18 Aralık 2014 Perşembe

TAŞ SARAY KALINTISI

Hava çok sıcaktı. Yaprak kımıldamıyordu. Tüm pencereler açık olmasına rağmen, minibüsün içine sinmiş ter kokusu gittikçe ağırlaşıyordu. Leyla, pencereden başını dışarı çıkartarak derin derin nefes aldı. Minibüsün çıkarttığı tozlar burnuna doldu. Hapşırdı. İnsanlar dönüp baktılar. Çaresiz, gene koltuğuna gömüldü. Önünde oturan şişman kadının yüzünden akan tere odakladı bakışlarını. Ter kadının saçlarının dibinden çıkıyor, nereye gideceğini bilmezcesine, yanakta karşılaştığı her engel karşısında yön değiştirerek aşağı doğru akıyordu. İnsan gibi; umut dolu bir geleceğe doğuluyor, hayatın önüne dizdiği engeller karşısında, umudunu yitire yitire, engeller etrafından dolaşarak belirsiz bir geleceğe doğru yol alınmıyor muydu? Kadın elindeki mendille terini sildi. Bir dakika geçmeden yeni ter damlaları aynı yolculuğa yeniden çıktılar. İnatçıydı ter. İnsan bu kadar inatçı olamıyordu hayat karşısında. Bir yerden sonra, umudunu tamamen yitirip, yok olup gidiyordu. “Bir ter damlası kadar bile olamıyoruz” diye geçti aklından. Kadın, ara ara elindeki mendille yüzünü silerek, yanında oturan kocasına gülerek bir şeyler anlatıyordu. Adam, yüzünde bıkkın bir ifadeyle sadece başını sallayarak dinliyordu.

Eskiydi şehir. Yıllar evvelinin konakları, hanlarıyla sanki tarihten canlı bir abide gibi karşılarında duruyordu. Sokaklar pisti, evler metruk. Bireysel yatırımlarla bazı konaklar elden geçirilmiş, otele çevrilmişti. Tüm o tozlu, yeknesak sarılığın içinde bu yenilenmiş oteller, porselen dişlerin yapaylığı gibi sırıtıyordu. Şehri ikiye bölen nehrin ağır kokusu yoğun bir sis gibi şehri kaplıyor, nehrin şehre kattığı güzelliği örtüyordu.  Hüzünlü bir atmosferi vardı şehrin.

“Ne işim var benim burada?” diye düşündü. Ani bir kararla, işinden izin almış ve bulduğu ilk tura yazılmıştı. Nereye olduğu önemli değildi. Sadece gitmek, onu ayakları altında ezen İstanbul’dan uzaklaşmak, bir yerlerde yitirdiği nefesine yeniden kavuşmaktı istediği. Kafasının içinde sürekli konuşarak onu boğan sesleri duymamak arzusuyla hiç tanımadığı bu insanlarla yola düşmüştü. Havaalanında buluştuklarında sadece “merhaba” demiş, bir daha da kimseyle konuşmamıştı. Bir robot gibi, turda yazılı programlara katılıyor, o camiden bu müzeye gittiklerinde, bu ziyaretlerde bir anlam bulmaya çalışıyor ama bu ölü alanlar ona bir şey fısıldamıyordu. Tura katılan diğerleriyse, ödedikleri paranın son kuruşuna kadar çıkarmanın derdinde, doymaz bir iştahla, ellerinde haritalar, kitapçıklar oradan oraya koşturuyor, akşam yemeklerinde toplanılan masada, bitmemiş enerjileriyle havaya yüksek kahkahalar fırlatıyorlardı. Leyla, üzerine sinen bu yılışık, sahte kahkahalardan tiksiniyor, yemeğini bitirir bitirmez otele dönüp odasına kapanıyordu.

Bugün de, şehrin biraz dışında bulunan, bilmem ne sarayına gidilecekti. Sarayın adını öğrenmeye bile tenezzül etmemişti. Sadece gidilsindi. Sürekli hareket halinde olmak, onunla düşünceleri arasına mesafe koyuyordu. Bu iyiydi. Kendine odaklanmayı bırakmış, turdaki diğer insanları incelemeye başlamıştı. Önünde oturan şişman kadın, grubun en yüksek kahkahasını atandı mesela. Hani yarışma yapılsa açık ara en önde bitirirdi yarışmayı. Daha bir şey söylemeden kahkahayla başlıyordu sözüne. Sonra da ne dediği anlaşılmıyordu zaten. Karısına göre daha zayıf, kır saçları seyrelmiş, eskilerin kalın, siyah çerçeveli gözlüğüyle bir muhasebeciyi andıran kocası ise, kadının her ortalığı çınlatan kahkaha atışında yerin dibine girercesine küçülüyordu olduğu yerde. Tura katıldığı andan itibaren yüzüne oturmuş, hiç değişmeyen sıkkın ifade, karısının zoruyla bu tura katılmış izlenimini veriyordu. Adamın karısına bir şey söylediğini hiç görmemişti Leyla. Sürekli kadın bir şeyler anlatıp duruyordu kocasına. Çekilecek nane değildi. “Ne evlilik ama!” diye düşündü. Grubun diğer üyelerinden biri de anne-kızdı. Orta yaşlardaki kadın, belli ki annesini eğlendirmek amacıyla bu geziye çıkarmıştı ama her ikisi de pek mutlu görünmüyorlardı bu birliktelikten. Yaşı ilerlemiş anne, gezinin yorucu temposuna uyamıyor, her gittikleri yerde bir kenara oturup gezinin bitmesini bekliyordu yalnız başına. Kızı ise her şeyi görmeye pek hevesli, hiçbir şeyden geri kalmıyor, tur rehberinin dibinde gezinip sürekli ona bir şeyler soruyordu. Tur rehberi yirmi sekiz - otuz yaşlarında yakışıklı sayılabilecek bir gençti. Kadın kırklarında olmasına rağmen, bu tur rehberine göz koymuştu anlaşılan. Sıcaktan fenalık geçirmek üzere olan anneye üzülerek baktı Leyla. Kızı tur rehberiyle oynaşıyordu gene.

Birden durdular. “İşte geldik” dedi şoför neşeyle. Leyla etrafına bakındığında bozkır bir tepeden başka bir şey göremedi. “Tepeye tırmanacağız” dedi rehber. Tırmandılar. Tırmandıkça oraya buraya dağılmış taş parçaları karşıladı onları. Saraya benzer bir şey yoktu ortada. Sütun başlarının, taşların yoğunlaştığı bir düzlüğe geldiklerinde “işte burası” diyerek anlatmaya başladı rehber. Bilmem ne kralı çok sevdiği karısı için yaptırmış bu sarayı, taa milattan evvel. “Nereden biliyorsunuz kralın karısını çok sevdiğini?” diye çıkıştı rehbere, nereden çıktığı belli olmayan bir öfkeyle. Rehber kekeledi;  “yani efsane öyle” dedi. Kahkahası boşlukta çınladı. Diğerleri şaşkınlıkta baktılar Leyla’ya. “Ne bakıyorsunuz, yalan mı? Kim kimi bu kadar sevmiş? Efsane bunlar. Bakın rehber bile söyledi. Efsane!” dedi öfkeyle. Gruptaki kadınlar bir şey söyleyecek oldular, kocaları çekiştirdi kollarından.

İçinden fışkıran öfkeye hâkim olmaya çalıştı Leyla. Bayılıyordu insanlar masallara. Bu masalların içinde kendilerini de hayallere kaptırıyorlar, olmadığı zaman da, bu taşlar gibi oraya buraya saçılmış kırgınlıklarını nasıl toplayacaklarını bilemiyorlardı. Hayat bir masal değildi; hayat, şu yüzyıllara direnmiş taşlar kadar sertti, acımasızdı. Belki de şu dağılmış taşlar, kırıla kırıla taşlaşmış yüreklerdi. Kim bilebilirdi ki?  Ne anlatılanlara, ne yazılanlara inanıyordu artık. Hakan da onun için şiirler yazmamış mıydı, hem de bir kitap dolusu? Yazmıştı da ne olmuştu? O kadınla Hakan’ı kendi yataklarında (onu en çok da bu kırmıştı) yakaladığında, yazılmış mısralar dağılıp saçılmıştı yatağın her bir köşesine. Tek başlarına kalınca tüm anlamlarını yitirmişler, ilişkileri gibi özensizce karalanmış kelimeler çöplüğüne dönüşmüşlerdi. Bu masal değildi; bu gerçekti!

Öfkeyle minibüse yürüdü. Kızgındı, kırgındı. Uzaktan insanların, yüzlerindeki sahte gülümsemelerle fotoğraf çekmelerini seyretti. Gelecekte bu fotoğraflara aynı hafifmeşreplikle bakabilecekler miydi? Kendisi geçmiş beş yıla ait hiçbir fotoğrafa bakamıyordu. Oysa ne çok severlerdi fotoğraf çekmeyi. İçlerindeki çocuğu sere serpe ortaya dökerler, komik suratlarla kahkaha içinde birbirlerinin resimlerini çekerlerdi. Binlerce fotoğrafları birikmişti; hepsi gülen yüzlerle, mutluluk saçan gözlerle çekilmiş. Bugün ise yüreğine yerleştirilmiş, her an patlamaya hazır mayın gibiydiler. İçindeki çocuk ölmüştü. Hissettiği boşluk, içindeki çocuğun ölümünden mi yoksa Hakan’ın gidişinden miydi? Bilemedi.

Diğerleri de minibüse binince yeniden yola düştüler. Programda yakınlardaki bir şelaleye gidileceği ve orada öğle yemeği yeneceği yazıyordu. Oraya varıncaya kadar Leyla gözlerini pencereden dışarıya çevirdi, kimsenin yüzüne bakmamaya çalıştı. Vardıklarında yemyeşil defne ağaçlarının altından şırıl şırıl akan suyun ferahlığı Leyla’nın öfkesini biraz dindirdi. Rehber, biraz korkarak “Efsaneye göre Zeus'un oğlu ışık tanrısı Apollon, ırmak kenarında gördüğü genç ve güzel bir kız olan Daphne'ye âşık olur ve onunla konuşmak ister. Daphne'yi kovalar. Daphne kurtulamayacağını anlar. "Ey toprak ana beni ört, beni sakla, beni koru" diye yalvarınca Tanrı onu ağaca dönüştürür. Daphne'nin gözyaşlarından şelalelerin oluştuğuna inanılır.” diye anlatırken, göz ucuyla da Leyla’ya bakıyordu. Leyla hemen ayakkabılarını çıkardı ve ayaklarını suya soktu. Suyun soğukluğu önce acıttı. Nefesini kesen keskin acıya rağmen sudan çıkmadı. Yüreğindeki acıya benziyordu; kesen, delen, yok eden bir acı. İçindeki ölü çocuğu son bir gayretle yeniden canlandırmak umuduyla suyla oynaştı. Defne ağaçlarının havaya bıraktıkları mis gibi kokuyu içine çekti. Defne kalp ağrısına da iyi gelir miydi? Birkaç dakika sonra ayaklarını hissetmediğini fark etti. Yüreğinin de hissizleşmesi için dua etti. Kollarını açarak “ben Daphne’yim “ diye fısıldadı. Gözyaşları şelaleye karıştı. 


Hiç yorum yok: