24 Ekim 2014 Cuma

BODRUM

Tanımadığım birinin gizli sırlarına izinsiz giriyormuşum gibi hissediyorum. Çekmeceyi açarken ellerim titriyor kalbimin hızlı atan ritminde. Tozlanmış birçok albüm, zarflı, zarfsız bir sürü evrak ve bir deste mektup karşılıyor beni. Bir duyun ucuna takılmış ampulün sarı ışığı yansıyor üzerlerine. Terk edilmiş olmalarının hüznünü yansıtıyor bu sarılık. Aynı hüzne ben de kapılıyorum, hiçbir şeye dokunmadan çekmecenin kalabalık yalnızlığını seyrederken.

Yıllardır gele gide, her odasını, her eşyasını ezberlediğim bu evin bodrumuna hiç inmemişim nedense. Evi satılığa çıkarmadan evvel evin içindekileri boşaltmak zorunda olmasam belki de hiç inmeyecektim. Kullanım dışı kalmış eşyalar, bozuk lambalar, kütüphanede kendine yer bulamamış kitaplar, anıları solmuş fotoğraflar neden saklanır bilmem. Bir nevi geçmişe ihanet etmeme kaygısı sanırım. Unutulmak istenmeyen ama unutulması gereken anılar bütünü. Karanlık, soğuk, tozlu bodrumun kapıları ardına saklayıp, gözden uzak ama gene de yakında tutma arzusu. Sanki onlar olmazsa hayata tutunamayacak, köksüz oradan oraya savrulup yok olunacak endişesi gibi. Oysa, bazı anıları unutamadığımızdan yok olmuyor muyuz? Bizi geçmişe tutsak eden kelepçeleri atamadığımızdan, yerimizde sayıp hiçliğe düşmüyor muyuz?

Gıcırdayarak açılan kapıdan nemli, tozlu eski kokusu çıktı dışarı ilk. Karanlığın içinde şekilsiz birçok hayalet sessizce oyunlar oynadılar. Ürperdim. Gözlerim karanlığa alışıncaya kadar, kapının ağzından onları seyrettim Bana anlatmaya çalıştıkları öyküyü dinlemek istediğimden emin değildim. Karanlık kendini puslu bir griye bırakınca ortada sallanan lambayı gördüm. Bir yerlerde elektrik düğmesi olmalıydı. Duvarda elimi sürüyerek ilerledim. Işığı yakarak hayaletlerin bedene bürünmesini bekledim.

Yıl yıl, düzenle hazırlanmış albümlere bakıyorum önce. Her fotoğrafta herkes gülüyor. Herkes sahiden fotoğraflara yansıdığı kadar mutlu mu o anda? Poz mu verilmiş çoğunda, merak ediyorum. “Nasılsın? “ denildiğinde, her zaman ama her zaman “ iyiyim “ diyerek biz de poz vermiyor muyuz hayata? Hayat, darbe üstüne darbeyle bizi bir köşeden diğerine savurduğunda, aldığımız yaralara rağmen, inatla, kimi zaman yorgun, kimi zaman bezgin de olsa, nefes almaya devam ederek bu oyunda rol almaya devam etmiyor muyuz? Ve her fotoğrafta gülümsüyoruz istemsizce. Yıllar sonra elimize alıp baktığımızda sadece iyiyi hatırlamak istiyoruz. Sanki hiç yara almadan hep gülerek geçmiş zaman gibi. Ne yanılsama!

Aldığımız yaraların izleri neden çıkmaz fotoğraflarda? Şimdi düşünüyorum da, belki de iyi zamanlarımızın, daha doğrusu iyi olmak için kendimizi zorladığımız zamanları sonsuzlaştırmak isteği bu. Kalbi derin deşmiş yaraların izlerini, istese de, unutamıyor insan. Her soğuk yediğinde sızlayarak varlıklarını hatırlatıyorlar.  Fotoğraflara yapıştırdığımız gülümsemelerimiz, kabukları her an kalkmaya hazır yaralarımıza karşı bir savunma duvarı mıdır aslında? Belki…

Fotoğrafları bırakıp evraklara geçiyorum. Benim doğumumun öncesine kadar uzanan, gerekli gereksiz bir sürü evrak var. Yıllarca, hiç üşenmeden, alınmış bir ekmekten, gidilmiş seyahatlere kadar kuruş kuruş tutulmuş gider kayıtlarına bakıyorum şaşkınlıkla. Arada adım geçiyor. Benim için ödenmiş, bana ödenmiş paraların da kaydı var teker teker. Biliyorum kötü niyet yok ama adımın karşısında bir bedel durması garip hissettiriyor beni. Ederi olan bir mal gibi. Bana ödenmiş bedelin karşılığını verebildim mi? 

Onları her ziyarete gittiğimde, kendimi ailesini ziyarete gitmiş değil de, bir yakınını ziyarete gitmiş misafir gibi hissederdim. Senede bir, on beş gün süren bu ziyaretler, bir masal havasında, sürekli davetler, yemekler içinde geçer, gerçek hayatın akışından payını almazdı. Beni ziyarete geldiklerinde de aynı durum olur, ben normal hayat akışımdan on beş günlüğüne sıyrılır, dertsiz tasasız, bol yemeli, içmeli, çok gezmeli, bayram havasında bir süreç geçirtirdim onlara. Dönerken elime yüklü bir miktarda para tutuşturulduğunda kendimi, aynen şu anda hissettiğim gibi garip hissederdim.

Çekmecenin en köşesinde duran, kenarları uçak ile gideceğini belirten mavi, kırmızı damalı mektuplara takılıyor gözüm. Mektupların varlığı huzursuz ediyor beni. Dokunulması istenmeyen bir geçmişe pencere açılacak ve o pencereden giren rüzgâr beni üşütecek hissindeyim. Onları ellemeden diğer evrakları karıştırıyorum bir süre daha. Kayda değer bir şey olmamasına rağmen mektuplarla karşılaşmamı geciktirmek amacıyla her bir kağıdı detayına kadar okuyorum. Çoğu çöp.

Mektupları elime alıyorum. Tüm mektuplar aynı kişiden aynı kişiye yazılmış. Zarfların üstündeki, artık geçmişte kalmış, çocukça el yazımı tanıyorum. Mektupların hepsi özenle üstlerinden ya bıçak ya da mektup açacağı ile açılmış. Üstlerindeki damgalardan 1980-1983 yılları arasını kapsadığını anlıyorum. Daha öncesi ve sonrası nerede mektupların? Niye onlar yok? Diğer çekmeceleri karıştırıyorum. Hayır, hiçbir yerde yoklar. Yoksa daha önce ve sonra hiç mektup yazmamış mıyım? Hatırlamıyorum.

Elimde mektuplar; tozlu, yırtıklarından süngerleri pörtlemiş koltuğa oturuyorum. Süngerin arasına yuvalanmış karıncalar kaçışıyor oraya buraya. Oturduğumda havalanan toz zerreciklerinin bana cilve yapmalarını seyrediyorum bir süre. Bodrumun nemli havası beni üşütse de, mektuplar alev alev parmaklarımın ucunda. Açığa çıkarılmamış bir sırra ulaşmış, bu sırrı keşfedişin beni daha da karanlığa sürükleyeceğini hissedermiş gibi korkuyorum. Saçmalıyorum! O tarihlerde on yedi yaşlarındayım. O yaştaki bir genç kızın ne gibi bir sırrı olabilir ki? Kendime gülüyorum.

Çoğu, önlü arkalı bir sayfadan oluşan, otuz adet mektubu bir çırpıda okuyorum. Şaşırıyorum. Hepsi tornadan çıkmış gibi, aynı giriş ve sonuçla bitmiş, arası ise o tarihlerde neler yaptığımı anlatan bilgilerle doldurulmuş tek düze mektuplar. Satır aralarına bile sıkışmış hiçbir duygu yok. Sürekli gezen, tozan, havai, duygusuz bir genç kız mektubu yazan.  Gerçek miydi? Ben, gerçekten bu kız olabilir miydim? Sanmıyorum. Bu kız yabancı, bu kızı tanımıyorum.

Cenazede hissettiğim aynı yabancılık duygusu sarıyor. Ait olmadığım bir dünyaya davetsiz bir misafir olarak gelmiş gibi hissediyorum. Mezarlıkta, cenazeye tanıdığımdan çok tanımadığım insanların geldiğini gördüğümde,bu insanların yüzüme “bu da kim? “ diye sorarcasına bakışlarını yakaladığımda kendimi olmamam gereken bir yerin ucuna mecburiyetten iliştirilmiş hissetmiştim. Beni tanıyanlar tarafından, yıllarca saklanmış bir sır gibi tanımayanlara tanıştırıldığımda da perçinlenmişti bu his. Annemle babamın çok gerilerde kalmış evliliğinden değil de, sanki gayrimeşru bir çocukmuşum gibi, saklanması icap eden, babamın ikinci evliliğinin çok fazla içinde yer almaması gereken biri gibi. Öyle aykırı, öyle yabancı…

Mektupları yanıma alıp tekrar okuma dürtüsü ile doluyorum. Sonra vaz geçiyorum. Mektupları koltuğun üzerine bırakıyorum. Karıncaların mektupların üzerine tırmanışlarını seyrediyorum bir süre. Babamla ilgili bütün yoksunlukları mezarına gömdüğüm gibi, bu mektupların bana taşıyacağı tüm anıları da bodrumun karanlığına gömmek istiyorum.

Merdivenleri çıkarken, aklımda “ o kıza ne oldu? “ sorusu dönüp duruyor.





Hiç yorum yok: