1986 Nobel
Barış ödüllü Elie Wiesel’in bu kitabı bana hediye edildiğinde kendisini
tanımadığımı itiraf etmeliyim. Bilgisayardan kendisini araştırdığımda Romanya’nın
küçük bir kasabasında doğmuş Yahudi yazarın 1944’te alındığı Auschwitz kampından
1945 yılında sağ çıktığını ve 1954’ten itibaren Nobel ödüllü arkadaşı François Mauriac’ın ısrarı
sonucu suskunluğunu bozarak tüm hayatını bu olayın anlatılmasına,
unutulmamasına adadığını okuyunca gene bir Yahudi kamp hikâyesi diye uzak
durdum bir süre. Sevmediğimden veya ilgilenmediğimden değil, bilakis çok
ilgilendiğim için bu konu hakkında çok okuduğumdan, sayısız film izlediğimden.
Ancak
Wiesel, evlerinde Yidiş konuşulmasına rağmen, sağ kurtulduktan sonra gittiği
Fransa’da öğrendiği Fransızcayla yazıp 2003 yılında Paris’te çıkardığı Sürgünler Çağı'nda, o
zamanları anlatmak yerine, o deneyimlerden geçmiş bir çocuğun bu günkü yaşamı
üzerine odaklanmış. Yerlerinden yurtlarından koparılmış insanların, nasıl
yıllar geçse de vatansız, köksüz hissettiklerini, bu oradan oraya gitmek
zorunda kalmanın hayatlarından götürdüklerini kitapta Macaristan’dan kopup
gelmiş, Amerika’ya yerleşmiş Gamaliel’in bir hastanede yatan kimliksiz bir yaşlı kadının
sayıklamalarının Macarca olduğu varsayılarak hastaneye çağırılması ve bu bir
günü kapsayan ziyaret sırasında geçmişle bugün arasında gidip gelişi üzerinden anlatmış. Bu anlamda Herta Müller’in Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım adlı
kitabına benzettim.
Almanların
Macaristan’ı işgalinden sonra annesinin, soykırımdan kurtarma umuduyla,
Gamaliel’i bir Katolik kabare şarkıcısına teslim etmesiyle başlıyor ilk
kopukluk. İsmi dahil, dinini, yaşam şeklini, ailesini değiştirmek zorunda kalan
Gamaliel’in ellili yaşlarda ki halini görüyoruz kitapta. İçine sinmese de geçinmek
için hayalet yazarlık yapıyor. Gene başka isimlerle ışık buluyor satırları. Gönlünde
yatan, kendi imzasıyla çıkarmayı umut ettiği kitabı yazıyor bir yandan. Elie Wiesel’in çocukluğunda aldığı din
eğitiminin ve küçük bir kasabada yaşamanın getirdiği aile, din ve Tanrı ekseninin
etkilerini Gamaliel’in yazdığı kitapta görüyoruz. Ana hikâyenin arasına girip
çıkıyor bazı bazı.
57 kitabı
olmasına rağmen Türkçe’ye çevrilmiş dört kitabını bulabildim ben. Bunda 2007
yılında kendisi dahil 53 Nobel ödüllü yazarın altına imza attığı Ermeni
Soykırımı’nın tanıması gerekliliğini ifade eden mektubun etkisi var mı
bilmiyorum. Bu dört kitaptan en bilineni kampta yaşadıklarını anlattığı Gece
adlı kitabı. Bu kitabının filminin çekilmesine satır aralarındaki sessizliklerin
filmde verilemeceğinden, dolayısıyla anlam kaybına uğrayacağından izin
vermemiş.
Bu arada kitabı 2005 yılında ilk basan Doğan Kitap'tan sonra bu yıl ikinci basım olarak ince kuşe kağıda basan Helikopter Yayınları’na da teşekkürler. Kağıt
kalitesinden dolayı biraz daha pahalı olsa da, okurken insana ayrı bir haz
veriyor satırlar arasından kaymak.
Bütün
yaşanan trajik olaylara, kopukluklara, kayıplara rağmen her daim umudun
olduğunu hissettiren bu romanı, başta konuya girmekte zorlanmakla beraber,
girdikçe daha çok severek okudum. Umudun varlığını dış etkenlerde değil kendi
içimizde bulmamız gereken bu günlerde okumak için iyi bir seçim olabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder