27 Nisan 2015 Pazartesi

DEPREME HAZIRLIKLI MIYIZ?

Gene deprem… Gene binlerce ölü, binlerce yaralı ve sayısız toprak altında kaderi belli olmayan… Günlük yaşantının içinde yaşayıp giderken doğanın öfkesi sonucu hayatları tamamen değişen insanlar… Daha birkaç sene evvel Van’da bu gün Nepal’de. Nerede olduğu çok fark etmiyor; insanın olduğu her yerde deprem yıkıcı. Deprem hattı üzerinde bir ülke olduğumuzdan benzer acıları sık sık yaşayanlar olarak Nepal’in acısını derinden hissedebiliyoruz. Aynı çaresizlik hissiyle depremde kaybettiğimiz insanlarımızı anarak, bu acılı ülkeye dualarımı yolluyorum.

Gerçekten çaresiz miyiz? Deprem oluşumu önlenebilir değilse de depreme karşı önlem alınabilir. 1999 yılında Gölcük depreminde felaketin boyutu yapıların depreme dayanıklı yapılmamasından, çimentoya bolca kum karıştırıldığından büyümüştü hatırlarsanız. Keza Van’da da öyle. 1999 depreminden sonra, deprem İstanbul’da da hissedildiğinden ve bazı bölgelerde hasara yol açtığından, deprem yönetmelikleri çıkmıştı acilen. Hatta her bölgeye acil durum için konteynerler konulmuştu. Sonra zaman içinde kaldırıldı. Van depremi uzak kaldı ya, o sıralarda vatandaşlarımıza çok üzüldük, birkaç gün yaklaşan İstanbul depreminden bahsettik ama sonra unuttuk. Şimdilerde elektrik bağlatmak istediğimizde DASK  (Doğal Afet Sigortalar Kurumu) , yani zorunlu deprem sigortası yaptırmış olmanız şartı aranıyor. DASK poliçenizi gösteremezseniz elektrik alamıyorsunuz. Bu tabii bir şey ama ne depremi önleyen bir şey ne de deprem sonrası hayatta kalanların yaralarını tamamen sarabilen bir şey. Devlete fon yaratıyor, o ayrı…

Deprem yönetmeliklerine gelince, ne kadar kontrol ediliyor emin değilim. Eskiden oturduğum apartmanda oturan mühendisler olmasına, sağlamlaştırılması gereken sütunların varlığını kendileri ifade etmelerine rağmen, bir türlü gereken para toplanıp o sütunlar sağlamlaştırılmadı. Ne gelen oldu, ne giden, ne kontrol eden. Yeni binalar deprem yönetmeliğine göre yapılıyor ama ne bileyim, ülkemizde istenen her türlü evrak bir şekilde elde edilebiliyor ya, ona da güvenim az. Umarım yanılıyorumdur.

Nepal depremini inceleyen uzmanlar, İstanbul depreminin iyice yaklaştığından bahsediyorlar. Aslında hepimizin bildiği ama zaman içinde unuttuğu bir gerçek bu. Her depremde tekrar hatırlanan sonra tekrar unutulan. Gerçekte hiç unutulmaması gereken. Japonya gibi deprem hattı üzerinde yerleşik ülkelerin yapması gereken binaları depreme dayanıklı yapmak. Onlar gibi bunu önceliğe almak. Japonya’daki bir deprem sırasında bir ofisin içini gösteren bir video izlemiştim birkaç yıl önce. Sakindi insanlar. Yapılarına güvenleri tam, sarsıntının geçmesini bekliyorlardı. Japonya’da gerçekleşen yüksek ölçekli depremler olmasına rağmen çok büyük kayıplar duyulmuyor oradan. Bu gerçekle yaşıyorlar ve önlemlerini alıyorlar. Ders alma diye bir şey değil mi?

Olası İstanbul depremini düşünüyorum da büyük bir felaket! Geciktikçe ölçeğinin daha da yüksek olacağı söylenen depremden olacak büyük can kayıplarının yanı sıra, deprem sonrası yaşanacak kaosu düşünmek bile istemiyorum. Eğer köprüler, yollar ve havaalanları zarar görürse ki muhtemelen görür, yardımların geç ulaşması, susuzluk, elektriksizlik, hastalık gibi kötü günler bekliyor İstanbul ve çevresini. Ekonominin kalbinin İstanbul’da attığı düşünülürse o yönden de büyük sarsıntı geçirir ülke. Sağ kalmakla bitmeyecek iş, sağ kalıp yaşamayı da becerebilecek düzenin kurulması lazım.


Deprem bir doğa felaketi. Buna yapılabilecek bir şey yok. Ancak deprem yaşandığında, onun yaratacağı hasardan korunmak mümkün. Sadece DASK yaptırmakla olmuyor. Yaşadığımız binaların güvenli olup olmadığını kontrol ettirmek, sağlamlaştırılması gerekenleri, paraya kıyıp sağlamlaştırmak gerek. Valiliklerin olası deprem sonrası için Acil Durum planları var mı bilmiyorum. Teoride vardır da pratikte ne kadar işler planlardır bilemiyorum. Eskiden çalıştığım bir şirkette bu tür acil durumlar için bir ekip kurulmuştu. Eğitimleri aldırılmış ve iş günü esnasında olabilecek bir acil durum için hazır bekliyorlardı. Şimdi o şirket kapandı. Onun gibi başka şirketler de var mı? Onu da bilemiyorum. Bilebildiğim, bizim için kaçınılmaz bir gerçek olan İstanbul depremi için hazırlıklı olmamız gerektiği. Bireylerin, kurumların, devletin hasarın en aza indirgenmesi için önlemler alması zorunluluğu. Sonradan hayatta kalanların söyleyeceği “vah, tüh” lerin kimseye faydası olmayacağı aşikâr.

22 Nisan 2015 Çarşamba

TEMBELİZ...

Tembeliz. Milletçe tembeliz. Genlerimizde mi var bu? Konuşmaya gelince mangalda kül bırakmıyoruz ama iş harekete geldi mi bir türlü kalkınamıyoruz. Hep armut piş, ağzıma düş durumları. Bu her konuda böyle. Bu ister siyaset olsun, ister kadın, çocuk, hayvan vs. hakları olsun, ister kitap olsun değişmiyor. Kısa yoldan, derinine inmeden öğreniveriyoruz hemen. Bu da bize yetiyor. Eskiden bu kadarını bile bilmiyorduk. Daha ne?!

Bütün demek istediğimizi 140 karaktere sığdırma zorunluluğu olan Twitter veya ondan bundan hop paylaşarak duvarımızı canlı tutabildiğimiz Facebook çıktığından beri iyice kolaylaştı işimiz. Zaten okumayı sevmezdik, şimdi hiç okumuyoruz. Alıntı yapılarak paylaşılan köşe yazılarının alıntılanmış kısmını okuyup linkini veya HAYTAP’ın bir cümleyle resimlediği bir sokak köpeği resmini beğenip paylaşıveriyoruz, olup bitiyor. Her konuda bilgili ve duyarlı görünüyoruz. Harika!

Facebook’ta yayınladığım blog yazılarımın ne içerdiği konusunda bilgi vermek amacıyla ben de yazıdan alıntı koyuyordum. Hani ilgisini çeken okusun diye. Bir ara alıntısız link verdim. Baktım bir şey fark etmiyor. Beğenen sayısı aynı. Yorum hemen hemen hiç yok. Okuyan sayısı ise beğenen sayısından az… Ayıp olmasın diye beğen tuşuna tıklayıveriyor bir kısım. Artık çözdüm kim gerçekten okuyor, kim okumuyor. Onun için, okumazsanız ayıp olmuyor arkadaşlar, okumadan beğenirseniz ayıp oluyor asıl.

Bu yorum yapma konusu apayrı. O konuda da tembeliz. Linkedin’de çoğunluğunu Amerikan yazar ve editörlerin oluşturduğu bir gruba üyeyim. Bir tartışma konusu açıldığında ki, sürekli yeni bir konu açılıyor, altında en az yirmi-otuz yorum oluyor. Öyle kısacık da değil. Uzun uzun anlatıyor kendini. Aynı şekilde bir Türk yazarlar grubuna da üyeyim. Kimse konuşmuyor, tartışma açmıyor. Biri es kaza açarsa da altında belki bir en fazla iki yorum oluyor. Çoğu yorumsuz akıp gidiyor. Bu insanların vakti bizden daha mı fazla? Yoksa öncelik verdikleri konular mı başka?

Kitaplara gelince, sosyal medyada bu resim üzeri aforizma modası çıktığından beri çok bilgilendik. Eserlerini asla okumadığımız yazarları biliyoruz artık çoğumuz. Bir pazarlama taktiği olarak paylaşılan bu aforizmalar satışa ne kadar destek veriyor merak ediyorum. Facebook’ta açtığım, edebiyat ağırlıklı sayfamda gözlemlediğim, aforizma paylaşırsam beğenen çok, bir yazarla söyleşi ya da bir kitap hakkında bilgi veren bir link paylaşırsam okuyan yok. Benim sayfamın edebiyat ağırlıklı olduğu belli. Edebiyata meraklı değilse neden üye oluyolar, anlamış değilim. Arkadaşlar destek amaçlı üye oluyor, onu anlıyorum da, hiç tanımadığım bir sürü üye var. Ne okurlar, ne yorum yaparlar, ne de bir şey beğenirler. Öyle duruyorlar orada, dekor gibi…

Hele hele konu siyaset oldu mu bayılıyoruz verip veriştirmeye. Facebook sayfalarında gezinirken insan yarın ihtilal olacak sanır! Bu kadar verip veriştirmenin üstüne kaçımız oy sandıklarında oylara sahip çıkmak için gönüllü olduk merak ediyorum. İş artık yasaklanan Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında bayrağı ele alıp sokaklara dökülmeyi geçti. Hoş, onu bile yapanlar az. Her sene biraz daha arttığını kabul ediyorum. Eh! Bu da bir adım.

Yanlış anlaşılmasın, bu yazıyı yazdığım için kendimi ayrı görmüyorum eleştirdiklerimden. Ben de bu gruptaydım bir süre evveline kadar. Ancak hiçbir zaman sosyal ortamlarda okumadığım bir şeyi beğenmedim veya paylaşmadım. En azından bu konuda dürüstüm. Siyaset konusundaysa geride kaldığımı, sadece konuşarak veya yazarak yeterli direnişte bulunmadığımın farkına vararak, daha çok okuyarak, bu konuda daha bilgili arkadaşlarımı dinleyerek, seçimde gönüllü olarak bu konuda kendimi geliştirmeye başladım.

Arkadaşlarım, kitabımı okuyanlar ve beni sosyal medyada takip edenler bilir; beş sene evvel hayatımı tamamen değiştirip yeni bir yola saptıktan sonra bilgi edinmenin hazzını keşfettim. Üç yıl evvel bir dostum Uçurtma Avcısı’nı okuyup okumadığımı sorduğunda okuduğumu söyledikten sonra kitapta geçen Peştun ve Hazara’lar hakkında bilgim olup olmadığını sormuştu. Olumlu yanıt verememenin utancını hissetmiş, eve gelir gelmez araştırıp okumuştum. O günden beridir de her bilmediğimi araştırıp öğrenmeyi kendime düstur edindim. Araştırmacı ruhu olanların bildiği gibi her edinilen bilgi yeni bilinmezlere yol açtığından, bir ucundan başladığınızda daha derin daha derin derken dipsiz bir kuyunun başında bulursunuz kendinizi. Bu kuyunun içinde gezinmek, bilgi dağarcığınızı yeni bilgilerle doldurmak, her edinilen yeni bilgiyle araştırılan konu hakkında daha fazla bir iç görü edinmek inanılmaz bir keyif.

Eğitim sistemimizin ezbercilik üstüne olduğunu düşünürsek çok araştırmacı bir toplum olmamamız normal. Kızımın okulunda sürekli verilen, araştırma isteyen proje ödevlerinin çokluğundan şikâyet eden velileri duydukça şaşırıyorum. Kime çektiyse artık, doğuştan araştırmacı ruhu olan kızımınsa en sevdiği, en detaylı yaptığı ödevler bu projeler. Bizim evde hiç sorun olmayan bu projeler birçok öğrencinin evinde sorun. Kendileri de, çocukluklarında ezberci bir eğitimden geçtikleri için olsa gerek, bu saatlerce internette araştırma gerektiren, kartonlara bilgiler aktarılırken konuyu desteklemek amaçlı yapıştırılan resimlerin bulunması için sayısız dergi karıştırılmasını, ister istemez yoğun bir zaman ve emek harcanan bu ödevleri anlamsız buluyorlar. Daha da kötüsü, çocuk yapmadığı için kendilerinin yapmak zorunda kaldıklarını sıkıntıyla ifade ediyorlar. Böyle bir ortamda yetişen bir çocuktan ne bekleriz gelecekte?

Böyle kolaycılıkla bir yere varılmıyor maalesef. Hepimiz, geçmiş deneyimlerimizden bunu içten içe biliyoruz aslında. Ruhumuza işlemiş tembellikten kurtulabilsek hem daha çok şey başaracağız hem de hayattan daha keyif alacağız. Bence öyle, siz ne düşünürsünüz bilemiyorum.




15 Nisan 2015 Çarşamba

ÖYKÜ MÜ? ROMAN MI?

Gene bir seçim dönemine girdik.  İster sosyal medya ortamında olsun, ister arkadaş toplantılarında olsun 7 Haziran’daki seçimlerden başka konu konuşulmuyor. Herkes ince hesapların peşinde, gönüllerindeki senaryoyu nasıl oldurabileceklerini bulmaya çalışıyor. Seçimde oy kapma peşinde olan siyasiler de mümkün olan her ortamda vaatler veriyorlar. Bu vaatleri çok dinledik, pek azının uygulandığını gördük. “Âyinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz” derler. Bence de öyle. Onun için vaatleri dinlemiyorum. Geçmiş performanslarına göre karar verip oyumu kullanacağım. Hepimizin oyu vatana, millete hayırlı olsun.

Siyasetten bunaldığım şu günlerde kendimi gene edebiyata verdim. Her sıkıntımda, her bunaldığımda sığındım bir alan zaten edebiyat. Her ne kadar siyasetin de edebiyatın da ana konusu insansa da en azından edebiyatta daha saf, daha gerçek duygu ve düşüncelerle buluşabiliyorum. Siyasetin” bunu dedi ama şunu mu demek istedi acaba?” veya “dedi ama yapmayacak, şöyle şöyle olacak “ gibi teorilerini çözmeye çalışmak yoruyor beni.

Tipik bir Türk okuyucusu olarak yıllarca roman okudum. Gençlik yıllarımda öykülerle tanışmış olmama rağmen, öyküler pek tercihim olmadı. Geçen sene, el yordamıyla girdiğim yazı macerasında ilerlemek, yazma tekniği konusunda bilgi edinmek için başladığım yazı atölyeleri yolculuğunda keşfettim öykünün tadını. Türk edebiyatının değerli öykücülerinden Nalan Barbarosoğlu’nun “Güzel Yazı” atölyelerine başlarken, maalesef kendisini o tarihte tanımadığım için, bu yolculuğun beni öykü dünyasının büyülü satırları arasında dolaştıracağını bilmiyordum. Vakit, nakit ve lokasyon açısından bana uygun düştüğünden seçtiğim bu atölyenin bana öykü dünyasının derinliğiyle tanıştırmasını düşündükçe bu tesadüfün tevafûk olduğuna inancım perçinleşiyor.

Türk okuyucusu romancı. Bunu büyük zincir kitap mağazalarının birinde çalışan bir arkadaşım da doğruluyor. Geçen sene en çok satanların Türk edebiyatçıların romanları olduğunu söyledi bana. Öykü kitaplarıysa genelde bin adet basılıp yaklaşık 800-900 adet satılıyor. İstisnalar dışında pek başka baskı da yapmıyor. Avrupa ve Amerika’da değerinin karşılığını bulan öykü neden Türk okurlarda karşılığını bulamıyor? Oysaki birçok öykü yazarımız var. Birçok da genç yazar yetişiyor. Bizler ancak bir roman yazarı öykü de yazıyorsa tanıyoruz, sadece öykü yazarlarının bilinirliği maalesef düşük.

Türk insanının okumaya merakı zaten az. Günümüz gençliğinde okumaya merakın arttığını görüyorum. Bu sevindirici. Ancak takip ettiğim kitap sitelerinde tercih edilen kitapların popüler edebiyatın ürünleri ve çoğunlukla roman olduğunu gözlemliyorum. Roman, bir olay örgüsüne sahip, bütün hikâyeyi detaylarıyla anlatan, başı sonu belli, söylemek istediğini şüpheye fazla yer bırakmayacak şekilde anlatan bir tür. Değerli yazarlarımızdan Zülfü Livaneli ile bir sohbet etme fırsatı yakaladığımda, “ kitaplar T şeklinde okunur “ demişti,        “ T’nin üst yatay çizgisi olay örgüsünü anlatır, dikey çizgiyse derinliğini. Kimi sadece olay örgüsünü okur, yani T’nin üst yatay çizgisini görür, kimiyse olay örgüsünün içinde duygu ve düşünceyi de yakalar yani T’nin tümünü görür. “  Birçoğumuz okuyoruz okumasına da, okurken olay örgüsünün içinde kayboluyor, yazarın esas aktarmak istediği duygu ve düşünceyi kaçırıyoruz. Bir yerde başlayıp bir şekilde sonuçlanan bir olay örgüsü okuduğumuz için romanı bitirdiğimizde eksiklik hissiyle karşılaşmıyoruz. Öyküyse bir olayı, bir anı, bu anın insanda yarattığı duygulanımı anlatan genelde kısa bir tür. Romana nazaran çok daha dar bir alanın içine sıkıştırılmış, esas hikâyenin yazılmış cümlelerden çok yazılmamışların arasında olduğu, okurun duyumsamalarına bırakılmış bir dünya. Hem roman hem öykü yazarlarımızdan Necati Tosuner’in 2014 Dünya Öykü Günü Bildirisi’nde dediği gibi “enseye tokat atıp kaçan” bir anlatım biçimi.

Roman, yazar tarafından büyük emek ve zaman gerektiren bir tür olmasına rağmen okura daha az yük bindiren bir tür. Öyküyse okuru da düşünmeye zorlayan, satır aralarını okumak için çaba sarf ettiren, yazar kadar neredeyse okuru da çalıştıran bir yazı biçimi. Bir öyküyü çözümlemek için emek ve bilgi gerek. Okuma alışkanlığının çocuklukta verildiği gibi, öykü çözümlemenin de ipuçlarının ilk okul yıllarından itibaren verilmesinde fayda var. Bu anlamda Türkçe ve Edebiyat dersi öğretmenlerine çok iş düşüyor. Ben, mesela, öyküyü okumadan evvel, yazarın hayatını okumayı çok faydalı buluyorum. Yazarın geçmişini, içinde bulunduğu koşulları anlayabilirsem öyküdeki duyguyu daha iyi hissedebiliyorum.

Öykü yazmak, kısa olduğundan dolayı, daha çabuk yazılabilir görülse de, duygunun derinliğini satırlar arasına sıkıştırmak o kadar kolay değil. Bir senedir ardı ardına yaptığım öykü atölyelerine rağmen o sanata erişemedim. Hemen hemen her yazdığım öyküde sevgili Hocam ve sınıf arkadaşlarım tarafından “ gene roman diline kaçmışsın “ eleştirilerine maruz kalıyorum. En sonunda “demek ki ben bir roman yazarı olabilirim ancak “ diye pes ettiğimde Nalan Hoca’mın “ pes etmek yok, sen duygu yazarısın, öykü de yazabilirsin “ deyişiyle yeniden motive oluyor,  kendimi geliştirmek adına yeniden farklı farklı yazarların öykü kitaplarına sarılıyorum. Bu sihirli dünyanın içinde kaybolup senelerdir bu dünyanın güzelliğinden kendimi mahrum ettiğim için üzülüyorum.


Romanın da öykünün de yeri bende ayrı. Her ikisini de okumayı çok seviyorum. Gönlüm her iki türün de at başı gidecek şekilde okunmasını, iyi öykü yazarlarının da iyi roman yazarları kadar takdir edilmesini istiyor. Ben, kendi payıma, yazar olarak bu iki türe de katkıda bulunabilir miyim, henüz bilmiyorum. En azından niyetliyim ve çabalıyorum. Ancak okur olarak benim için at başı gidiyorlar. Öykünün insanı çarpan büyüsünü keşfettikten sonra ne öyküsüz ne de romansız yapabilirim artık.

7 Nisan 2015 Salı

ÇOCUK RUHU... HEP İÇİMİZDE!

                                                             “Bütün yolculuklar çocukluğa varmak içindir.”
                                                                                     
Ayna Çarpması - Murat Özyaşar

En sevdiğim dükkânlardan biridir oyuncakçılar. Her alışveriş merkezine gittiğimde veya sokağa çıktığımda oyuncakçı dükkânını muhakkak seçer gözüm. Vitrinlerinden dışarı patlayan renkleri, albenili süsleriyle gerçek yaşantının ağırlığından alırlar beni bir anlığına. Eskiden çocuğum için, şimdilerdeyse kendim için, hiçbir şey almasam da içlerinde gezmeyi, o cafcaflı renkleri ruhuma sürmeyi, pelüş oyuncaklara hayalimde sarılmayı, kutu oyunlarının mantığını çözmeyi severim. O süre içinde, ruhumun kıvrımları arasına sıkışmış çocuk ruhumun meydana çıkıp gönlünce oynamasına izin veririm.

İnsanın yaşı kaç olursa olsun çocuk ruhunu kaybetmiyor. Yaş aldıkça çoğalan sorumlulukların, artan yükümlülüklerin arasına saklanıyor sadece; ilk fırsatta tekrar kendini göstermek üzere… Bir toplantıya gittiğinizde, odada duran maket bir yelkenliyi gördüğünüzde çıkabiliyor örneğin. Uzun zamandır sakin duran çocuk ruhunuz, o yelkenliyle açılıveriyor macera dolu denizlere. Müşteriniz sizinle kuruş pazarlığı yaparken, siz ne balıklar tutup, kaç korsanla savaşıyorsunuz kim bilir?  Belki siz bir korsan olup definelerin peşinde koşuyorsunuz o anda. Gülümsediniz mi? Veya karlı bir günde, karların arasından, başını uzatıp eğik boynuyla size selam veren bembeyaz bir kardelen çiçeği gördüğünüzde hissettiğiniz sevinç içinizdeki çocuğun sevincidir aslında.

Çocukluk zamanlarınızı hatırlayın. Ne kadar saf, ne kadar umut dolu olduğunuzu… Yarının gerçekten önünüzdeki birkaç günle sınırlı olduğu günleri; dün bir misket yüzünden küstüğünüz arkadaşınızla, ertesi gün aynı topun peşinde coşkuyla koşturduğunuz günleri; okuldan eve geldiğinizde annenizin sizin için pişirdiği kurabiyenin ya da böreğin sizi sımsıcak karşıladığı, o mis gibi kokuyla birlikte annenizin sevgisinin sizi sarmaladığı günleri. Benim burnuma annemin limonlu pandispanyalarının ve tarçınlı kurabiyelerinin kokusu geldi yazarken. O zaman ki gibi sımsıkı sarmalandım sevgisiyle. İçim ısındı.

Sonra… Sonra büyüyoruz bir noktada. Hangi noktada çocuk ruhlarımızdan sıyrılıp yetişkin cübbesini giyiyoruz üstümüze bilmiyorum. Belki de, dilimize yerleşmiş “ çocuk olma “ deyimini sıklıkla duyduğumuz zamanlarda başlıyor bu değişim, belki de tamir olmaz biçimde kalbimiz kırıldığında. Her kalp kırılışında bir adım daha uzaklaşıyoruz içimizdeki çocuktan.  Kalbin kırılış anındaki sesi duymak istemezcesine duymuyoruz onun da seslenişlerini. Aslında onun kırılan kalbinin yansımasını hissediyoruz. O, kırığı onarmak için yarınlara inançla çabalarken, yetişkin halimizle kırığa tutunarak kırgınlığımızı besliyoruz. Duysak bile sesini, vuruyoruz susturmak için; vurdukça küstürüyoruz. İyi bir şey yaptığında takdir edilmeyen çocukların alınganlığıyla siniyor köşesine. Ağlıyor için için. Oysa bastırdığımız, susturduğumuz kendimiziz; fark etmiyoruz. O ise saf çocuk duygusuyla affetmenin gücünün bilincinde bizim can kırıklarımızı yapıştırmakla meşgul. Bizse affetmek ne kelime, biledikçe biliyoruz kırgınlıklarımızı. Bilmiyoruz ki biledikçe tekrar gelmiyor güzel günler. Çocuklarsa henüz kirlenmemiş dünyalarıyla kırgınlıklarını atıveriyorlar içten bir gülümsemenin karşısında.

Gene de, adı üstünde, çocuk o. Çocuk saflığıyla affediyor bizi çabucak. Ruhuna hoş gelen bir şey gördüğünde, tattığında veya kokladığında tüm çocuksu coşkusuyla ses veriyor yeniden. Bilirsiniz inatçı olur çocuklar. Pes etmiyor. İyi ki de etmiyor. Tüm kırgınlıklarımız, kızgınlıklarımıza karşın şaşkın bakışlarıyla gene tutuyor elimizden.  Sesini duyduğumuzda yeniden güzel kokuyor çiçekler, yine tadı oluyor dost sohbetlerinin, gene güzel bakıyor eşimiz. Bütün karambolüne rağmen, bulutların arasından parlayan güneş gibi göz kırpıyor hayat.

Oyuncaklar sadece çocuklar için mi?

Oyuncakların sadece çocuklar için olduğunu kim söylemiş? Hatırlıyorum, çocuğum küçükken oynamayı en sevdiğimiz oyunlardandı Hafıza ( Memory) oyunu. İki aynı resmi bulma üstüne hafızayı ve zekâyı geliştiren bir oyundu. Yaşı ilerledikçe parça sayılarını arttırarak oynadığımız bu oyundan o mu daha zevk alırdı ben mi tartışılır. Hafızası benden çok daha taze kızıma karşı oyunu kazandığım zamanlar çocuk gibi sevinirdim. Bir de yaş ilerledikçe parça sayısını arttırarak tek başınıza veya çoklu yapılabilecek yapbozlar var mesela, halâ çok keyif alarak yaptığım. Gittikçe küçülen parçaların yerini artık görmez gözlerimle bulduğum zaman koca kadın olarak içimdeki çocuk el çırpıyor mutluluktan. Yaşı yirmileri geçmiş bir genç kıza, sevgilisinin pelüş bir oyuncak aldığında duyduğu sevinci hayal edin. Seni seviyorum demenin en saf yollarından biridir bu tür bir oyuncak almak. Bir de babalar vardır çocuklarıyla maket uçak veya tren yapan. Bir iki kere şahit olduğumda gözlemlediğim babanın neredeyse çocuktan daha fazla zevk aldığıdır bu işten.

Demem o ki, çocuk ruhumuz yani henüz çevre, toplum, sorumluluklar, yükümlülükler tarafından kısıtlanmamış, şekillendirilmemiş özümüz her daim içimizde durur. Hayatın kargaşası içinde kendine oynayacak alan bulduğunda kendini hatırlatır. Siz sürekli onu görmezden gelirseniz alınır, darılır, kırılır ve bir süre sonra insan hayatını anlamlı kılan, kendi öz varlığınızı anımsatan küçük anları size göstermekten vazgeçer. Onun için, aman ha, iyi bakın çocuk ruhunuza.

1924 yılında Atatürk tarafından “Çocuk Bayramı” olarak kutlanmasına karar verilmiş 23 Nisan’da sadece çocuğunuza değil, kendinize de bir hediye yapın derim. İster oyuncakçıdan ona bir oyuncak alırken kendinize de alarak, ister onunla birlikte oynayacağınız bir oyunda çocuk ruhunuzu serbest bırakıp geniş bir alan ve zamanda oynamasına izin vererek. İllâ çocuğunuzla da oynamanız gerekmez; kendiniz de oynayabilirsiniz. Yorgun ruhlarınıza iyi gelecektir, eminim.


* Mall&Motto Dergisi Nisan sayısında yayınlanan yazımdır.