Fazla bir şey sorgulamadan, gündelik hayatın içinde yuvarlanarak.

Buna benzer anlatabileceğim birçok olay başıma gelirken, bir gün sınıfta pembe yanaklı, uzun boylu bir çocuk geldi yanıma. Adının Mark olduğunu öğrendiğim çocuk, kendini tanıttıktan sonra “ siz hala cumhurbaşkanınızı seçemediniz mi? “ diye sorunca günlerdir gelen aptalca soruların ardından Türkiye’nin gerçek gündemine ait bir soru duymak beni iyice afallatmıştı. O sene ben Amerika’ya doğru yola çıktığımda hala cumhurbaşkanı oylamaları sürüyor, bilmem kaçıncı tura rağmen sonuca bir türlü ulaşılamıyordu. Açıkçası o yaşlarda son derece apolitik bir genç olduğumdan detayları da fazla bilmiyordum. “ Sen nereden biliyorsun? “ diye sorduğumda “ ben gazeteci olmak istiyorum, haberleri çok sıkı takip ediyorum “ demişti Mark Klein. O günden sonra Mark’a özel bir hayranlık beslediğimi de itiraf etmeliyim.

O gün okuldan eve geldiğimde “ sürüyü bir çoban güdüyor, demek ki Amerika bu sürünün içinden çoban olmak isteyenlerle ayakta duruyor “ diye düşündüğümü hatırlıyorum. “Sürüyü fazla bilgilendirmeye gelmez yoksa herkes çoban olmak ister ortalık karışır. Gerçekten çoban olmak isteyenlerin içinden çoban olabilecek yeteneğe sahip olanların yolunu açarak, sürüye de yeterince ot vererek büyük güç oluyor” gibi bir düşünce geçmişti aklımdan. Hayatta aldığım en önemli derslerden biriydi. Tabii o zaman, olumlu anlamda bir dersti bu benim için. Hayatta bir şey olmak istiyorsam, bana verilenlerle yetinmeyip daha çok araştırmalı, öğrenmeli ve çok çalışmalıydım. Sürüden biri değil, çobanların arasında olmalıydım.


Bu gün Facebook’ta ki paylaşımı görünceye kadar unutmuştum bunları. O paylaşım sayesinde geriye dönüp o günleri hatırladım. Mark Klein sayesinde öğrendiğim Amerika'nın çoban –sürü politikası ise çok tanıdık geldi birden bire. Nedense?!

23 Mart 2014 Pazar

HER ŞERDEN HAYIR DOĞAR

Ülkemde her gün yeni bir olay oluyor. En heyecanlı aksiyon filmini aratmayacak şekilde her gün yeni bir aksiyon! Sadece ülkemde değil dünyada yer yerinde oynuyor son senelerde. Genellikle Müslüman ülkeleri hedef alan bu hareketlilik, hem Müslümanlara hem de dünyaya son din olan Müslümanlığı, insanlığı sorgulattırıyor insana.

Yaşananlar öyle böyle değil. Protestolar, ölenler, yaralananlar, bölünmeler, hakaret gibi üzücü her şey en bolundan maalesef. Olaylar artık öyle bir boyuta ulaştı ki her şey trajikomik. Sinir bozukluğundan artık makara kukaraya dönüştü. Her kabul edilmez olayın arkasından inanılmaz bir mizah duygusu ile göğüs germeye çalışıyor herkes.  İyi de oluyor böyle olması… Karşındakini yıpratmak amaçlı yapılan her harekete verilebilecek en iyi cevap mizah. Bazıları bu umursamaz, takmaz havasıyla yapılan mizahı umutsuzluk olarak algılasa da aslında en fazlasından umut bana göre. Zehir gibi gençlerin, manipüle edilmeyerek, sağduyularını kullanarak duruşlarını çok net sergilemeleri olarak alıyorum ben bunu.

Her ne kadar yaşananlar çok sevimsiz ise de, ben bu dönemi “ aydınlanma çağı” nın başlangıcı olarak görüyorum. Yeni bir Rönesans… Her şey o kadar çirkinleşti ki rezalet diz boyu, insanlık hak getire, vicdan sıfır… Tüm öğrendiğimiz, içselleştirdiğimiz ahlaki değerler ayaklar altında… Her yer, herkes çamur… Pislik boyumuzu aştı. O kadar ki artık en ilgilenmiyorum diyenini bile sorgulamaya, isyan ettirecek boyuta geldi iş. Değil 10-15 yaşındaki çocuklar, 5-6 yaşındaki çocuklar bile olayları bilir oldu. Eskiden uzak durulan siyaset artık her evin gündemine girdi.

Tarihe dönüp bakarsak, bu günkü iktidarın nasıl başa geldiğini görürüz. Ta Osmanlı’dan beri içimize işlemiş bir yabancı hayranlığı ile kendi insanımızı, kendi değerlerimizi, kendi dinimizi göz ardı ettik yıllarca. Çuvaldızı biraz da kendimize batırmak gerek önce. Yabancı kültürle harmanlanmış bir kültüre sahip olmayanları, olamayanları küçümsedik uzun süre. Batı müziğini seven türküleri sevmezdi. Sevmediği gibi sevene de “bu benden değil” gibi bakardı çoğunlukla. Halbuki her şeyin güzeli güzeldir. Hem türküleri hem de Beethoven’i sevebilir insan. Dine saygıyı çok küçük yaşlarda öğrenmemize rağmen, dini vecibelerin kalıpları üzerinden büyüdük. Kaçımız Kuran-ı Kerim’in derin felsefesini okuyup anlamaya çalıştı? Okumadan, anlamadan “başımı örtmek bana ters” deyip, başını örtenleri dışladık. Aynı kalıp diğer taraf içinde geçerli... Onlarda aynı şekilde bizi dışladılar. Ancak geçmiş yıllarda yükselen değer bu batı kültürü ile yetişmiş olanların yanında olunca, ekonomik anlamda da kazanan taraf batı kültürünü hazmetmiş olanlar oldu. Yıllarca sağcı-solcu çatışmalarının içinde yüzlerce genç feda ettik. Gittikçe kendilerini ezilmiş, söz hakkı olmayan olarak gören grup ortaya çıkan bu yeni akımın heyecanlı takipçisi oldu. En nihayet biraz da söz hakkı bize diyerek! Tabii ki her akımın fanatikleri oldu ve her zaman olacak. Onları konu dışı bırakıyorum.

Bu gün yaşananlara bakıyorum, hangi görüşte olursa olsun, herkes ama herkes memleket meselelerine kafa yormaya başladı. Çocukluğumun sağcı-solcu çatışmaları sırasında beni siyasetten uzak tutmak için ellerinden geleni yapan ailem gibi aileler azaldı. Herkes yaşına, bilgisine, hayata bakış açısına göre düşüncesini beyan ediyor artık. Apolitik dediğimiz gençler zehir gibi. Kalıplaşmış siyasi görüşlerin dışında yepyeni bir bakış açısı ile geliyorlar. Daha hümanist bir yaklaşımları var hayata. Zamanında yok saydığımız, küçümsediğimiz dini değerlere sahip çıkmaya başladık. Yok saymak yerine okumaya, anlamaya ve güzelliklerini hayatımıza sokmaya başladık. Eskiden birbiri ile konuşmayan türbanlı ve türbansız kızlar, şimdi arkadaş oluyorlar. Sosyal medya aracılığı ile farklı dünya görüşlerine sahip insanlar aynı zeminde buluşabiliyorlar. Bizim zamanında zaten farkında olmadan ötekileştirdiğimiz grupları, Başbakan daha da ötekileştirdikçe, onları anlama ve birleşme içgüdüsü geliştiriyoruz. Şerden hayır doğuyor özetle.


Ben sadece Türkiye’nin değil, dünyanın da bir aydınlanma çağına girdiğine inanıyorum. Tüm dinlerin çıkış noktası olan Ortadoğu’dan başladı gene bu yeni çağ. Uzun zamandır içimde olan umutsuzluk umuda yer verdi benliğimde. Bu nedenle pes etmeden mücadeleye devam diyorum. Her iktidar başa geldiği günden itibaren kendinden yemeğe başlarmış. Bu iktidarın da son demleri. Ancak meselemiz sadece bu iktidardan kurtulmak değil, yeni Türkiye’nin inşasında doğru, adil ve hümanist değerleri temel değerler olarak kabul edip yaşatacak bir irade ve idareye sahip olmak. Bu açıdan şu anda can simidi gibi sarıldığımız muhalefet partilerinin de bu ortamdan etkilenip kendilerini bırakmak yerine, daha çok çalışıp bu yeni anlayışı taşıyacak, yaşatacak niyete ve güce sahip olduklarını göstermeleri gerek. Artık eskisi gibi “armut piş, ağzıma düş” dönemleri bitti. Halk, ülkenin idaresinin herhangi birilerinin eline bırakılmayacak kadar değerli olduğunu öğrendi ve çok daha fazla işin içine girdi. Bundan sonra idareye talip olan parti halka rağmen değil, halkla birlikte çalışmaya gönüllü olmalı. Sadece söylemde değil, eylemde de!

Bu anlamda baktığımızda ben yaşananları doğum sancısı olarak görüyorum. Yaşananlar o kadar mantık sınırını aştı ki, neredeyse Başbakan’ın bu aydınlanma çağını başlatmak misyonu ile dünyaya geldiğine inanacağım. Kimbilir, belki gerçekten de öyledir ! 

14 Mart 2014 Cuma

HER KARANLIK İÇİNDE AYDINLIK BARINDIRIR

Bir gün arayla…

İki resim… İki baba… İki acı…

Her ne kadar birbirine tezat görünse de aslında aynı…

Ben bu babalara, bu babaların gözlerine baktığımda sadece tek şey görüyorum. Evlat acısı… Bu gözlerde tüm diğer söylemler anlamını yitiriyor. Koca bir boşluk ve koca bir acı…

Biri Alevi, diğeri ise Sünni bu babaların… Biri sol görüşlü diğeri sağ görüşlü muhtemelen. Ne fark eder? İkisi de insan, ikisi de aynı acıda buluşmuşlar. Bundan ötesi var mı? Soruyorum, var mı?

İkisini de dinliyorum. İkisi de sakin olmaya davet ediyor insanları. İkisi de insanlığa davet ediyor herkesi. Halbuki ne kadar zor, yüreklerine taşınamaz bir ağırlık binmiş bu insanların bunu söylemesi. İsyan etseler hakları, yakıp yıksalar hakları, sayıp sövseler hakları ama yapmıyorlar. Nasıl hakları diyenlere sorarım? Sizin evladınız var mı? Hiç evladınızı kara toprağın altına yolcu ettiniz mi? Ben de etmedim ama anneyim. Sanırım ben de girmek isterdim aynı toprağa onunla birlikte. Öylesine derin delmiş ki bu acı, başkaları da pay almasın istiyorlar benzer bir acıdan. Saygı duyuyorum bu iki babaya da. İkisini de yüreğime alıyorum gözyaşlarım eşliğinde.

Bu karanlık günlerden aydınlık doğacağına inanıyorum. Berkin, Burak ve diğerlerinin ölümlerinin bize ışık tutacağını, yolumuzu aydınlatacağına inanıyorum. Değerli bir okulumuzun Berkin için verdiği taziye mesajında yazdığı “ bir hiç uğruna ölen “ sözüne asla inanmıyorum. Onların ölümü bir hiç olmayacak bilakis insanlığa ışık tutacaktır. İçimizde kalmış insanlık kırıntılarını meydana çıkaracaktır.

Hepimiz ama hepimiz, sağ - sol demeden, Türk Kürt demeden, Alevi Sünni demeden, elimizi taşın altına koyup bu bölücülüğe, ayırımcılığa çanak tutan zihniyetlere dur demek zorundayız. Her ne şekilde ölmüş olursa olsun, gencecik kardeşlerimizi toprağa verirken, insanlıktan çıkıp üzülemiyorsak, acıyı hissedemiyorsak vay halimize! Siyasi düşünce farklılıklarımızı bu acıya bulaştırıyorsak, yanlış noktadayız demektir. Ne inandığımız siyasi düşünceye faydamız olur ne de bu ülkeye. Her siyasi düşüncenin, yöntemleri farklı da olsa hedefi aynıdır. İnsan refahını, mutluluğunu sağlamak… Kimi bunu kapitalizmle sağlayacağına inanır kimi sosyalizmle. Eğer amacından sapıp, tümün refahından kısıp sadece belirli bir kesimin hizmetine dönüşüyorsa amacından sapmıştır. Bu nedenle hangi görüşte olursak olalım, en özümüzde insanlık değerlerinin olması, bu doğrudan asla ve asla taviz verilmemesi gerekir.

İlk önce kendimize dönüp özeleştiri yapmalı, günümüzde yükselen bölücülük ve ayırımcılığa neden olan tarihi hatalarımızı bulmalıyız. Bu günkü iktidar nasıl bu kadar yandaş buldu sorgulamalıyız? Bulduğumuz hatalardan ders alarak, hatalarımızı düzeltmeliyiz. Karşı tarafı eleştirmeden önce kendimizi eleştirmeliyiz. Sayıp sövmeden ziyade sevmeyi öğrenmeliyiz.

Bir arkadaşımın paylaşımından gördüm. “Acıya kimlikler yüklemeden, gözyaşlarımız insanca aktığı zaman barış gelecektir “ demiş Murat Yalçın. Ne kadar güzel ve doğru demiş. Sevgi kimlik istemez…

Gelecek aydın günler uğruna ölen genç kardeşlerimin mekanları ışık olsun. Kara toprağa yolcu etmiş annelere babalara metanet diliyor, gelecek aydınlık günlerde çocuklarının izlerinin olacağı bilinciyle yüreklerinde biraz huzur bulmalarını umuyorum.




11 Mart 2014 Salı

IŞIKLAR İÇİNDE UYU BERKİN...

Öfkeliyim, kızgınım, üzgünüm…

Bir kayıp daha verdik bu anlamını yitirmiş, kara komediye dönüşmüş iktidara. Bir can daha… On beş yaşında, daha hayatının baharında olması gereken bir can… Ne desek boş, ne söylesek anlamsız… Kelimeler yetmiyor, sözcüklerin içi boş. Öylesine kırgınım…

Tam bu anlamsızlığın içinde yiten umudumu yazmak üzereydim Berkin’in haberini aldığımda. Bekliyordum beklemesine de gene de çok koydu bu haber. Aylardır içinde kaybolduğum, gittikçe beni uyuşturan bu kara mizahın son damlası oldu Berkin’in ölümü. Patladım, döküldüm, ağladım. Ağlıyorum hala… Berkin’e, Berkin’in simgelediği her yok oluşa, kaybettiğimiz değerlere, insanlıktan yitişimize…

Daha çocuktu Berkin… Belki de olanlarla hiç ilgisi olmadan, ekmek almaya giderken kaza kurşunu ile vuruldu. Hiç mi sızlamadı yürekleriniz? Bu güne kadar hangi devlet görevlisi tuttu bu ailenin elinden? Ötekileştirip bıraktınız kendi kaderine, küçücük yaşında tecavüze uğrayan kızların faillerini serbest bırakıp onları da kendi kaderlerine bıraktığınız gibi. Bu çocuklara sahip çıkmaya çalışan halkı da devlete düşman bellediniz. Hani insanlık nerede?

Öfkeliyim… Dün sabah hastane önünde gözaltılar olurken Cumhurbaşkanı Berkin’in babasını arıyor bir yandan. Bu ne komedidir! 267 gündür yatıyor o çocuk orada. O kadar zamandır neredeydin Sayın Cumhurbaşkanı? Bu telefonun samimiyetine inanmamı bekleme benden. Son günlerdeki tahliyelere de. Ne hesabınız var on beş yaşındaki bir çocuğun üzerinden görülmesi gereken? Bu kadar mı acizsiniz? Bu kadar mı vicdansız?

Yıllardır Türkiye Cumhuriyeti’nde dini inançları yüzünden baskı altında olanlara özgürlük söylemi ile yola çıktınız. Amenna! Şimdi olanlara, yapılanlara bakıyorum da dini inanç bunun neresinde? Dinde vicdan esastır, sizin vicdanınız nerede?

Endişeliyim… Endişeliyim çünkü artık söylenen hiçbir söze, yapılan hiçbir harekete inanmıyorum. Yapılan hiçbir şeyin millet yararına yapıldığını düşünmüyorum. Herkes kendi derdine düşmüş, birbirini harcıyor durumuna geldik. Yazık değil mi bu millete?

Öylesine tıkandım ki yazamıyorum. Sadece ve sadece insanı değerlerle yoğrulmuş güzel memleketimin kara yüreklerinizin içinde yok edilişine ağlıyorum.


Berkin ışıklar içinde uyu. Ölümün bize ışık olsun…

8 Mart 2014 Cumartesi

EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ... 8 MART

Bu gün 8 Mart… Ortalık “Kadınlar Günü “ diye inliyor. Bir kere bu gün “Emekçi Kadınlar Günü.”  Sadece “Kadınlar Günü” deyince baştan yanlış başlıyor iş. Ha tabii, her kadın “ben de evde temizlik yapıyorum, aş pişiriyorum, çocuk bakıyorum onlarda emek” diyebilir. Haklılar da, onlar da emek hem de ciddi emek, çoğu zaman takdir edilmeyen. Ancak bu gün bunları da yapıp bir de üstüne dışarıda çalışan kadınların günü. Çoğu ülkede daha az maaş, daha zor terfi, zor çalışma koşulları ile ötelenmiş kadınların. Hem evde hem işte çalışan kadınların… Gündüz tarlada, fabrikada, ofiste çalışıp, çocuğunu bıraktığı kreşten, anneanneden, komşudan nefes nefese alıp eve koşan, beş dakika dinlenmeden yemek pişirme derdine düşen kadınların günü…

Kadın haklarının tartışılması gereken bir gün bana göre. Takdir anlamında çiçek, böcek, hediye alınmak istiyorsa alınsın ama kapitalizmin ağına düşüp anlamının saptırılıp, mecburiyet altında tüketim kavramına daha da çok yüklenilen bir gün olmamalı bence. Evliyken ve çalışırken bana en anlamlı gelen hediye, eğer haftasonuna denk gelmişse 8 Mart, eşimin beni uyandırmayıp mükellef bir kahvaltı sofrası hazırlamasıydı mesela. Hafta içiyse de akşam yemeği. Hoş gelirdi, normal rutinin dışında, bir nefes gibi…

Şu son iki-üç günde cep telefonuma düşen mesajlara bakıyorum da, aklınıza gelebilecek her türlü mağaza “Kadınlar Günü” ne ayrıcalık olarak değişik oranlarda indirim mesajları atıyorlar. Alın, daha çok alın. Tüketin… En komiği de bir inşaat firmasının gönderdiği mesaj; 8 Mart Kadınlar Günü şerefine %8 indirim yapıyormuş daire fiyatlarında! Çok güldüm. Sıkıysa almaya niyetlenen kadının çalıştığı yıl kadar yapsana indirimi, madem bir hoşluk yapacaksın. Olur mu? Olmaz…

Kadının gittikçe anlam değiştirdiği ülkemizde kadın haklarını tartışmak, kadının konumunu yeniden yerine oturtmak için anlamlı bir gün olabilirdi bu gün ama her sembolik gün gibi bu günde yalandan “kadınlar baş tacımızdır “ konuşmalarıyla geçecek. Bütün sosyal medya ortamları çiçekler, böcekler ve tebriklerle dolacak. Bu günkü gündem de bu olacak, yarın başkasına geçmek üzere. Kendimizi oyalayacağız özetle. 4+4+4 eğitim sistemiyle taa çocukluktan başlayan cinsi dişi olan kişiler üzerindeki tahakküm gittikçe artıyor oysa. Kürtaj yasağıyla kadının kendi hayatı ve bedeni üzerindeki hakkı alınıyor elinden.  Kadına şiddet, bu güne kadar görülmediği kadar artıyor. Tecavüzcüler serbest bırakılıp, o kızların kadınların hayatı karartılıyor. İş yerlerinde gittikçe artan mobbing vakalarıyla dolu ortalık, genelde hakkında hiçbir şey yapılmayan. O kadar çok örnek var ki kadına karşı. Esas bunların ortaya çıkarıldığı bir gün olmalı 8 Mart.

Kadın fiziksel farklılıklarının yanı sıra, erkeklerden değişik çalışan akıl ve duygu dünyasıyla kendine has bir varlık. Erkekler de öyle. Birbirlerine karşı değil, bilakis birbirlerini tamamlayan varlıklar. Birinin zayıf yanı, diğerinin güçlü yanı. Biri olmadan diğeri tam olmuyor. Birbirlerini ezmeden, birbirlerine saygı göstererek yan yana, birlikte oldukları zaman inanılmaz bir enerji yaratabilecek güce sahip bu ikili. Bundan kaçınmak yerine, bunu kucaklamak lazım.


Adı “Kadınlar Günü “ olmasına rağmen, kadına saygı duyan her erkeğinde el verip beraberce mücadele edildiği bir yol olmalı bu. Kadının hak ettiği saygıyı, hayatta ve toplumda erkeklerle eşit haklara sahip olduğunun anlatılması gereken bir gün aslında. Hoş bir güne sığdırmak tabii ki anlamsız ve yetersiz. Her an, her ortamda, her imkanda anlatılmalı bu. Sonuçta hepimiz insan değil miyiz? Kadın/ erkek diye ayırmanın ne kadınlara ne de erkeklere faydası var. Diğerini kendimiz gibi önce insan olarak görebildiğimiz sürece, ne ötekileştirme ne ayırımcılık kalır. İnsanlık şemsiyesinin altında birleşebilir kadını da erkeği de, diğer bütün etiketlenmiş ayırımcı kalıplar da. Birleşmeli de…

6 Mart 2014 Perşembe

BU GÜN GÜNLERDEN AŞK

Bu gün günlerden AŞK…

Bu gün yani 6 Mart, benim Sevgililer Günü’m. Bu gün kızımı kucağıma aldığım gün, görür görmez aşık olduğum.

Önce bir dokuz ay flörtleştik birbirimizi görmeden. Bir duvarın arkasından o büyüdükçe büyüyen bir sevgi gelişti aramızda. Henüz tanımasak da birbirimizi, duvarın iki yanından ses verdik birbirimize, merak ettik keyfimizi, sağlığımızı. İlk başlarda varlığından haberdar olunca, şaşkınlıktan, heyecandan midem bulandı bir süre. Alıştıkça onun varlığına keyif aldı yerini heyecanlı bulantının. Dört ay sonra, tanımadığım ama içimde o güne dek bilmediğim bir sıcaklık uyandıran varlığın sakat olma ihtimali çıktı ortaya. Çok üzüldüm günlerce. Gene de onu çok seviyordum, her haliyle kabulümdü. Bir ay sonra şiddetli tekmelerle üzülmemem gerektiğini, sakat makat olmadığını müjdeledi bana. Aylar geçtikçe arttı sohbetimiz. Kıskançtı da biraz. Geceleri onunla baş başa kaldığımız saatlerde “uyuma “ dedi bana tekmeleriyle” sana ihtiyacım var.”  Büyüdükçe, varlığını daha da hissettirdikçe onu görme arzusu dayanılmaz oldu. Günler geçmek bilmedi. O da kendi dünyasına sığamaz oldu. Birbirimizi görmek, koklamak, sarılmak için önüne geçilemez bir istek duyduk.

6 Mart sabahı, en nihayet bu arzumuza kavuştuk. O karanlık dünyasından tanımadığı seslerle dolu, aydınlık bir dünyaya doğduğundan şaşkındı. Bu karmaşık dünyaya gözlerini kapadı önce, belki korkudan, belki şaşkınlıktan. O güne kadar benden başkasını tanımıyordu ki! Önce ben gördüm onu. Kucağıma verdikleri ilk anda, ilk görüşte aşktı zemini dokuz boyunca hazırlanan. Kokusu melek kokusu olmalıydı. Öyle çektim içime. Başka hiçbir koku, onun kokusu kadar insana huzur veremezdi. En azından bana… Aradan geçen 13 seneye rağmen hala onun kokusudur bana en huzur veren.

O da bende tanımadığımız bir dünyaya doğduk 6 Mart sabahı. Beraber büyüdük bu 13 sene boyunca. Birbirimizin elinden tuttuk senelerce, hiç ayırmadan. İyi günü de kötü günü de beraber paylaşıp atlattık onunla. Kah kızdık, kah güldük, kah söyledik ama sevgi pınarımızdan bir damla eksiltmedik. Her geçen günle daha da gür çağladı o pınar. Aşkı, sevgiyi, sabrı, hoşgörüyü, cesareti onun sayesinde öğrendim. O da benden bir şeyler öğrendi muhakkak. Besledik birbirimizi sevgimizle. Gün be gün gelişip serpildi aşkımız.

Bazen “benden nasıl böyle farklı bir çocuk çıkar” bile dedirtebilecek kadar değişik duruşuyla bana benim gibi olmayana saygıyı öğretti. Bağırmadan dinlemeyi, farklı fikirlerde de olunsa birbirini anlamanın mümkün olduğunu, inandığım bir değer için dik durmayı onun sayesinde öğrendim. Belki de o bana, benim ona öğrettiğimden daha çok şey öğretmiş olabilir. O bana bir hediye, tanrının bana bir lütfu.

O benim kızım. Hayatımın, varlığımın anlamı… Benim hayat pınarım, her şeyim, en büyük aşkım. Hayatıma girdiği andan beri, onunla geçirdiğim her bir saniyeye minnettarım. Ona olan sevgim, onun varlığı beni ayakta dik tutan. Tanrıya bana böylesi bir güzelliği bahşettiği için şükrediyorum.


İyi ki yollarımız kesişti, iyi ki varsın canım kızım. Seni seviyorum…