6 Kasım 2014 Perşembe

VE KUŞLAR HAVALANDI

O sabah, evden sabahki dersine yetişmek üzere erken çıkmıştı. Bir gece evvel, komşudan gelen televizyon seslerinin üstüne karısıyla kavga etmişlerdi. Karısı, evlere yeni yeni giren bu aletten almak istemiş, her akşam onun çalışma odasına kapanarak ders hazırlamasından sıkıldığını, televizyonun onun için bir nefes olacağını iddia etmişti. “ Her gün, radyo başında kaç kişinin öldüğünü dinlemekten bunaldım, televizyonda diziler, filmler oynuyor, havamız değişir “ demişti. Bir hafta evvel komşuya televizyon seyretmeye gittiğinden beri devam eden bir tartışmaydı bu. Parası olmadığından değil ama ülkenin kara günlerden geçtiği, hemen hemen her gün çatışmalarda gençlerin öldüğü veya yaralandığı, yağ, pirinç gibi ihtiyaçlar için sabahın erken saatinden itibaren kuyruklara girildiği bu dönemde böyle bir lükse sahip olmayı doğru bulmadığından itiraz ediyordu. Karısı bu savunmasını asla anlamıyor, “ bizim televizyon almamamız mı memleketi kurtaracak? “ diye karşı savunmasını yapıyordu. Karısının bu duyarsız hali, onu gittikçe daha da rahatsız ediyordu.

Öyle yetişmişti. Çocukluğu, babaanne ve dedesinin konağında geçmişti. Bakımlı, kocaman bahçe içindeki, iki katlı, cumbalı konakta komşu çocukları, çalışanların çocukları ile keyifli bir çocukluğu olmuştu. Babaannesi müstahdemin çocuklarını kendilerinden ayırmaz, herkese eşit muamele ederdi. Kendisine bir oyuncak alınırsa onlara da alınırdı. Oyuncağını onlarla paylaşmak istemediği zaman azarlanırdı. Kendisi de konağın hanımı gibi davranmaz, ev işlerinde çalışanlara yardım ederdi. Göze batacak hiçbir şey yapmamaya özen gösterilirdi. Hatta babası, babaannesine Avrupa’dan beyaz bir manto getirmişti. Çok yakışmıştı babaannesine ama Avrupa işi ve beyaz diye babaannesi onu hiç sokaklarda giymemişti. Sonunda annesine vermişti mantoyu. Dedesi, konak sahibi olmalarının onları kimseden ayırmadığını anlatır, namusuyla çalışan herkesin Allah katında eşit olduğundan bahsederdi. Mahalleli tarafından çok sevilen bir aileydiler.

Üniversiteye vardığında sağlı sollu kümeleşmiş gençleri gördü. İçi sıkıldı. Gün gene bir çatışmaya gebeydi. Gençlerin mücadelesini anlıyor ancak bunun çatışarak, birbirini öldürerek olmayacağına inanıyordu. Barışçıl bir insandı. Gün be gün ölen veya yaralanan gençleri duydukça içi kararıyor, hepsi pırıl pırıl olan gençlerin, daha hayatlarının başında ölmelerine çok üzülüyordu. Derslerinde, öğrencilerine bu çatışmalardan uzak durmalarını öğütlüyor, okullarını bitirip mesleklerinde başarılı olarak ülkelerine faydaları olabileceklerini anlatıyordu. Bir koalisyon diğerine devrilen hükümetlerin politikasından kendisi de haz etmiyordu, hatta zaman zaman üniversitedeki görevinden istifa etmeyi bile düşünmüştü ama gençleri bırakmayı göze alamamıştı. Mümkün mertebe rengini belli etmeden, en azından kendi öğrencilerini çatışmalardan uzak tutmaya çalışıyordu. Okulda çatışmalar olmasına rağmen ölen olmamıştı.

Öğrencilerinin en başarılısı Ahmet adında bir çocuktu. Ders aralarında sürekli odasına gelir, kendisine ek ödevler vermesini isterdi. Ahmet küçük bir kasabadan geliyordu. Babasının bir kırtasiye dükkânı vardı. Okuyup kasabasına dönecek ve orada bir eczane açacaktı. Şehre okuması için gönderilmesinin ailesine ne kadar yük olduğunun bilincindeydi. Bir an önce okulunu bitirmek istiyordu. Bildiği kadarıyla okuldaki siyasi gruplarla da işi yoktu. Herkese eşit mesafede duruyordu.

İlk dersine girdiğinde sınıfta çok eksik olduğunu fark etti. Muhtemelen birçoğu dışarıda kümeleşmiş grupların içindeydi. Dersi yapıp yapmama konusunda tereddüt etti. En ön sırada iştahla kendisine bakan Ahmet’i görünce dersi yapmaya karar verdi. Burada olan çocukların bir günahı yoktu ki! Ders ilerlerken dışarıdan sesler gelmeye, karşılıklı sloganlar atılmaya başladı. İlk başlarda sloganlar atıp dağılırlar ümidiyle derse devam etti. Sesler gittikçe yükselmeye, arada güvenlik güçlerinin “ dağılın “ anonsları gelmeye başladı. Sınıftaki öğrencilerin de dikkati dağılmıştı. Hepsinin yüzlerine korku hâkim olmuştu. Dersi kesti.

Öğrencilerine çatışma bitinceye kadar binadan çıkmamalarını öğütledi. Hepsine kendi odasında toplanmalarını söyledi. Dışarıda durum nedir diye bakıp odaya döndüğünde öğrencilerin arasında Ahmet’in olmadığını gördü. Onu aramak üzere binayı dolaştı, bulamadı. İsteksizce dışarı çıktı. Dışarıda sağcılar, solcular, güvenlik görevleri birbirine girmiş, sopalar, coplar havada uçuşuyordu. Kalbine bir ağrı saplanmışçasına sendeledi. Bir anlığına Ahmet’i görür gibi oldu. Sonra kaybetti. Kalabalığın içinde havaya kalmış bir sopa bir kıza vurmak üzereydi. Sopa kimin elindeydi göremedi. Ahmet’i tekrar gördüğünde elinde sopa olan çocukla boğuşuyordu. Kızı arkasına almış, sopalı çocuğun bileğini tutmuştu. Bir grup Ahmet’e doğru ilerlerken, mahşere dönmüş alanda, tüm gürültünün de üstünde bir ses bıçak gibi kesti gökyüzünü. Ağaçlardaki kuşlar telaş içinde havalandı. Bir anda herkes dondu kaldı. Kalabalık ayrıldı.

Sesin geldiği yöne doğru koştu. Yerde kanlar içinde, kendisine bakarmış gibi gözleri açık kalmış Ahmet’i gördü. Bir kızı, muhtemelen sevdiği kızı,  kurtarmak için kendini feda etmiş Ahmet’i. Her zaman cin gibi bakan kara gözlerini… Etrafına baktı; herkes kaçışmıştı. Koruduğu kız bile ortada yoktu. Korkaklar diye geçti beyninden. İçinden öfkeyle yükselen haykırışa engel olamadı. Artık sessizliğin hâkim olduğu alanda çınladı haykırışı. Kuşlar yeniden havalandı.

Öfkenin boğazına düğümlediği yaşlarla, sendeleyerek yürümeye başladı. Nereye gittiğinin farkında değildi. Sadece yürüyordu. Odasındaki öğrencileri unutmuştu. Gözünün önünde sadece Ahmet’in kendisine bakan gözleri ve kulağını yırtan o silah sesi vardı. Yolda insanlara çarparak yürüyordu. “Deli misin adam, önüne baksana “ dedi bir tanesi. Duymadı. Her şey anlamını yitirmişti. Geleceğe umutla bakan, günahsız bir genci ölümden uzak tutamamıştı. Hele o kız! Ahmet’in ölümüne sevdiği, onun için kendisini, ailesinin umutlarını feda ettiği o kız. O kız Ahmet’in başında durmamış, kaçıp gitmişti hemen. Hiçbir şeyin anlamı yoktu. Sevginin, aşkın bile…

Ayakları onu eve sürükledi. Karısı kapıyı açınca, onun deli, boş bakan gözleri karşısında şaşırdı. “ Ne oldu? “ sorusuna cevap alamadı. Üsteledi. Sadece, yüzünde acı bir ifadeyle boş boş baktı karısına. Direk odasına gitti, üstü başıyla yattı. Uyandığında akşam karanlığı çökmüştü. Karısı sofrayı kurmuş, onu bekliyordu. Hemen gidip radyoyu açtı. Yan evden şarkılı, türkülü televizyon sesi geliyordu. Ajansta “ Bu gün Eczacılık Fakültesi’nde çıkan çatışmada Ahmet Barış isimli bir genç öldü. Hangi örgüte bağlı olduğu bilinmiyor “ diye bir kısacık bir haber geçti. Karısı dehşet içinde “iyi sana bir şey olmamış” dedi sadece. Karısına baktı, ölen çocuk için bir şey söylemesini bekledi. Söylemedi. Herkes gibi o da başını kuma gömmüştü. Boğulacak gibi hissetti.

Aniden sofradan kalktı. Portmantoda asılı ceketini giyip dışarı fırladı. O evde daha fazla kalamazdı. Arkasından karısının “ nereye gidiyorsun? “ diye bağırışını duydu. Umursamadı. Deniz kenarına gitti. Nefes almaya çalıştı. O an, o sahne kafasının içine pençeleri ile sımsıkı tutunmuş, bir an bile aklından çıkmıyordu. Sahneye eşlik eden ses, bir uğultu halinde beyninin kıvrımları arasına yerleşmiş, dışarıdan gelen başka her hangi bir sese karşı duvar oluşturmuştu. Cebinde biraz parası olduğunu fark etti. Yakınlardaki bir yerden şarap aldı. Kulağından o sesin gitmesi umuduyla bir şişe şarabı, nefes almadan bir dikişte bitirdi. Orada sızdı kaldı.

Sabah ayazı ve güneşin ilk ışıkları ile uyandığında keskin baş ağrısını hissetti ilk önce. Gayriihtiyari eve doğru yürümeye başladı. Eve yaklaştıkça, oraya gitmek istemediğini fark etti. Yarı yolda yönünü değiştirdi ve üniversiteye doğru yürümeye başladı. Okula geldiğinde, dün hiçbir şey olmamış gibi öğrencilerin toplaşmaya başladığını gördü.  Ölenler öldüğü ile kalıyor, devran gene bildiği gibi dönüyordu. Okulu uzaktan kesebileceği bir duvar dibine çöktü. Boğazında düğümlenen yaşlara daha fazla engel olamadı. Hıçkıra hıçkıra ağladı, içindeki keder hafiflemedi.

Duvar dibinde epeyce kaldı. Dizlerinde derman kalmayınca, gene deniz kıyısına döndü. Akşam olunca gene bir şişe şarap alıp, bu sefer kıyıya bağlanmış bir kayığı kendine mesken edinip orada içip, uyudu. Bu düzen aylaca devam etti. Her sabah okulu gözetlediği duvar dibine gidiyor, yorulunca kayığına dönüyordu. İşini, karısını hiç düşünmüyordu. Varsa yoksa Ahmet’in ona bakan gözleri, gökyüzünü yırtan silah sesi vardı. Bunlardan kurtulmaya çalışmaktan vazgeçmişti. Ahmet’in görüntüsünü unutursa ona bir daha ihanet edecekmiş hissiyle daha da sıkı yapışmıştı bu görüntüye.

Bir sabah duvar dibinde okulu gözetlerken, Ahmet’in uğruna öldüğü kızı, bir erkekle el ele okula doğru yürürken gördü. Kız gülüyordu. Gülüyordu! Gülebiliyordu… Olduğu yerden fırlayıp kızın üstüne yürümek istedi. Onu sarsmak, kendine getirmek, yaşamın bu kadar ucuz olmadığını hatırlatmak… Saçı sakalı birbirine karışmış, üstü başı kirlenmiş bir adamı bir kızın peşinden gider görünce, çevresini birden birkaç genç sardı. “ Serseri, sen ne yaptığını sanıyorsun? “ diyerek onu dövmeye başladılar. Kendini korumaya çalışmadı. Sadece  “ asıl siz, ne yaptığınızı biliyor musunuz? “ diye soruyordu durmadan.

Onu hırpalayıp bırakmışlardı olduğu yerde. Onlar gidince ayağa kalktı. Bir daha buraya da gelmeyecekti. Gördüğü ihanete bir daha katlanamazdı. Sallanarak uzaklaştı oradan. Bir cami çıktı karşısına. Dedesinin ona Allah katında herkesin eşit olduğunu anlattığını hatırladı. Gerçekten eşit miydi herkes? Ahmet’in ölmek için ne gibi bir nedeni vardı? Sevmişti sadece, çok sevmişti. Bir cevap bulmak umuduyla caminin soğuk duvarına yaslandı. İyice yükselmiş güneş gözlerini aldı. Cami avlusunun serinliğinde oynayan çocuklara bir pus perdesinin ardından baktı. Ahmet’in kendisine bakan gözlerinde oynayan çocukları gördü. 

Hiç yorum yok: