OLİVYA ÇIKMAZI - NAZLI KARABIYIKOĞLU

Virgina Woolf’un insanı zihin tünellerinde dolaştıran, zorlayıcı ama nefis Mrs Dalloway’inden sonra içinde kaybolduğum 1920’lerden günümüze dönmek, sıkı takip gerektiren romandan, bir oturuşta okunabilen öykünün yanıltıcı kolaylığına sığınmak için bir süredir rafımda bekleyen Nazlı Karabıyıkoğlu’nun Olivya Çıkmazı’nı aldım elime.

Kitabın yayınevi Alakarga Yayıncılık’ın kitap çıktığında yaptığı yoğun reklam nedeniyle uzak durmuştum 2014 yılında. Öyle garip bir huyum var benim. Çok konuşulan, çok önüme düşen kitabı nedense okuma isteği duyamıyorum. Bu nedenle kaçırdığım birçok iyi kitap olabilir. Yazarlarından burada özür diliyorum. Ancak yıllara yayılan bir sürekliliği olduğunu gördüğüm zaman okuma dürtüsüyle doluyorum. Tabii bunda artık klasikleşmiş kitaplardan okumadıklarım olduğundan, öncelikle onları okuma telaşımın da etkisi var. 

2014 yılında ilk baskısı çıkan bu öykü kitabına dikkatim, itiraf etmem gerekirse, sevgili hocamın, bir çıkmaz sokak öyküsü yazmadan önce, kitabın ilk öyküsü, kitaba adını veren Olivya Çıkmazı'nı okumam için verdiğinde çevrildi. Öyküyü, öykünün geçmiş ve bugün arasındaki geçişlerini, bunu yapabilmek için kullandığı tekniği çok beğendim. Kitabın içindeki on beş öyküyü okuduktan sonra da hâlâ en favori öykülerimden biri Olivya Çıkmazı. O öyküyü okuyup kitabı hocama iade ederken “okunacak bu kitap” diye geçmişti aklımdan.

Nazlı Karabıyıkoğlu yaşı da genç bir genç yazar. (Genç yazar deyince genelde insanımızın aklına yaşı genç gelse de aslında yaşı kaç olursa olsun yazı macerasına yenice girmiş, ilk kitapları yeni çıkan yazar demek ) 2011 yılında çıkan ilk öykü kitabı İskele’den sonra çıkardığı ikinci öykü kitabı Olivya Çıkmazı. Ben 2. baskısını okudum. Kitabın bir ay içinde ikinci baskısını yapması, öykünün ülkemizdeki az okunurluğunu bildiğimden geleceğe umut vadetmesi açısından beni ayrıca sevindirdi.

Ben okura düşünme, hissetme alanı bırakan öyküleri seviyorum. Nazlı Karabıyıkoğlu tam da bu tür öyküler yazıyor. Karakterlerin iç dünyasında geziyor, olayları ve kimlikleri tam ifşa etmiyor. Çok nadir isim veya mekân adı veriyor. Karakterin iç dünyasındaki acıyı, yalnızlığı, kırılganlığı okura aktarıp gerisini okura bırakıyor. O duygulanımları hissedip kendi odanızı, şehrinizi, kadınınızı, erkeğinizi yaratmanıza imkân tanıyarak tüm benliğinizle öykünün içine sokuyor. Öykü ancak böyle okunursa anlaşılıyor, tadı çıkıyor.

Yalın bir dili var yazarın. Yer yer şiirsel. Genellikle kısa cümleler kuruyor. Tüm öykülerinde benzer bir ritm var. Betimlemeler çok başarılı. Örneğin: Bugün öğleden sonra göğü barbar bulutlar kapladı. Kafa kafaya verdiler, kurşuna kestiler. Birbirlerine yaslanıp göbeklerini şişirdiler, pazılarını zayıf olanlara gösterip saçlarını savurarak ağız dolusu geğirdiler. Yüzyıllardır şehrin üstünde kurumlanıp biriktirdiklerini bir bir döktüler. Kaldırım ıslandı, camekân, köprü, panjurlar, gölgelikler, refüjler; insanlar ıslandı. Yağmur bu kadar güzel anlatılabilir. Öykülerinin karakterleri belki yanımızdan geçen, belki görüp de bakmadığımız, belki tanıdığımız, belki biz olabilecek kadar bize yakın karakterler.


Ben sevdim. Micheal Cunnigham’ın Woolf’un Mrs Dalloway’inde yola çıkarak yazdığı The Hours (Saatler ) kitabına geçmeden önce bana farklı bir nefes oldu. Zihnim arındı. Son zamanlarda üst üste okuduğum romanlardan sonra böyle tadında bir öykü kitabı okumak, öyküyü ihmal etmemem gerektiğini hatırlattı. Sadece bir senecik(!) rötarla okuduğuma sevindim. Belki de bahsi çok geçen yeni bir kitabı okumama huyumu yeniden gözden geçirmeliyim.

Hiç yorum yok: