KOLEKSİYONCU - JOHN FOWLES

GERÇEK KURBAN KİM?

Eylül sayımızın teması “garip şeyler koleksiyoncusu” olunca, uzun zamandır okumak isteyip de bir türlü okuyamadığım İngiliz yazar John Fowles’ın  Koleksiyoncu kitabı geldi aklıma. 1926 doğumlu Fowles’ın ilk kitabı olan bu roman 1963 yılında ilk basıldığında bile büyük bir başarı kazandığına göre sadece kelebek koleksiyoncusu bir gencin âşık olduğu genç kızı kaçırıp tutsak etmesini anlatan bir gerilim romanının ötesinde olmalıydı. Nitekim de öyle…
1963 yılında İngiltere’de yayınlanan Koleksiyoncu, Türkçeye ilk, 1965 yılında İnkılap ve Aka Yayınları tarafından Korkunç Koleksiyoncu adıyla çevrilmiş. Orijinal adı olan The Collector’da yer almayan “korkunç” sıfatı gerilimi arttırmak ve içinde, sorgulamadan, yaşadığımız düzenin korkunçluğuna dikkat çekmek amacıyla konmuş olmalı.
2005 yılında hayata veda eden Fowles’ın BBC ile 1977 yılında yaptığı röportajından kitabın taslağını 1960 yılında, daha sonra 1965 yılında yayınlanacak The Magus – Büyücü adlı kitabını yazarken tıkandığı bir noktada kafasını dağıtmak amacıyla bir aylık bir sürede çıkardığını ve 1962 yılına kadar üzerinde çalıştıktan sonra yayına verdiğini öğreniyoruz. Bu kadar kısa sürede bu sosyal yanı ağırlıklı romanı çıkarmasından romanın alt yapısını oluşturan sosyal meselenin kafasını uzun süredir,  hatta Shakespeare’in Fırtına adlı eserini okuduktan sonra kendi İngiltere’sinde aynı meselenin devam ettiğini fark etmesinden beri kurcaladığı anlaşılıyor. Aynı röportajda sosyalist düşünceye sahip olduğunu açıklayan Fowles’ın  her ne kadar politik düşüncelerini romanlarına aktarmadığını söylese de kitabın satır aralarından okura ses vermesi çok doğal.
Roman dört bölümden oluşuyor.  İlk bölüm, hikâyenin  21 yaşındaki Frederick Clegg tarafından anlatımından, ikinci bölüm ise aynı hikâyenin kaçırılan kız, yirmi yaşındaki Miranda’nın tutsak olduğu sürece tuttuğu günlük aracılığıyla Miranda’nın anlatımından oluşuyor. Romanın ana çatısını oluşturan bu iki bölümden sonra kısa olan üçüncü ve dördüncü bölümde ise tekrar Clegg’e dönüyoruz.
Birinci bölüm, ilerleyen sayfalarda kelebek koleksiyoncusu olduğunu öğreneceğimiz Clegg’in uzaktan izleyerek âşık olduğu M. Adlı kızı nasıl gözlediğini ve ona hayranlığını anlatarak başlıyor. Onun için M. de nadide, eşsiz, nadir bulunan kelebekler kadar özel biridir. Daha ilk paragrafta kızın liseyi yatılı okulda okuduğunu, Clegg’in ise Belediye’de muhasebe bölümünde çalıştığını öğreniyoruz. Başlangıçta pek de anlam ifade etmeyen bu bilginin, aralarındaki sınıf farkını vurgulamak için en baştan özellikle verildiği hikâye ilerledikçe anlaşılıyor. Clegg, henüz iki yaşındayken trafik kazasında babasını kaybetmiş, babası öldükten sonra annesinin başka bir adamla kaçıp gitmesinden sonra halası ve eniştesinin büyüttüğü bir genç. Babası yerine koyduğu eniştesi de o on beş yaşındayken ölünce tamamen yalnız kalan Clegg, çocukluğundan beri yaptığı kelebek koleksiyonuyla vakit geçirir. Özellikle “türden sapmış “ nadir bulunan kelebekleri toplamaya meraklı olan Clegg, tek sosyalleştiği yer olan “Böcek Meraklıları” toplantılarında bile hata yapacağı korkusuyla konuşmaz.  Yirmi bir yaşında müşterek bahsi tutturup büyük para kazanınca nefret ettiği Belediye’deki işinden ayrılır ve Londra’ya yerleşir. Bu arada kasabanın gazetesinden M.’nin Londra’da bir sanat okulundan burs kazandığını, oraya okumaya gideceğini öğrendiği gibi kızın adının da Miranda olduğunu öğrenmiştir. Eğitim seviyesini tam bilemesek de, yirmi yaşlarında çalıştığına göre üniversiteye gitmediği aşikârdır. Ancak artık zengin olduğuna göre kendini üniversiteye giden Miranda’ya uygun bir koca adayı olarak görür. Miranda’nın para için değil de aşk için evlenecek kızlardan olduğunu bilmesine rağmen kendisini daha yakından tanıdıkça onun da kendisini seveceğini inanır ve bu yönde hayaller kurar. Zamanla bu hayalleri gerçekleştirebilme umuduyla Miranda’yı evinde “misafir “ olarak ağırlamanın planlarını yapar ve onu kaçırır.
Esas hikâye bu noktadan sonra başlıyor. İlk bölümde, “ ben “ anlatımla Clegg’in bakış açısıyla bu kaçırma ve sonrasında Miranda’yla aralarında geçen olaylar ve diyaloglar okura aktarılıyor. Bu bölümde Clegg’in alt sınıftan geldiğini, eğitimsiz olduğunu, sanat, bilim gibi konular hakkında bilgisi olmadığı gibi ilgisinin de olmadığını görüyoruz. Miranda’yı, onun için özel dekore ettiği mahzene kapatan Clegg ona misafir gibi davranır, karşında çok nazik ve hatta eziktir. İlk birkaç günde Miranda’nın dik duruşu onu şaşırtır ve Miranda’yla diyaloglarından sonra aralarındaki sınıf ayırımının iyice farkına varır. Clegg Miranda’ya “siz” diye hitap eder, Miranda ise Clegg’e başlarda “siz” dese de sonraları “sen” diye hitap eder. Bu Clegg’i yıldırmaz. Ona, onun üstünlüğüne hayrandır. Onun yanında olması yeterlidir. Çekmecelerde sakladığı özel kelebek koleksiyonları gibi Miranda’yı da saklayacak ve istediği zaman onu seyredecektir. Clegg’e göre, onunla cinsel bir fantezi kuramayacak kadar özeldir Miranda. Clegg, kötü bir şey yapmadığını, kötü bir niyeti olmadığını düşünür. Ona zara vermeyecektir. Sadece evinin mahzeninde kaçma ihtimaline karşı kilitlemiş ama her istediğini yerine getireceği bir “misafir “ olarak algılamaktadır. Aralarındaki diyaloglardan da  Miranda’nın Clegg’i sapık ,deli diyerek aşağıladığını görüyoruz.
İkinci bölümde ise Miranda’nın Clegg hakkındaki düşüncelerini günlüğünden okuyoruz. Miranda Clegg’e müthiş öfkeli, onu kaba bulup hor görüyor, eğitimsiz, alta tabakadan biri olduğu için aşağılıyor. Oradan çıkış yolları arıyor sürekli. Zaman zaman Clegg’in iyi bir eğitim alsa daha iyi bir insan olabileceğini düşünüyor. Yalnızlıktan bunaldığı anlarda bu nefret ettiği adamın mahzene gelip onunla konuşmasını arzuluyor. Tutsak bir kişinin değişken psikolojisini, insanın özgürlüğüne kavuşabilmek için yapabileceklerinin sınırlarını ne kadar genişletebileceğini de görüyor okur. Her iki bölümde de aralarındaki sınıf farkını çok net bir şekilde ortaya koymuş yazar. Miranda’nın günlüğünde bu sınıf farkını “benim sınıf’ımdan değil” vb cümlelerle pekiştirerek okurun dikkatini kaçırılma olayından sınıfsal farklılığa çevirmeyi  başarıyor Fowles.  Kaçıran ve kaçırılan arasındaki gerilimden ziyade iki farklı sınıfın arasındaki gerilime dönüyor roman.
Bu iki farklı bakış açısı, biri alt tabakadan diğeri her ne kadar kendini seçilmişlerden zannetse de orta-üst sınıftan olan, yaşları birbirine yakın iki kişinin birbirlerini değerlendirmelerini, alt tabakanın üst tabaka karşısında hissettiği eziklik ve çaresizlik duygusunu, onlara karşı hayranlığını, özenmesini gösteriyor okura. Buna karşılık üst tabakadan olan Miranda’nın günlüğünde ilerlerken üst tabakanın alt tabakayı nasıl aşağıladığını, nasıl hor gördüğünü, kendisinden nasıl ayrı tuttuğunu, onları cahil, kaba ve eğitimsiz bulduklarını snobluk derecesinde kendilerini ne kadar üstün gördüklerini okuyoruz. Kurban Miranda olmasına rağmen onun bu ukalalığı ve üstten bakışı insanı rahatsız ediyor. Günler ilerleyip Clegg’in onu bırakmayacağını anladıkça hayata karşı daha felsefi bir yaklaşım geliştiren Miranda, bu alt tabakadan sınıf atlayan üst tabakayı taklit ederek aralarına karışmaya çalışan ama altı boş bir “Yeni Kitle”nin oluştuğundan bahsediyor. “Sürü” olarak nitelendirdiği bu yeni sınıfın çoğunluğu oluşturduğunu ve bu eğitimsiz, cahil kitleden nefret ettiğini yazıyor günlüğüne. Yirmi yaşında, hayatta fazla tecrübesi olmamış, saf bir kız için düşüncelerini fazla ileri buluyorum. Bu genç yaştaki karaktere yakıştıramıyorum düşüncelerini.  Ancak yazarın bu dengesizliği, Miranda’nın âşık olduğu G.P. adlı kırk yaşındaki hocasıyla dengelemeye çalıştığını düşünüyorum. G.P. Miranda’nın günlüğü aracılığıyla okura ulaşan diğer bir önemli karakter. G.P. ile yaptığı sohbetleri günlüğüne geçiren Miranda vasıtasıyla Fowles kendi ideal dünya anlayışını okura aktarıyor. Fowles’ın kitabı bitirdiği 1962 yılında otuz altı yaşında olduğunu düşünürsek çok uzak bir varsayım sayılmaz. Gene de yirmi yaşındaki bir genç kızın kendinden yirmi yaş büyük hocasının dediklerini sorgulamadan harfiyen kabul etmesinde beni rahatsız eden bir hükümranlık seziyorum. Sanki hangi düşünce hâkim olursa olsun, ister cehalet ya da entelektüel düşünce, bireyselliği, yaratıcılığı yok ediyor ve gene kalıplar içine sokuyor.
Kitabı ilk okurken beni rahatsız eden diğer bir nokta, yazarın romanda okura boşlukları dolduracak satır araları bırakmadığını düşünmemdi. Örneğin Clegg’in Miranda’yı  “türünden sapmış” nadir bir kelebek olarak gördüğü ve kelebek koleksiyonunu seyreder gibi Miranda’yı da seyretmek istediğini Miranda’nın ağzından duymamız gibi veya Clegg’e ev gezdiren kolejli kılıklı emlakçıya haddini bildirmek için büyük bir mirasa konduğunu söylemesi gibi. Okurken” bırak da bunları biz okur olarak düşünelim” dediğimi hatırlıyorum. Ancak kitabı bitirip ikinci okumayı yaparken alt metnin hem sosyolojik hem de psikolojik ögeler barındırdığını, yazarın sınıflar arasındaki sessiz gerilimi bir gerilim hikâyesi üzerinden yüksek sesle dile getirdiğini (en nihayet!) anladım.
Romanın Shakespeare’ın Fırtına adlı eserinden esinlenerek yazıldığı Miranda’nın Clegg’e “Caliban” ismini takmasından, kızın adının Miranda olmasından ve asıl adı Frederick olan Clegg’in kendini Ferdinand olarak tanıtmasından belli. Bu üç isim oyundaki önemli karakterler.  Shakespeare’ın eserinde Caliban,  Prospero’nun ele geçirdiği adada yaşayan büyücü ve şeytandan doğma bir yerlidir. Miranda, babası Prospero’dan başka erkek görmemiş ve küçük yaşta adaya geldiği için dünya bilgisi adayla sınırlı saf bir genç kızdır. Ferdinand ise Napoli Prensidir ve Miranda’ya âşıktır.  Hiç eğitim almamış, kendi yerli dilinden başka dil bilmeyen, kaba, saba Caliban’ı Prospero köle olarak alır ve ona kendi dilini ve kültürünü öğretmeye çalışır. Dili ve kültürü öğrendikçe diğerleriyle birleşen Caliban, adasını ele geçirmiş Prospero’yu öldürme planları yapar. Ucube,  kaba, cahil olarak canlandırılan Caliban’ın bazı tiradlarından şiirsellik vardır. Bütün cahilliğine rağmen onun insan yönünü ortaya çıkarır. Prospero da monarşiyi simgeliyor olmalı. Koleksiyoncu da karşılığı İngiltere gibi algılıyorum ben. Yazarın okura aktarmak istediğini tam anlayabilmek için Fırtına’yla paralel okunmasında fayda var. Clegg’te de  kaçırma olayında müthiş bir zekâ ve organizasyon yeteneği görüyoruz. Miranda’ya karşı duygularında ve davranışlarında, Miranda’nın onu serbest bırakması ümidiyle çırılçıplak soyunup baştan çıkarmaya çalışmasına kadar, aşırı bir nezaket ve duygusallık görüyoruz. Birini isteği dışında zorla hapis tutmak gibi korkunç bir şey yapmasına karşı Clegg’e karşı keskin bir öfke duyamıyor okur hatta acıyor neredeyse sempati duyuyor. Buna karşılık kurban Miranda’ya karşı zaman zaman kızgınlık duyabiliyor ve davranışlarının aptalca olduğunu düşünebiliyoruz. Keskin bir iyi- kötü hikâyesi gibi görünmesine rağmen yazar bazen okura ters köşe yapıyor. Kalıplardan kurtulunması gerektiğini, her insanın içinde iyi ve kötü barındırdığını, herkes eşit şartlara sahip olursa sınıf ayırımın olmadığı, kişisel özgün yapılarının ortaya çıkaracak, daha bireysel, yaratıcı, adil ve hümanist bir düzen olabileceğini vurguluyor.
Miranda’nın başarısız baştan çıkarma çabasından sonra Miranda Clegg’in gözünde sıradanlaşıyor, kendi seviyesine iniyor ve o güne kadar hissettiği aşağılık kompleksi yerini üstünlük duygusuna bırakıyor. Bu sıradan kadınları cezalandırma ve hadlerini bildirme dürtüsüyle doluyor. Bu duygu Miranda hastalanıp kötüleştikçe acıma duygusuyla yer değiştiriyor. Gene de yakalanma korkularına yenilip Miranda’yı ölüme terk ediyor.
Üçüncü bölümde Miranda’nın son günlerini, baştan çıkarma sahnesinden sonrasını Clegg’in ağzından okuyoruz. Miranda bakımsızlıktan öldükten sonra onu affediyor ve intihar ederek beraber gömülmek gibi romantik duyguların pençesine takılıyor. Her ne kadar vicdanı sızlasa da yakalanmayı göze alamayacağı gerçeği üstün gelip kendini haklı görerek rahatlamaya çalışıyor.
Dördüncü bölümde ise mahzende Miranda’nın günlüğünü bulduktan sonra Miranda’nın onu asla sevmediği ve anlamadığı gerçeğiyle karşılaşınca Miranda’nın hastalıktan ölmesi konusunda kendisini tamamen temiz hissediyor. Tamamen farklı bir Clegg görüyoruz bu üç sayfalık bölümde. İlk emarelerini baştan çıkarma olayından sonra gördüğümüz kendini üstün, güçlü görme duygusu iyice su yüzüne çıkıyor. Miranda’nın cesedinden kurtulup hayatına dönme planlarında olan Clegg bir gün şehre indiğinde Miranda’ya benzer bir tezgâhtar kız görüyor. Bu kız onun dürtülerini harekete geçiriyor. Eziklik duygusu iktidar duygusuna evrilir. Miranda’yla yaşadığı dönem hayatının en mutlu dönemi olmasına kendi sınıfından birilerini, kendisinin ona bir şeyler öğretebileceği, kimin efendi olduğunu baştan göstereceği birilerini “misafir “ etmesinin daha doğru olacağı kanısına varıyor ve tezgâhtar kız için hazırlık yapıyor. Okur Clegg’in kelebek koleksiyonu yerine kız koleksiyonu yapacağı duygusuyla kapatıyor kitabı. Hikâyenin sonunda Miranda’nın ölmesine de, bu “Yeni Kitle” dedikleri gittikçe çoğalan eğitimsiz, cahil kitlenin, eğitilmedikleri sürece,  az ama seçkin kitleyi yok edeceği gibi anlam yüklüyorum ben.
1965 yılında filmi de çekilen bu kitap Fowles’ın en takdir almış eseri olmamakla beraber sonradan gelecek Büyücü ve Fransız Teğmenin Karısıvb gibi başyapıtların ayak izlerini taşır. Fransız teğmenin Karısı’nda olduğu gibi okura çeşitli alternatifler sunmayı seven yazar, bu kitabında da okura kitabı okumanın çeşitli alternatiflerini sunmuş. İster düz bir gerilim romanı, ister kurban- cellat ilişkisini/ psikolojisini yansıtan bir roman, ister sosyal bir eleştiri romanı olarak okuyun her halinden keyif alınacak bir kitap.

Koleksiyoncu (The Collector), John Fowles Çeviri : Münir H. Göle Ayrıntı Yayınları, İstanbul, Mart 2016, 7.basım, 303 sayfa





Hiç yorum yok: