14 Ekim 2014 Salı

ALMANYA NOTLARI - 3

Yazının başlığından gene mi Almanya dediğinizi duyar gibiyim. Duygu yoğunluğu ile bir yerde olunca, insanın bakışı, gözlemleyişi farklı oluyor haliyle. Yürek kapılarınız açık olduğundan, dokunabiliyor bazı şeyler. Öyle esip geçmiyor rüzgâr, bir kar fırtınası gibi içinizi titretiyor. Sarıyor, dokunuyor, deliyor…

Bu sefer Almanya’ya cenaze için gittiğimden, birçok insanı görme, onlarla sohbet etme ve inceleme fırsatım oldu. Bu insanların çoğunluğu, babamın yaşı nedeniyle, yetmiş yaş üstü olmakla beraber, onların çocukları, torunları derken geniş bir yaş yelpazesini kapsıyordu. Dikkatimi çeken ilk şey, bu kadar kalabalığın içinde, eşleri vefat etmişlerin haricinde kimsenin yalnız olmayışıydı. Çoğunluğu hala ilk eşleriyle evli, bazıları ise ikinci evlilikleri ya da beraberliklerindeydi. Hayat arkadaşı kavramının iyice yerleştiği ve kanuni haklara sahip olduğu bir ülke Almanya. Dolayısı ile kağıt üzerinde imzaları olmasa da yıllardır hayat arkadaşlığı yapan çiftlere de evli diye bakıyorum ben. Gönülden evlenmişler, imzaya ne gerek? Zaten oldum olası, sevmemişimdir bu imza işini.

Daha da güzeli, bu çiftlerin kadınlarında bir mutsuzluk emaresi görmeyişimdi. Daha açık bir ifadeyle, erkekleri tarafından geride bırakılmışlık, ezilmişlik, bastırılmışlık sezilmiyordu kadınlarda. Birbirleri ile iletişimlerine baktığımda kadınla erkeğin eşit olduğu bir birliktelik görülüyordu. Birbirlerine önce insan, sonra kadın veya erkek diye bakıyorlardı. Hiçbir erkekte “sen anlamazsın”, “ sen benim bir adım gerimde dur “ duruş, hükümran bir tavır yoktu. Eşlerine karşı büyük bir saygı seziliyordu. Gencinde de yaşlısında da. Aramızda en genç olan, yirmi beş yaşındaki, üvey annemin yeğeninin oğlunun bile yeni kız arkadaşıyla son derece düzgün bir ilişkisi olduğu gözlemlenebiliyordu. Zaten aile de, oğullarının bu ilişkisine saygı duyuyor, daha birkaç gün evvel, kızın doğum günü için onu aradıklarını ve oğulları vasıtasıyla hediye gönderdiklerini anlattı. Ailenin bu saygısı, oğlana da yansımış, o da aynı sevgi ve saygı çerçevesinde davranıyordu.

Hatta bir tanıdıklarımızla çıktığımız yemekte, şu anda Londra’da görev yapan beyin görevinin Şubat’ta biteceğini öğrendiğimde, “ e sonra ne yapacaksın?” soruma “ New York’a gönderilme durumum var “ cevabına eşinin direk olarak “ hiçbir yere gitmiyorsun, Londra neyse ama New York asla olmaz “ çıkışmasını hayretle izledim. Adam buna ne sinirlendi, ne “sen karışma “ dedi, ne de başka bir şey. Sadece “sen öyle diyorsan “ dedi bıraktı. Eminim evde tekrar konuşulacaktır bu konu ama kadının çıkışmasındaki rahatlık, korkusuzluk dikkatimi çekti. Biz de olsa kadın fikrini beyan eder ama çekinerek. Bir de bir eve gittiğimizde kahve içmek istedim, kadın “bizde kahveyi kocam yapar, ben anlamıyorum kahve makinasından “ dedi ve ben kahvesiz kaldım. Bizde kahve yapamayan bir kadın topa koyulur, kesin!

E, ne var şimdi bunlarda diyebilirsiniz. Olması gereken zaten bu. Aynen öyle; olması gereken bu. Ancak ülkemdeki her yaş ve kültür seviyesindeki ilişkilere, kadınlara, erkeklere baktığımda maalesef durumun böyle olmadığını gözlemliyorum. En mürekkep yalamışının bile kadınlara belli kalıplar içinde baktığı bir ülke burası. Okumuş, kendini geliştirmiş, iki ayağı üzerinde durabilen kadınlardan uzak durulan veya iş hayatı yoğun olduğu için evde hamarat ev kadınını oynamayan kadınların “ iyi bir ev kadını değilsin “ şeklinde kulplar bulunup, eleştirilerek duygusal şiddete maruz bırakılan kadınların ülkesi. Facebook gibi sosyal paylaşım sitelerinde herhangi bir tartışmaya düşünceleri ile iki kereden fazla katılan bir kadına “aranıyor “ diye bakılan, bu çerçevede yaklaşılan dolayısı ile kadınları kendi kabuklarının içine sıkıştıran bir ülke. Bu düşünce yapısını aşabilmiş erkeklerin az olduğu bir ülke.

Ataerkil toplum yapısının kemiklerimize kadar işlediği bu ülkede sadece erkeklere yüklenmek istemiyorum. Kendi birçok sıkıntı yaşamış kadınlar bile iş kendi oğullarına gelince, aynen gördükleri düzen içinde, onları da, farkında olmadan belki, aynı düşünce yapısıyla yetiştiriyorlar. Kaç aile genç oğullarının, onunla gezip tozan, geceleri çıkan kız arkadaşlarına saygı gösterip, ön yargısız davranabiliyor? Hele bir de geceyi beraber geçirirse “orospu “ damgasını yemiyor mu? Dürüst olalım. Halbuki, aile saygı gösterirse oğlan da saygı gösterir.

Gene aynı çerçeve içinde, ailelerin kızlarını yetişmeleri de öyle. Kendimi örnek gösterirsem; okumuş, dünya gezgini bir aileye sahip olmama rağmen, üniversite okumak istediğimde “ okuyup ne yapacaksın? Evlenip evinin kadını olacaksın, bari başka erkeklerin yerini alma” diye üniversite okuma arzumun önüne geçilme çabası gösterilmiş biriyim. Bütün iş hayatıma rağmen kırk beş yaşında eşimden boşanmaya niyetli olduğumu söylediğimde “ başında erkeksiz nasıl yapacaksın? Bu yaştan sonra bir daha evlenemezsin de “ denilmiş biriyim. Demem o ki, bir yandan okutulurken ana hedefin her daim evlilik yani bir erkeğin koruması altında olmak olduğu öğretilen bir toplumda yaşıyoruz. Bu öğretiyi kendine hedef alan birçok kadın da var. Bütün bunlar erkeğe hükmetme yetkisinin verildiğini zannetmesine yol açıyor maalesef. İlişkinin, evliliğin karşılıklı sevgi, saygı, güven, paylaşım gibi ögeler taşıması gerektiği konusunu ise çoğunlukla el yordamıyla, tecrübeyle keşfediyoruz.

Kadının çok tartışıldığı, siyasetin kadın üzerinden yapıldığı bu günlerde, yukarıda bahsini ettiğim kadın algısını aşmış, kadını insan olarak kendisiyle eşit haklara sahip gören erkeklere, bu algıdan sıkılmış, toplum içinde önce insan sonra kadın olarak yer almak isteyen kadınlara çok iş düşüyor. Siyaset içinde yer alıp bu konuda çalışamıyorsak bile kendi çocuklarımızı doğru eğitip, en azından gelecek kuşaklarda bu sorunun azalmasına katkıda bulunabiliriz.


Hiç yorum yok: