Birçok kütüphane,edebiyat dergisi veya edebiyat eleştirmeni tarafından yayınlanan
listelerde, okunması gereken 100 kitap arasında muhakkak yer alan bir kitap Vladimir Nabokov’un Lolita’sı. Yaptığı röportajlarda, konusundan ziyade İngilizcenin,
ona göre Rusçaya nazaran eksik olan kelime haznesinden yazmakta en zorlandığı
ancak dili keşfettikçe İngilizce diliyle yaşadığı aşkla en keyif aldığı eseri olarak bahsediyor. Amerika’da yaşamasına rağmen 1953 yılında bitirdiği kitap,
ilk olarak 1955 yılında Paris'te basılıyor. Amerika’da basılmasıysa 1958 yılını buluyor.
Elimdeki Penguin Books, 2011 baskılı kitabın en sonunda yer
alan, 1956 yılında yaptığı açıklamaya göre, kitabın ilk tohumları 1940 yılında,
Paris’te hastanede yatarken okuduğu bir haberle atılmış. Haberde, bir maymunun,
yıllarca bir bilim adamı tarafından eğitildikten sonra, bir resim çizdiği,
çizdiği ilk resmin ise içinde hapsedildiği kafesin demirleri olduğu yazıyormuş.
Bu haberden etkilenen Nabokov, o tarihte Rusça yazdığı öyküde, Lolita’daki
gibi, ana karakteri etkilendiği genç kızın hasta annesiyle evlendirmiş, anne
ölünce öksüz kalan kızdan bir motel odasında faydalanmaya çalıştırmış sonra da
bir kamyonetin atına kendini atıp intihar ettirmiş. Amerika’ya yerleştikten
sonra tekrar okuduğu öyküyü beğenmeyip yok etmiş.
O açıklamada kitabın yayınlanma aşamasında çektiği
zorluklardan da bahsetmiş. Gönderdiği birçok yayınevi tarafından pornografik
olarak algılandığı için basımı reddedildiği gibi, bir yayınevi de dilin fazla
süslü olduğunu, dilini basitleştirip pornografiye yaklaştırırsa basılabileceği
şeklinde cevap vermiş. Yazarın bu algılamaya karşı duyduğu kızgınlık karşısında
bu açıklamayı eklediği anlaşılıyor.
Kitapta, kırk yaşlarında bir profesörün on iki yaşında bir
genç kıza duyduğu aşk ve bu kızla yaşadığı, içinde cinsel ilişkiyi de
barındıran süreç anlatıldığı için kimileri pornografik olarak algılasa da, romanın pornografiyle ilgisi yok. İlk bölümünde daha sık rastlanan pornografik
ögeler, ikinci bölümde satır aralarına sıkıştırılarak, gözden uzak verilmiş.
Yazarın açıklamasında da söylediği gibi, bir hapsolma hikâyesi daha çok.
Kitabın en başında anlattığı, gençliğinde aşık olduğu bir
genç kızın ölümünden sonra genç kızlara saplantılı hale gelen profesör,
mecburen bir gece kalmak zorunda olduğu evde, evin dul sahibinin genç kızını
görünce orada uzun süreli kalmayı, hatta kıza yakın olmak için dul sahibeyle evlenmeyi
kabul ediyor. Karısı, profesörün günlüklerinden kızına olan ilgisini anlayınca
sinirle kendisini sokağa atıyor ve bir araba tarafından çarpılıp ölüyor. Öz
babası ölmüş da daha önceden ölmüş olan kızı, gönderilmiş olduğu yaz kampından alıp, bakıcı babalık rolünde
evinden uzaklaştırıp, şehirden şehire dolaştırarak, çeşitli otel ve motellerde
kalmacasına, içinde cinselliğin de olduğu beraber yaşamları başlıyor. Profesör
aşkının, kızsa çaresizliğin içinde hapsoluyor.
Kitabın konusunu vermekte bir sakınca yok zira kitapta,
profesörün kendi ağzından bu hapsoluşun kendi iç dünyasındaki yansımalarını
okuyoruz. Ben anlatıcı kullanıldığı için Lolita’nın iç dünyası hakkında fazla
bir fikir sahibi olamasak da, verdiği tepkilerden, istediği rüşvetlerden içinde
hapsolduğu çaresizliği, bu cehennem hapisten kurtulma çabalarını ve bana en
dokunanı, bir genç kızın saf dünyasının adım adım yıkılışını görüyoruz. Bir
yandan da, şehirden şehire giderken Amerika’nın da portesini çiziyor yazar.
Zaman zaman profesörün kendinden nefret edişi, kendini
canavar, tecavüzcü olarak tanımlaması olsa da Lolita’ya olan aşkının içinde
yenilişini okumak, bu saplantılı, çocuk istismarcısı karaktere yakınlık
hissettirmedi bana. Bütün kitap boyunca esas adı "acı" anlamına gelen Dolores
olan Lolita’nın çektiği acıyı düşünüp ona yakın kaldım ben. Onun bu hapisten
çıkmak için uyguladığı sıra dışı yöntemleri affedebildim. Her ne kadar konu çok
ağır olsa da, yazarın kullandığı trajikomik dil zaman zaman acı bir gülümseme
bile kondurabiliyor insanın yüzüne. Gene de konun ağırlığını çok hafifletmiyor.
Romanın konusundan uzaklaşabilirseniz, yazarın, Profesör Humbert ve Lolita'nın kaldıkları
yerleri veya profesörün ruh durumunu anlatırken dille nasıl oynadığını, renk ve
duygu yüklediği tasvirlerin lezzetini, İngilizcenin belki sözlüklerde kalmış
kelime zenginliğini fark ediyorsunuz. Rus olan yazarın, İngilizce yazdığı bu
romanda dile hâkimiyeti insanı şaşırtıyor. Ancak sonradan, yazarın çocukluğundan
beri Rusça, Fransızca ve İngilizce konuştuğunu, hatta Rusçadan önce İngilizce
okuma yazma öğrendiğini, 1919-1922 yılları arasında Cambridge’de okuduğunu
öğrenince bu becerinin kaynağı anlaşılıyor.
Sadece olay örgüsünü okumak isterseniz, konunun dile
getirilmesi tabu olan bir konu olduğu da göz önüne alınırsa, okuması zor bir
kitap. Ancak kitabın edebi tarafını da görürseniz tadından yenmeyecek bir
roman. Dilin zenginliğini, nasıl ustalıkla kullanılabildiğini, kelimelerin yan
yana gelişlerinde nasıl bir duygu yoğunluğu çıkabildiğini, cümlelerin insanın
içine bazen bir ağıt bazen de bir allegro gibi işleyebildiğini gösteren bir başyapıt.
Yazarın beş yılda bitirdiği bu romanda dili dans ettirirken nasıl keyif
aldığını hissetmemek mümkün değil.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder