14 Mart 2016 Pazartesi

İÇİM ACIYOR...

Dün akşamdan beri öyle oturdum kaldım. Tam gülüp söylerken whtasapp’ta arkadaşlarla,  birisinin “Ankara’da patlama olmuş gene “ yazması bomba gibi düştü ortaya. Öyle bırakılıvermiş gibi, aniden…  Cümlenin ağırlığı aklımızı, beynimizi karıştırdı. Havada uçuşan kollar, bacaklar gibi ruhumuzun kıvrımları… Unutmaya çalıştığımız ama unutamadan sadece canlı canlı gömdüğümüz duygular ayaklandı hemen. Biraz gülmeye imkân yok bu ülkede. Suçluluk duygusu yaratıyor insanda. Ne? Ne zaman? Ölü var mı? soruları fişek gibi deldi geçti ekranı. Donmuşum… Televizyona değil, sosyal medyaya döndüm kendime gelince. Bilindik söylemler… Gene.

BBC 5 diyor, yok 24’müş resmi olarak açıklandı şimdi, 24 dedilerse daha çoktur, ya yaralılar? Bu yazışmalar sürüp giderken daha önceki patlamalarda, maalesef adlarını unuttuğum ölenlerin resimleri geçiyor zihnimden birer birer. Karısı mı sevgilisi mi fark etmez, kucağında ölmüş kadına sımsıkı sarılan bir adam vardı meselâ. Gençler, öğrenciler, gülümseyerek hayata umutla poz vermiş genç kızlar, en ferah kahkahalarıyla kameraya gülmüş gençler. Şimdi hiç biri yok. Bir çok görüntü daha eklenecek bunlara diyorum içimden; bir çok hikâye, bir çok yarım kalmış umut… Yıllardır ağlamaktan bitap düşmüş annelere , bakışları donuklaşmış babalara da yenileri… Bir yumru oturuyor boğazıma. Ağlasan ağlanmıyor, göz yaşları bile isyanda kirpiklerimin kıyısında.

Gece huzursuz bir uyku… Dön o tarafa, dön bu tarafa. Sızı geçmiyor. Ter ter akıyor gözyaşlarım. Kızıma bakıyorum, o da uyuyamıyor. Kopkoyu bir karanlığın içinden geleceğini göremiyor. Sabahı sabah ediyoruz beraber. “Korkuyorum, ben de ölüp gidersem istediklerimi yapamadan “ diyor gecenin en derin karanlığında fısıltıyla. Ne diyebilirim ki?!

Sabah siyahlarıyla okula yolcu ettikten sonra geçiyorum ekranın başına. Değişik bir şey yok. Gene aynı laflar, aynı isyanlar, büyüklerimizden gene aynı başsağlığı lakırdıları, geçmiş olsunlar vs vs. Geçmiyor işte, geçmiş olmuyor! Öyle boş bir söz ki geçmiş olsun, kime, neye geçmiş olsun?!

Bir şeyler yazayım diyorum, elim donuk, kalbim donuk yazamıyorum ilk önce. Sonra geliyor kelimeler. Zincirden boşanırcasına acımı, isyanımı, öfkemi kusmaya çalışıyorum art arda cümlelerle. Yavaş yavaş patlamada ölenlerin resimleri, hikâyeleri düşmeye başlıyor ekrana. Gülen yüzüyle o delikanlının, iri kara gözleriyle o gencecik kızın resminin karşısında yazdıklarım, yazacaklarım anlamını yitiriyor. Ne kadar isyan etsek, ne kadar ağlasak, ne kadar yazsak hangimiz yaklaşabiliriz ki evlatlarını yitirmiş insanların acılarına?  Dün akşamdan beri kirpiklerimde takılı gözyaşlarım süzülüyor ince ince.

Kızım geliyor okuldan. Onun gencecik yüzüne bakıyorum yarınlardan koruyamayacağımı bilerek. Kahroluyor içim. Çaktırmamaya çalışıyorum. Aç gelmiş okuldan. Karnını doyuruyorum en normal gündeymişiz gibi. Anlatıyor bir şeyler. Dinlermiş gibi yapıyorum, hatta gülümsüyorum; içim tonlarca ağır.

Hangimize değerse acı acaba anlar devlet, bir canın, bir evladın yitmesinin yapılan onca plana, stratejiye değmediğini? Evlat acısının hiçbir statü, mevkiyle, parayla geçmediğini? Evladın gülümsemesinin dünyada sunulabilecek herşeyden daha değerli olduğunu? Masum gençlerin kanı üzerine yükselen bir ülkeden hayır gelmeyeceğini? İlahi adaletin buna izin vermeyeceğini?..


Terörle yaşamaya alışmamız lazımmış! Öyle buyurmuş bir devlet büyüğümüz. Hayır efendim, alışmıyorum, alışmayacağım. Biz sıradanlaştırmayacağız ölümleri, siz vicdanınızı dinlemeyi öğreneceksiniz!