23 Nisan 2021 Cuma

DEMOKRASİ ŞIMARIKLIĞI(!)

Almanya'da şu ara pandemiden sonra en önemli konu 26 Eylül'de yapılacak seçimler. On altı senedir ülkeyi yöneten Angela Merkel'in yerini kim alacak değil kim doldurabilecek diye bakılıyor olaya. Partiler yavaş yavaş adaylarını göstermeye başladılar. Ciddi yükselişte olan Yeşiller Partisinin eş başkanları aralarında  kimin aday olmasının şanslarını yükselteceği konusunda anlaşıp olaysız aday belirlediler. Ancak Merkel'in partisi olan CDU ve birlikte hareket ettikleri kardeş parti CSU adaylarını belirleme konusunda birbirlerine girdiler. Teamüle göre CDU'nun başkanı otomatik aday olurken bu sefer CSU'nun popülaritesi yüksek parti başkanı da aday olmak istediğini belirtince işler karıştı. Nihai karara varılıncaya kadar bu konuyla yattı kalktı Almanya. zaten haberler hepi topu on beş dakika. Ilk yedi sekiz dakikası muhakkak koronayla ilgili. Gerisi hükümetin koronaya karşı alınan önlemlerin doğru olup olmadığı konusunda parlamentoda temsilcisi olan her partinin yorumları, belki bir veya iki yurtdışı haber, spor haberleri derken bitiyor zaten bülten. Memlekette olay namına bir şey yok ki! Aman atlamayayım, yönetimdeki koalisyona bağlı CDU-CSU partisinden iki milletvekilinin  pandemi başlangıcında maske sıkıntısı varken, bazı firmalardan komisyon karşılığı maske temin  ettiklerini iddia etti Der Spiegel dergisi. Ayağa kalktı ortalık. Bu iki milletvekili hemen hem milletvekilliklerinden hem de partilerinden istifa ettiler. Soruşturma hâlâ sürüyor. Aynen bizdeki gibi canım!! 

Neyse başbakanlık seçimine adaylığını koyan biri CDU'lu diğeri CSU'lu iki aday bir hafta boyunca beyanlarda bulundular. Haberler sürekli bu ikisini veriyor; ortalık çok kızıştı, sert sözler geçiyor aralarında yorumlarıyla. Ben herhalde almancam yetmiyor diye bakıyorum zira bana göre sert mert bir şey yok ortada. Kızışan da bir şey yok. Efendi efendi konuşuyorlar. Küfür yok, kıyamet yok. İki partinin tarafları birbirlerine hakaret falan etmiyor. Yok şekerim, bunlar bilmiyor bu işleri. Şöyle hööööt diye çıkışacaksın, hangi tarafın sesi daha çok çıkarsa artık. Taraftarlarını pardon partilileri harekete geçireceksin, onlar da karşı taraftan dişlerine göre bulduklarının üstlerine yürüyecekler. Kimin gücü kime yeterse artık! Çamur atacaksın bir kere. O en önemli şey! Sen at çamuru, karşı taraf düşünsün gari. Temizlemeye çalışırken  atı alan Üsküdarı geçsin falan. Bunlar pek kibar kardeşim. Herhangi bir beyanda bulunurken karşı tarafı muhakkak bir övüyorlar ondan sonra diyeceklerini diyorlar. Nasıl karar versin halk? Madem karşı taraf da pek şatır, sen niye adaylıktan çekilmiyon demezler mi insana? Kafa karıştırmaca! Halbuki şöyle bileğinin gücünü gösterecen, lafını çakacan ki halk da bilecek kim güçlü di mi ama?! Ne bunlar böyle sümsük sümsük... En sonunda daha da sümsük olan seçildi zaten. 

Her ülkede olduğu gibi burada da pandemi en öncelikli konu. Aşı konusu yavaş ilerliyor maalesef. Avrupa Birliği aşıları ortak alıp ülkelere dağıtınca yeterli aşı olmadığı gibi, burası her grubun birinci ve ikinci aşısını yaptıktan sonra diğer gruba geçiyordu. Şimdi aile hekimlerini de devreye sokunca biraz hızlandı. Merkel Teyzem, yazık, tam rahata erip son senesini de öyle böyle geçirip politik kariyerine başarıyla veda edecekken bu pandemi kadıncağızı perişan etti. İnsanoğlu nankör! Düne kadar kadını yere göğe koyamazken koronaya karşı sert(!) önlemler almak istediği için neredeyse ikinci Hitler ilan ettiler kadını. Sert dedikleri de akşamları 21:00'den sonra sabah 05:00'e kadar sokağa çıkma yasağı, 7 günlük ortalama vaka sayısı 165'i geçerse okulları kapatıp uzaktan eğitime geçme durumu. Dükkanlar, AVM'ler, lokantalar zaten aylardır kapalı. Biraz rahatlama olsun diye bizdeki HES'e benzer bir aplikasyon yapmak istiyorlar ki aşı olan veya negatif testi olan bu aplikasyonla ve randevuyla dükkanlara girebilsin. Ooooo gene ayakta millet, kişisel haklarımıza saldırı, hakkımızda bilgileri toplayıp gene bir Nazi dönemine sokmak istiyorlar bizi diye! En güldüğümde bu patırtıyı en çok buranın en sağcı partisi, Neo-Nazilerin destekçisi AFD çıkarıyor. Merkel'e, hükümete bok atmak olsun da nasıl olursa olsun. Bir de Querdenker'ler var, her boka itirazcılar. Her  hafta 10.000 -20.000 kişilik protestolar yapıyorlar. Ne maske ne mesafe ne bir şey! Polis bir seferinde tutuklayacak oldu da birini gene herkes ayakta demokratik haklarımız çiğneniyor diye! Bu kadar taraftarı nasıl buluyor bu Querdenker'ler diye şaşırıyorum ama her memleketin kendine göre salağı var elbette. Merkel teyzem de zavallım, perişan oldu kadın, on altı federal eyaletin başbabakanlarıyla konuşup hepsini ikna etmeye çalışmaktan. Bu ikna turları da yavaşlatıyor kararları. Halbuki şöyle elini masaya bir vuracaksın hepsi mum gibi olacak de mi! Daha bunların kırk fırın ekmek yemeleri lazım. Demokrasi, demokratik haklarımız falan deyip diyorlar ama olmuyor. Bize bakacaklar, örnek alacaklar oysa ki! Amerikayı yeniden keşfetmeye gerek yok, de mi? İki höt bir zöt bak nasıl halloluverecek işler, vakalar, ay pardon dilim sürçtü, rakamlar tavan yapacak. 

Geçenlerde amcam ve eşini yemeğe davet ettim. Amcam diyorum da benden dokuz yaş büyük. Ay bütün gece Almanya'daki politikanın berbatlığından, hayatın anlamsızlığından, bu pandemi konusunda hükümetin yeterli destek vermediğinden (ne yeterli olurdu) , aşı işinin doğru dürüst organize edilemediğinden,  (bu doğru, biz daha iyi becerdik bunu ama tabii Çin asısı almanın bunda etkisi büyük. Avrupa tenezzül etmedi Çin aşısına) kendisinin aşı olmayacağından, aşılamaya aleltelaş başlandığından, yeterli test yapılmadığına (ne yani insanlar telef mi olsun o zaman kadar) söylendi durdu. Bir de özgürlüğümüz kısıtlanıyor, belki ben gece saat 22:00'de nefes almaya çıkacağım demedi mi tutamadım kendimi. Kusura bakma ama  siz fazla şımarmışsınız deyiverdim. İçimden bu devamlı söylenen Almanları alıp bir ay Türkiye'ye bırakasım var. Nasıl kuzu gibi olurlar dönüşte! 

14 Nisan 2021 Çarşamba

GLUTENSİZ BESLENME

lk başta Almanya'ya ayak bastığımdan bu yana olanları yavaş yavaş anlatayım dedim ama sonra vazgeçtim. Andan itibaren  başlayıp anlatırken zaten geriye dönüşlerle o açık zaten kendiliğinden tamamlanır diye düşünerek dün akşam seyrettiğim gluten programıyla başlayayım. 

Türkiye'deyken, son senelerde bazı sesleri duymaktan aşırı rahatsız olduğum ve dişe dokunur seyredecek bir şey bulamadığım için televizyonu dekoratif amaçla kullanıp asla açmıyordum. Kanada'dayken de evimizde televizyon yoktu, televizyon alışkanlığımız kalmadığı için kiralamaya gerek görmemiştim. Akşamları kitap okumak için ideal zamanlardı, bol bol kitap okudum. Ancak Almanya'ya geldiğimde her seyden önce sevgilinin televizyon seyretme alışkanlığı ile akşamları gene televizyonun karşısına geçme rutini başladı. Neyse ki burada her kesime hitap edecek kanal bolluğu mevcut. Çok güzel filmler veya diziler yakalayabiliyorsun. Hele bir de ARTE kanalı var ki favorim.  Fransız Alman ortak kültür kanalı. Evde Amazon Prime ve Netflix var ama o kadar güzel filmleri, belgeselleri var ki onlara dönmeye nadir ihtiyaç duyuyoruz. 

Beni sosyal medyadan takip edenler farkındalardır ki, son dönemde sağlıklı beslenme adına glutensiz ve rafine şekersiz beslenmeye çalışıyorum. Senelerdir insülin direncim var ve diyabet sınırına yaklaştı, diyabete dönmeden kontrol altına alabilmek amacım. Bu nedenle dün akşam Arte'de Gluten diye bir program olduğunu duyunca kuruldum karşısına. Şimdi uzun uzun anlatmayacağım ama özetle buğdayın genetiği ile oynandığı ve son dönemlerde böceklere karşı kullanılan glifosat maddesinin zehirli olması nedeniyle glutene karşı hassasiyet geliştirdiğimizi doğruluyor uzmanlar. Ancak içinde en yüksek proteini barındırdığı için hala ve hala gluten alerjisi, çölyak hastalığı veya irritabl bağırsak sendromu olmayanların sınırlı olarak, dengeli yani bol sebze ve meyve, lifli gıdalardan oluşan bir beslenme biçimiyle, mümkünse atalık tohumlardaki gluteni de tüketmelerinin tamamen glutensiz yaşamaktan daha sağlıklı olduğunu ifade ettiler programda. Buna karşı çıkacak fonksiyonel tıpçılar olacaktır ama ben şahsen "azı kara çoğu zarar" deyimimizin doğruluğuna her zaman inanan biri olarak bu yaklaşımı doğru buldum. Zaten burada gittiğim doktor hanım da aynı şeyi söylemişti. Uzak durman gereken şeker, gluten değil, dedi ama şöyle de bir gerçek var ki; hemen hemen her glutenli seyin içinde az da olsa şeker var. Paketli gıdaların neredeyse tümünde var. Son zamanlarda, sağlıklı beslenme çerçevesinde sürekli etiket okur oldum. Aman aman, neler yok ki, içlerinde! Almayın kardeşim almayın; eski usül, annelerimiz, anneannelerimiz gibi kendiniz yapın çerezinizi, atıştırmalığınızı, pastanızı, böreğinizi.

Benim insülin direnci alıp başını gidince ki, haklıydı başını alıp gitmekte, ne yapayım ne yapayım derken şeker bağımlılığından kurtulmak için bir eliminasyon programına katıldım. Üç hafta boyunca şekerli, glutenli, sütlü hiç bir şey yok. Kahve yok, yumurta yok. Ay nasıl yaparım derken bir güzel yapıldı valla. Hatta ve hatta 5 kilo da verildi aç kalmadan. Bu gelişmeyi görünce devam etmeye karar verdim kahve ve yumurtayı tekrar beslenmeme alarak ama evdeki sevgili asla ve asla bu beslenme biçimine uymadığı için devam ettirmek çok zor oldu. Nadiren beğeniyor yaptığım bazı glutensiz ve şekersiz şeyleri. Bir yandan da bu tür beslenen insanları takip ediyorum, koçlar, fonksiyonel tıp uzmanları falan. Bir sürü tarif var ama içinde öyle malzemeler var ki ben bulamıyorum Türkiye'de nasıl bulsunlar derken bir baktım Türkiye'de bu piyasa almış başını gitmiş, her şey bulunuyor. Burada da özel mağazalara gidersen buluyorsun da pahalı be anacım! Türkiye'deki fiyatları bilmiyorum ama ucuz olduğunu hiç sanmıyorum ama herkes buluyor, buluşturuyor yapıyor valla. Şapka! Biz Türkler bir şeye inandık mı bokunu çıkarmayı pek severiz zaten. Buradaysa etrafımda kimse, ne genci ne yaşlısı, glutensiz beslenme, eliminasyon vs bunu duymamış bile! Burada vegan beslenme öne çıkmaya başladı yavaş yavaş. Hem glutensiz beslenme, hem vegan veya vejetaryen beslenme inanılmaz bir pazar, kârı yüksek. Buraya geleli iki sene oldu ama ürün çeşitliliği inanılmaz artıyor bu süreçte. Dergilerde bu konuyla ilgili çok makale var. Buraya da gelecek bu furya ama Almanlar temkinli insanlar iyice anlayıp etmeden bir şeyi yapmıyorlar. Pandemide de, aşıda da ağır kalmalarının nedeni bu. O ayrı bir yazı konusu.

Tabii ki sağlıklı beslenmeyelim demiyorum ama burada okuduğum bazı yayınlar, dünkü program ve doktorun demesiyle dengede kalmakta fayda olduğuna kanaat getirdim. Bu demek değil ki aylardır yemediğim ekmeği yemeye başlayacağım, glutensiz krakerlerime devam. Şekersiz tatlılarımı, atıştırmalıklarımı yapmaya devam ama arada bir de sevgiliyle beraber şöyle şarap eşliğinde kaçamak yapınca da vicdan azabı çekmeyeceğim. Hayat kısa be yahu! 



12 Nisan 2021 Pazartesi

YİNE YENİDEN MERHABA

En son 2019 Ocak ayında yazmışım bloğa. Sonra bambaşka bir hayata geçtim, yeniye adapte olma çabasında bir an durdum öyle.  Durdum derken hiç bir şey yapmadım anlamında değil tabii. Çok şey yaptım ama eski yaptıklarımı biraz kenara aldım farkında olmadan. Yeninin heyecanı olmalı. Yazmak bunların başında gelenlerden, okumak yavaşladı, sosyal proje uzaktan idare olunca o da ivme kaybetti bir süreliğine, pandemi de etken tabii. Şimdi aradan geçen iki seneden sonra , yeniye de alıştığımdan olmalı, her şeyi yeniden gözden geçirme ve sevdiğim her türlü faaliyeti yeniden hayatıma alma zamanı. 

2019 yılına geri gidersek, o yılın mayıs ayında, mezuniyetinden sonra, Türkiye'ye döndük kızımla. Tam artık o üniversiteye gider, ben de güneyde bir yerlere yerleşirim diye düşünürken daha Kanada semalarındayken Avrupa'dan gönlüme giren sevgili nedeniyle tüm planlarım değişti. Öyle uzaktan uzağa anlamam ben bu yaşta, diyip ağırlığını koyunca, bana da daha Türkiye'de herhangi bir yere yerleşmeden, Kanada'ya giderken depoya kaldırdığım eşyalarımı açmadan, Almanya'ya gidip beraber yaşamı denemek düştü. Tabii bu, buraya yazıldığı gibi bir cümlede ya da bir nefeste verilebilen bir karar değil. Geller gitler falan filan derken - kızımın Hollanda'da okuyacak olması da Almanya'ya yerleşmemi olumlu etki eden nedenlerden biri oldu - kendimi buldum Almanya'da. İyi mi!! 

Çocukluğumda her sene yazları gitmeme, çat pat da olsa Almanca bilmeme ve en azından tanıdık babında üvey annemin de orada oturuyor olmasına rağmen tatile gitmek başka yaşamaya gitmek başka. İlk bir kaç ay olduğum kasabaya, oturduğum eve yabancı, misafir havasında oturdum. Etrafımda Türkçe konuşan tek Allahın kulu yok. Allahtan yürüme mesafesinde Türk bir market var -her ne kadar onlar, senelerdir alıştıkları için olsa gerek Almanca konussalar da - ben illa Türkçe konuşarak ana dilimde kendimi ifade etme özlemimi gidermeye çalıştım.  Baktım öyle olmayacak, evi kendime zevkime göre revize etmeye başladım. Epey oyaladı o beni. Basit Almanca kitaplar okumaya başladım. Arada elbette Türkiye ziyaretleri derken çat kapı geldi mi pandemi! Öyle istediğin an atlayıp gidemiyorsun memlekete, sınırlar kapalı. Sınırların açılmasını beklerken, sevgili her sene yaptığı gibi evin bahçe düzenlemesini yapmaya başladı. Ben şehir çocuğu anlamam çiçek böcekten ama oraya da papatya olsun, domates de dikelim derken elimi soktum mu toprağa; amanın bir keyifli. Hava da güzel. Bahçede geçti epey bir zaman. Bu arada elimde cep telefonu her çiçeğin fotoğrafını çekiyorum hayatımda hiç çiçek görmemişim gibi. Sevgili baktı, kadın meraklı böyle fotoğraf çekmeye kendi fotoğraf makinesini tutuşturdu elime. Başladık sağa sola çiçek böcek, manzara vs fotoğrafları çekmek için gitmeye. Dilim de ilerliyor, okuduğum kitap seviyeleri bir kademe daha zorlaştı. Film izlerken sorduğum soru sayısı azaldı. Zaman zaman bir konu hakkında tartışırken hala yüzde yüz kendimi tam ifade edemediğim için sinir olsam da İngilizce imdadıma yetişip durumu kurtarıyor. Rejime de başladım. Bol yürüyüş, bol foto, bol çiçek böcek, toprak, temiz hava, bol güneş. bol yeşillik, no apartman, no trafik... aa sevdim ben bu hayatı ya! Sevgilinin de hakkını yemeyeyim o da beni burada mutlu etmek için elinden geleni yapıyor. Ay!Olacak gibi...

Derken sınırlar açıldı. Ben burada iyiyim ama ailemi, dostlarımı, toprağımı da özlemişim. Bir gittik pir gittik. Bir ay İstanbul iki ay Ula, tam üç ay! Sevgili Alman ya, maksimum doksan gün kalabiliyor olmasa daha da kalacağız yani. Sevgili neredeyse Ula'yı benden daha çok seviyor zaten. Emekli hayatının faydaları :) Sanki de biliyormuşuz gibi pandemi tekrar alevlenecek, biz yerimizden aylarca kıpırdayamayacağız, doya doya, içimize çeke çeke nefis bir zaman geçirdik bu üç ayda. 1 Ekim'de döndük geldik. O gün bugündür de aşı olmayı bekliyoruz ki, gelebilelim.

Bütün bu yenilik ve adaptasyon sürecinde kalemle ilişkim neredeyse kopma noktasına geldi maalesef. İlk başlarda Toronto gibi Almanya Günlükleri yazayım dedim ama sonra herkes Almanya'yı biliyor kimsenin ilgisini çekmez dedim ve vazgeçtim. Kendim bile hala gelgitlerdeyken ne yazabilirdim ki! Kanada gibi değil. Kanada'da en fazla on ay kalıp döneceğimi biliyordum. Bu başkaydı. Başka bir ülkede başka bir kültürde yaşamak insanın bakış açısını da değiştirebiliyor. Ancak dillendirebilmek için önce her şeyin oturması, posanın bir çökmesi gerekiyor. Bir yandan da yazamadıkça kalemle arama hiç sonlanmayacak bir ayrılık girecek diye korktum. Normalde yazmakla ilgili her projeye atlayan ben, bu süreçte önüme gelen projelerden affımı istedim. Bu beni inanılmaz mutsuz etti. Ve yeniden bloğuma dönmeye, ufak ufak olsa da kalemle aramı ısıtmaya karar verdim. Gene Toronto'daki gibi gözlemlerimi yazmayı düşünüyorum.   İlgilenirseniz, kalemle yeniden barışma yolculuğuma eşlik etmek isterseniz bloğuma beklerim. 



25 Ocak 2019 Cuma

TORONTO GÜNLÜKLERİ -14

EH! KANADA SOĞUĞUNU DA GÖRDÜK!

Buraya gelirken donacağız diye korkup bavulumuzun 2/3'sini kalın eşyalarla doldurup baş etmeyi umduğumuz meşhur Kanada soğukları ile müşerref olduk geçtiğimiz haftasonu. Daha önceden -6 -7'lerle tanışmştık ama gördük ki onlar hiç bir şey değilmiş! Resmen -23 gördüm telefonumun ekranında. Derece -23 gösteriyorsa hissedilen -30 civarlarında bir şeydi sanırım. Ben havanın bu kadar soğuyacağını duyunca herkes evine kapanacak, sokaklar bomboş olacak sandım ama ne gezer! Herkes normal hayatına devam ediyor valla. Biraz daha kalın mı giyiniyorlar ondan bile emin değilim. Dış görünüşleri aynı; atkı, bere, eldiven, kalın mont. Belki içlerine daha kalın bir şeyler giyiyorlardır. Onu bilemem ama  çıplak ayağa giyilmiş lastik ayakkabılar da gördüm. Alışınca böyle oluyor zaar.

Kimileriniz niye hava durumu yazı konusu oluyor diye düşünüyorsa, son yıllarda Kanada'ya göç oranındaki inanılmaz artışı göz önüne alarak buralara gelme düşüncesi olan insanların veya üniversitelerin ABD'den daha ucuz olduğunu düşünürsek çocuğunu buralara okumaya yollayacak olanların kış şartlarına biraz aşina olmaları adına yazıyorum. bir de ağlanıp sızlanıyoruz ama coğrafik açıdan ne kadar şanslı bir bölgede olduğumuzun bilincine varalım diye.

Her normal Türk vatandaşı gibi, hele de Ege kökenli olduğum düşünülürse, ben de havanın ilk soğumaya başladığı -6'ları gördüğümüz zaman mızırdamaya, sokağa çıkmamaya, çıkacaksam da içlik dışlık ne varsa giyinerek çıkmaya başladım. Yanımda getirdiğim mont az mı gelir, bir kar botu alayım telaşıyla burada yedi senedir oturan arkadaşım Çiğdem'i yedim. Neyse ki, montun iyi, şimdilik alma gerekirse bakarız gene diyerek beni ikna etmeyi başardığı için sadece kar botu alarak kurtardım. Yavaş yavaş -8 -10 olmaya başlayınca -3 -4'ler iyi gelmeye başladı. Sokağa da çıkıyorum yavaş yavaş falan derken birden geçtiğimiz haftasonu gündüz -13, -20, -23 şeklinde meşhur soğuğunu gösterdi Toronto. Misafirim de var. Çıkmamazlık da yapamam. Gene ne varsa üst üste giyinip attık kendimizi sokaklara. Soğuk mu soğuk! Kuru, keskin bir soğuk! Ancak abartmış olmalıyım ki çok terledim bir yandan da. İnsanın kulakları, yanakları, burnu yanıyor. Sevgili Şeniz arkadaşımın Lapland'a giderken aldığı bilumum iç- dış malzemeleri bana vermesinin hayrını görüp kendisine binlerce hayır duası yolladım. Kulakları yanakları kapatıp idare ettik. Her taraf kar ama sokaklar  normal akışında. Hemen tuz dökülüyor hatta fazlasıyla! Hatta daha önceleri köpeklerine patik giydirenlerin orada burada resmini gördükçe çok anlamsız ve köpeklere eziyet gibi gelmişti ama tuzlu sokaklarda yürütmekte zorlanan köpekleri görünce patiklerin hikmetini anladım. Daha bir kaç hafta evvel ağaçların altında bankta oturup yazı yazdığım, kitap okuduğum park buz tutmuş, çocuklar buz hokeyi oynuyorlar. Mini mini bebeler sıkı sıkı sarılmış bebek arabalarında havaya çıkarılmış. Değişen hiç bir şey yok. Hayat aynı. Belediye hemen yolları ve kaldırımları temizlediği gibi, her ev de kendi önünü temizlemekle yükümlü. Arara atlayanlar olsa da genelde bu kurala uyuluyor. Bir tek -23 olduğu gün evden çıkmadım. Çok da zorlamanın bir alemi yok diye düşündüm. Şömine başında daha güzeldi hayat.

Şimdi gelelim işin güzel tarafına. Bir kere bu soğuğu atlattınız mı geri kalan günler gayet iyi geliyor. -10 mu, aa iyiymiş bugün diyorsunuz. Hele -2 -3 falan sıcak hava canım durumu gelişiyor. Gerçekten benim giydiklerim azaldı. Pantolon altı içliksiz veya taytsız çıkmazken şimdi attırdım onları. Hava paşalar gibi 1 ile -1 arası oynuyor iki gündür. Bildiğin sıcak yani. Zaten Toronto hava konusunda adamı şaşkına çevirme konusunda bir numara. Bir gün -10 derece ertesi gün 6 derece olabiliyor. Sabahları sokağa çıkmadan muhakkak hava durumuna bakmakta fayda var. Kafanın dikine göre gidersen terden ölebilir veya soğuktan tir tir titreyebilirsiniz. Hava durumu aplikasyonuyla yakın ilişki kurmak gerek.

Ay soğuklara da gittiniz, ne yapacaksınız diye endişe edenlere, Kanada iyi de soğuk kardeşim diyenlere, benim çocuk yapamaz o soğuklarda diyenlere diyeceğim abartılacak bir durum yok. Gayet güzel alışılıyor. Her şey güzel organize edilmiş. Korkacak bir durum yok yani. Hatta hayatınızda görmediğiniz kadar güzel karın keyfini bile çıkarabilirsiniz. Ancak kar erirken etraf çamur tabii. Orası sevimsiz ama İstanbul'da da öyle.

Bu dediklerim yalnız Toronto için geçerli! Tüm Kanada diye algılamayalım lütfen.




22 Kasım 2018 Perşembe

TORONTO GÜNLÜKLERİ -13

Pırıl pırıl güneş parlıyor dışarıda. Masmavi bir gökyüzü, hava dingin rüzgârsız. Harika değil mi? Ancak -10 derece sıcaklık! Kasım ayında olduğunu falan unutuyorsun. Benim gibi çok üşüyen biri için sadece pencereden baktırıyor bu hava. Tabii alışacağız, Allah'ın emri yoksa bütün kış evde geçmez hayat. Hiç bir şey olmasa alışveriş için falan yani. Ama bugünlük almayayım. Şöyle yavaş yavaş alıştıra alıştıra soğur hava değil mi? Yok kardeşim güm (pat diye değil valla) diye düşüverdi derece. Bu günden sonra -2 , -3 falan oldu mu aa ne iyi ısınmış hava diye atacağız kendimizi sokağa. Bu da Allah'ın bir taktiği olsa gerek. Salı günü - Salı günü sinemalarda halk günü daha ucuz - sinemaya gideyim dedim. Herkesin gidip bir benim gidemediğim Bohemian Rapsodi'ye. Amma velakin, ben takmışım kafaya seans 16:50'de diye, meğerse 6:50pm'miş yani 18:50'de! alışmamışız ki öyle am pm falan, 6'yı görünce yapıvermişim 16:50. Neyse sinemaya kadar yürüdüm. Hava -2,-3 falan. Kapı duvar. Orada bir adamacağız bana 6:50 PM olduğunu açıkladı zavallım. Popcorn'lar bile hazır değil, bilet gişesi kapalı dedi üzüntüyle. Geri yürüdüm eve. Bir üşüdüm bir üşüdüm. Kimse beni iki saat sonra evden çıkaramadı. Hadi gitti diyelim, çıkışta saat 9 PM yani 21:00 falan. daha da soğuk olacak. Bırrr!Almayayım ben. Kalsın film başka bahara. Şükür ki bugünden sonra tekrar artı derecelere çıkacak görünüyor. Yaşasın! 

Burada ilgimi çeken bir konu buranın sağlık sistemi. Bir kere özel doktor yok burada! Öyle canın çektiğinde, para benim değil mi kardeşim istediğim doktora giderim durumu yok! Bizim gibi hastalık hastası, zırt pırt doktora giden bir millet için biraz zor bir durum. Her mahallede klinikler var. Herkesin aile doktoru var. Önce bunlara gidiyorsun. Ciddi bir durumsa seni sevk ediyor gerekli doktora. Ya da MR, tomografi vs için onay veriyor. Ha bu istek kağıdını alınca aman da hop çektireyim MR'ı falan durumu yok. Aylar sonrasına randevu veriliyor.  Zaten mümkün mertebe az radyasyon gitsin vücuda diye çok az çekiyorlar. Şöyle örnekleyeyim. Benim ev sahibi çok fena düşüp başını çarpıyor. Başından kan akıyor bayağı. Ambulansla hastaneye götürülüyor. Hastanede ilk bakımı yapılıp 5-6 saat tutuluyor. Bakıyorlar tehlikeli bir durum yok, şuna dikkat et buna dikkat diyerek eve yolluyorlar. Ne bir röntgen ne bir MR! Aradan geçen iki haftada hasta kendini daha iyi hissediyor ama hala baş dönmeleri var. Aile doktoruna söylüyor sıkıntısını. CT scan yapalım diyor aile doktoru. Neredeyse bir ay oldu düşeli, hâlâ CT scan tarihi bekliyor valla. Eğer buralı değil yabancıysanız muhakkak sağlık sigortası yaptırmakta fayda var. Önce siz ödüyorsunuz sonra sigortadan talep ediyorsunuz. Burada hastaneye adım atmanın bedeli 900 CAD. Geri alırsınız almazsınız orası şüpheli! Hasta olmamakta fayda var!

Öyleydi böyleydi derken burada en sevdiğim şey huzurla güne uyanmak. Uzaktan memlekete bakınca daha karanlık görünüyor her şey. İçindeyken bir şekilde öffleyip pöffleyip yaşayıp gidiyorsun ama bir kere o düzenin içinden çıktın mı, başka bir hayatın mümkün olduğunu görünce daha da karanlık geliyor insana. Açıkça itiraf edeyim ki, ailemi, kedilerimi, köpeklerimi, dostlarımı çok çok özledim ancak ülkeyi hiç özlemedim. Çocukluğumda yazları babamı ziyarete giderdim Almanya'ya ve bir ay kalırdım. Dönüşte uçaktan inince toprağı öpesim gelirdi. Öyle özlerdim, öyle severdim ülkemi. Alman yanım hiç yokmuşcasına kendimi köküne kadar Türk hissettim her zaman. O günlerden bu günlere gelmek için üzüyor beni. Kanada tecrübesi edinmeden evvel yurtdışında yaşama ihtimalini hiç düşünmedim ama şimdi düşünüyorum. Zaten kızım da üniversiteye başlamış olacak ve benimle göbek bağı kesilmiş olacak. Bakalım hayat neler getirecek, gösterecek? Hayata akışa bırakmayı öğrendiğimden beri öyle değişik, hoş, sürprizler oluyor ki bu konuyu da akışına bıraktım. Eminim evrenin vardır benim için planı :)

Buraya geleli iki ayı geçti. Artık alıştık ana-kız. İlk başta hayretle, hoşnut veya hoşnutsuz baktığım şeyler normalleşmeye başladı. Size bundan sonra neler yazabilirim bilmiyorum. Eğer çıkarsa bir şeyler devam ederim günlüklere. Eğer çıkmazsa bu kadarmış diyelim.



16 Kasım 2018 Cuma

TORONTO GÜNLÜKLERİ - 12

Vee bugün ilk kar yağdı. Yani hala yağıyor. Etraf hafif hafif beyaz olmaya başladı. Bakalım sabaha nasıl olacak? Benim gibi bir Ege kızına soğuk önemli bir konu. Kar yağacağını duyunca ben alelacele hemen alışverişe gittim. Sanki evde mahsur kalacağız da, aç kalacağız :))) Tabii görmemişin karı olunca böyle oluyor. İstanbul'da da yağar tabii kar ama en fazla iki-üç günde bulamaça dönüşür ve hayat normale döner. Burada hava 0 derecelerde dolaşıyor. Geceleri -2 civarı şimdilik. Ooo bunlar iyi günler, diyor burada yaşayanlar. Bakalım nasıl başa çıkacağız karla, soğukla göreceğiz. İnsanoğlu her şeye uyum sağlıyor. Geçen seneyi Amerika Minnesota civarında geçiren kızım hâlâ ince montunu giyiyor ve ince lastik ayakkabılarıyla dolaşıyor. Dışarıda üstü bayağı kalın, atkılara sarınmış ama altında çorapsız ayakkabılarıyla çok kişi görüyorum. Hatta geçen gün üstünde palto, çıplak ayağında ince bantlı topuklu sandaletiyle tıkır tıkır yürüyen genç bir kadın bile gördüm. Altı kaval üstü Şişhane durumu yani. Alışınca oluyor herhalde. Bense içim üç kat, üstümde kalın mont, atkı dolanıyorum. Henüz eldiven ve bere takmaya başlamadığım için gurur duyuyorum kendimle. :))) Aslında az biraz yürümeyi göz alıp otobüs durağına dolayısıyla metroya ulaşabilirseniz herşeyinizi yer altından halledebilecek bir düzen de var burada. Path denilen, yer altından geniş bir alanı birbirine bağlayan tüneller yapılmış. Sanırım en soğuk günlerde hayat bu tünellerde oluyor. Bir kere soğuduktan sonra Nisan'dan evvel ısınmıyormuş. Görünen o ki uzun bir kış olacak. Buna karşılık yazları da boğucu bir sıcak oluyormuş. Kışı yaşayacağımız kesin de yazı yaşamadan döneceğiz inşallah.

Geldiğim günden beri dikkatimi çeken bir konu da insanların çok konuşkan ve sıcakkanlı olması. Otobüs veya tramvaya bindiğinizde çoğu Kanadalı, özellikle siyahiler, şoföre muhakkak iyi günler diliyorlar, inerken de teşekkür ediyorlar. Bir market, dükkana  veya kafeye gittiğinizde kasiyer ilk önce merhaba, bugün gününüz iyi geçiyordur umarım diyerek başlıyor işleme. Bunu çok sevdim. İster istemez bir gülümseme konuyor yüzünüze. Saçımdaki bir tutam mor için çoğu kadın ama bir kaç da erkek olmak üzere sayısız iltifat aldım. Otobüsteki teyze, metrodaki kadın, kafede servis yapan kız, tramvay şoförü, yolda yürürken yanımdan geçen birileri hiç çekinmeden seni durdurup "oh, I love the purple in your hair" diyebiliyorlar. Ne hoş değil mi? Nezaketin, küçücük bir iltifatın insanın bulutlu bir gününe güneş açtırabileceğini kültürel olarak öğrenmişler. Mesela bu konuya Kanada kültürü derim. Almanların konu komşuya muhakkak iyi günler demeden geçmedikleri gibi. Biz Türkler bu konuda geri kaldık maalesef. Evimize gelen misafiri baş tacı ediyoruz ama kapı önünde karşılaştığımız komşumuza merhaba demeden geçebiliyoruz. Hatta garip bakışlar da cabası. En azından benim yaşadığım bilimum mahallede böyle tecrübe edindim.

Geçen gün buranın TRT'si olan CBC'deki halka açık bir konuşmaya davet edildim. Dış İşleri Bakanı olan Christya Freelander, Washington Post'tan iki gazeteci ve kendi iki muhabirleri vardı. Kanada - Amerika ilişkilerinin geleceği konuşuluyordu. Aralarında bir ticari anlaşma söz konusuymuş. Ne olacak, olacak mı vs idi konu. Tabii en büyük sorun Trump. Trump'ın sağının solunun belli olmaması. Yani konu ticari anlaşmadan çıktı Trump'a döndü. Trump'ın adalet sistemine, gazetecilik vs gibi kurumlara olan güveni sarstığını ve bunun Amerika için büyük sorun olduğundan bahsetti Washington Post. Gelecek seçimler için Demokratların nasıl bir yol çizeceklerinin önemli olduğunu, henüz ellerinin yeterince güçlü olmadığından bahsettiler. Bir seyircinin Trump'ın anayasayı değiştirme ihtimali var mı sorusuna, asla olmaz kanunlarımız var, anayasanın değişmez maddeleri var dedi Washington Post'un muhabiri. Halbuki daha beş dakika evvel bu kurumlarına güvenlerin sarsıldığından bahsetmişti. Çok tanıdık bir filmi baştan seyrediyorum hissine kapıldım.

Levent Üzümcü "Anlatılan Senin Hikayendir "adli oyununu sergilemeye geldi Toronto'ya. 500 kişilik salon tıklım tıklım doluydu. Bir anda herkes Türk, etrafta herkes Türkçe konuşuyor kendimi İstanbul'da sandım. Toronto'da bu kadar çok Türk olduğunu bilmiyordum ki, tiyatroya gelenler burada yaşayanların onda biri belki. Hoş şehir merkezine indiğimde de muhakkak Türkçe duyuyorum. Sayı gittikçe artıyor anlaşılan. Her yaş grubundan Türk var. Sadece gençler, öğrenciler değil yani. Kaçan kaçana memleketten. Herkes biraz huzur peşinde... Ayın 26'sında da Sabahattin Ali'yi anmak üzere Nebil Özgentürk ve Soner Olgun gelecek. İstanbul'da olmadığım kadar aktifim burada. Sırf Türklerle olmayı sevmiyorum. Buralı diğer insanlarla da kaynaşmayı seviyorum. Ancak genelde baktığımda aslında çok az İngilizce konuşuyorum. Türkiye'den online Leyla Erbil atölyesine de başladım. Bir yandan da İngilizce kitap okuyorum ama hâlâ Türkçe ağırlıklı yaşıyorum. Biraz daha İngilizceye dönmeyi tercih ederim aslında. Bu konuda daha çalışmam lazım.

Her seferinde ne yazacağım ki diye başlıyorum ama maşallah çal çene olduğum için laf uzuyor da uzuyor. Daha fazla başınızı ağrıtmadan bugünlük de bu kadar diyeyim.


8 Kasım 2018 Perşembe

TORONTO GÜNLÜKLERİ - 11


Her yerde yazılıyor, çiziliyor, söyleniyor "az tüketin, azla yetinin, minimalist yaşayın, kapitalizmin dişleri arasında ezilmeyin" diye, ben de bir süredir, fazla almayarak, arkadaşlarıma kalıcı değil de tüketilebilecek hediyeler alarak, bana hediye alınacağı zaman ise herhangi bir şey istemeyip Her Çocuk Bir Tohum Projesi'ne dahil okullara kitap gönderilmesini isteyerek uygulamaya çalışıyordum. Ancak Türkiye'de senelerin verdiği alışkanlık, birikmişlik sonucunda ne kadar çabalasam da tam olmuyordu bir türlü. Kanada'ya gelmek için evi boşaltırken ilk ciddi adımı attım diyebilirim. Senelerdir o veya bu nedenle yapışıp kaldığım bir çok şeyi verdim, attım; elimden geldiğince kutulanması gereken eşyaları aza indirmeye çalıştım. Yüzde yüz başarı gösterdiğim söylenemez ama eskiye nazaran bayağı yol kat ettim. 

Toronto için uçak bileti aldığımda kişi başı 23kg'luk bavul deyince şöyle bir durdum. Niye ya? Yanlışlık olmalı, benim bildiğim kişi başı 2 x 23kg'luk bavul olmalı. E biz de kızımla gittiğimize göre dört bavul etmeli. Araştırınca biz ucuz bilet aldığımız için bir bavulmuş, iki bavul için daha yüksek ücret ödememiz gerekiyormuş. (Ucuz dedikleri de söylemesi ayıptır, 6000TL/ kişi) Neyse ucuz etin yahnisi durumu yani... Benim kız hiç sorun etmedi durumu. Geçen sene bir seneliğine Amerika'ya giderken bir bavul gittiği için alışık, başının çaresine bak dedi çıktı işin içinden. Tabii hanımefendi sadece kendi eşyalarını götürüyor, bense tipik bir Türk olarak çaydanlık, cezve, çay, kahve götürdüğüm gibi elalemin havlusunu kullanamam deyip havlu bornoz vs gibi yan elementler de dahil bavula. Bir de aman grip oluruz, aman başımız ağrır, benim bel zaten netameli, kızımın da benim de her gün aldığımız ilaçlar var - hangi doktoru bulup orada reçete alacağız - derken ilaç kaçakçısı zannedilmeyi göze alarak bir sürü de ilaç derken ben sığamadım bir bavula. Neyse ezcümle üç koca bavulumuzla dikildik kiraladığım evciğin kapısına.

Hepi topu on aylığına geldiğimiz bu memlekette öyle enem konam koca ev kiralamaya gerek yok, zaten evler de çok pahalı. Eşyalı olsun, okula ulaşılabilir mesafede olsun, fiyatı uygun olsun yeterli. Toronto'ya yerleşip burada eğitim danışmanlığı yapan Çiğdem arkadaşım sayesinde daha Türkiye'den buldum evi. Resimlerden bakıp tamam dedim. Türk bir ailenin bodrum katında bir oda bir salon kutu gibi şirin bir evcik. Evde her şeyden iki tane olma kaydıyla her şey mevcut. İki su bardağı, iki tabak, iki kahve fincanı, bir elektrikli ocak, iki tencere, iki tava ( ocak bir tane olunca tencere tavanın iki olması fayda etmiyor aslında) gibi gibi. İlk başta, alışmamışım bu kadar aza, ben hemen gideyim çanak çömlek alayım dedim. Başka öncelikler olduğu için alamadım. Sonra da alıştım. Gayet güzel de yapılıyor valla. Evde bulaşık makinesi olmadığı için elde yıkıyorum bulaşığı. Her kullandığını hemencecik yıkıyıverirsen no problem. Bir set kızımın bir set de benim çarşafım var. Her hafta yıkayıp kurutup aynı çarşafı seriyoruz tekrar. Bavula yer sıkıntısından her mevsime uygun iki pantolon, bir kaç tshirt, kazak, her mevsime uygun bir pijama koymuştum. yetiyor da artıyor bile. Hani alıp alıp dolaba asıp sonra da unutuyoruz ya, biraz şımarıklığımızdan. O da olsun bu da olsun; şık bir yere gidersem giyerim, misafir geldiğinde kullanırım, sehpamın üzerinde ne güzel de durur ( sehpanın üzerinde zaten bir şey vardır, o unutulmak üzere dolaba kalkar) siyahım var da kahverengim yok o da olsun vb vb gibi sebeplerle lüzumlu lüzumsuz dolduruyoruz evlerimizi. Sonra dikkat edin, bir sezon boyunca takıldığınız üç-beş şeyi giymişsiniz. Gerisi dolapta asılı, kalabalık yapıyor. Seneler evvel bir arkadaşımın evine gittiğimde ne kadar az eşyası olduğunu gördüğümde  nasıl yapıyorsun diye sormuştum. Yeni aldığım bir şeye karşılık bir şeyi muhakkak veririm demişti. Ben daha geçen yıl uygulamaya başladım bunu. Ayrıca yazlık - kışlık ayırırken bakıyorum o sezon hiç giymemişsem veriyorum gitsin. Yerine yenisini de koymuyorum. Büfede, hani çeyiz diye alınmış misafirlik takımlar vardır ya, onları hiç öyle büyük misafir beklemeden çok yakın sevdiğim dostlarımla kullanıyorum. Hoş, şık bir sofrayı dostlarımla paylaşmayacağım da kiminle paylaşacağım. Gün gelecek günlük tabak yapacağım. Kırılırsa da kırılsın, mezara mı götüreceğim. Dostlarıma hediye alırken kaliteli bir zeytinyağı, yöresel özel bir yiyecek gibi küçük esnaftan alınabilecek hem esnafı destekleyecek, hem de arkadaşlarımın ev kalabalıklığına daha da eklenmeyecek hediyeler seçmeye çalışıyorum artık. Eskiden aman kalıcı olsun diye aptalca bir takıntım vardı, kimselere koku falan almazdım. Ne aptalca! Sanki her kalıcı şey bizimle yaşadı. Kimi kırıldı, kimini kimin hediye ettiğini bile unutarak verdik, hediyeyi veren çok değerli bir dostsa kullanmasak bile yapışıp kaldık, taşındığımız her yere götürdük ( en azından ben öyle yaptım) Götürdük götürmesine de dolapların içine tıktık. E ben ne anladım bu işten? 

Mesele sadece eşya da değil. Hep yazdığım gibi burası doğa açısından çok zengin. Elime bir bardak kahvemi alıp bu parklarda gezinmek, sonbahar renklerine bürünmüş bir ağacı seyretmek, onun altında kitap okumak bir sürü para verip kalabalık bir ortamda yiyeceğim yemekten daha çok keyif veriyor. Evde yapabileceğim bir yemeğe para vermektense o parayı sanatsal bir etkinlik için harcamak daha makul geliyor bana. Tabii ki hiç yemeyelim, içmeyelim demiyorum ama keyif yemekte mi dostlarla bir arada olmakta mı? 

Daha çok giyelim, daha çok yiyelim, daha çok tüketelim derken işin güzelliğini kaçırdık bence. Çocukken bayramda pabuç alındığında sevindiğimiz kadar sevinmiyoruz artık aldıkça. Ben, kendi adıma, paramı insana, insan emeğine harcamayı tercih ediyorum; uzatacağımız elle önleri açılabilecek çocuklara, aylarca emek harcanmış kitaba, saatlerce prova yapılmış tiyatroya, baleye, insanlardan daha saf olan hayvanlara, yok etmek için elimizden geleni ardımıza koymadığımız halde bize bonkör davranan doğaya vb. İnanır mısınız bayramda kırmızı rugan pabuç alınmış çocuk kadar seviniyorum buralara dokundukça. Çul çaput bana bu zevki, bu mutluluğu tattırmıyor. Statüyü ise giydiklerimde taktıklarımda değil, yaptıklarımda görüyorum.

Bu yazı pek Toronto günlüğü gibi olmadı ama burada çok az eşyayla da yaşanabileceğini, her hafta oraya buraya yemeklere gidip dünya para harcanmadan da keyif alınabileceğini, sanatın bir ülkenin kültürünün temel taşı olduğunu yeniden hatırladım. Azdan çok yapılabileceğini, azla daha dolu yaşanabileceğini bu sefer ruhuma işledim. Toronto'nun bana artılarından birisi bu nokta olacak. Sizinle de paylaşmak istedim, belki üstünde düşünmek istersiniz. Ne dersiniz?


4 Kasım 2018 Pazar

TORONTO GÜNLÜKLERİ - 10

Okulun acı kaybının üstünden bir kaç gün geçti ve hayat normale döndü. Hayat böyle bir şey! Ne kadar üzülsek de yaşam akmaya devam ediyor. İki günlük duraksamadan sonra biz de kendi akışımıza döndük.

Burada kimse kimseyle kaynaşmıyor dedim ya, yok sen yanlış biliyorsun dercesine aynı gün aynı metroda iki çifti gözümün içine soktu Allah. Hemen yanımdaki kız Uzakdoğulu erkek Kanadalı gibi duruyordu. Kanadalı değilse bile Uzakdoğulu değildi yani. Yeni evli olmalılar. İkisi de şık şıkıdım giyinmiş Cumartesi gezmesine çıkıyorlar, yol boyunca sohbet muhabbet, sarılmalar öpüşmeler falan. Allah muhabbetlerini daim etsin, güzel bir çifttiler. Bu arada burada bütün evliler küçük veya büyük bir tek taş ve alyans bir arada takıyorlar, özellikle gençler. Belki bizde de öyledir ama dikkat etmemişim demek ki. Kızın orta boy tek taşı pırıl pırıl parlıyordu. Zayıf, upuzun simsiyah saçlar omuzlardan dökülüyor, bayağı güzel bir kızdı. Koca da yakışıklıca, uzun boylu falan. Devamlı kesmek ayıp olacağından önüme bakayım dedim. Hemen karşımda ise bu sefer Güney Amerikalı genç bir kadın, Kanadalı kocası, pusette bir çocuk, adamın ellerinde poşetler hayatlarından bezmiş vaziyette oturuyorlardı. Kadının tek taşı küçük ve mat ama illa parmakta. İkisinin de surat ifadesi, bir şey giymiş olmak için üste öylesine geçirilmiş kıyafetleri, birbirleriyle tek kelime etmeden boş gözlerle önlerine bakışları bende yanımdaki o mutlu, yeni evli çiftin bir kaç sene sonra bu çift gibi olup olmayacağı sorusunu uyandırdı. Böyle mi oluyor evlilikler? Aynı heyecanı, sevgiyi, saygıyı devam ettirmenin bir yolu yok mu? Vardır elbet. Vardır olmasına da zor zanaat anladığım.

Neyse aynı Cumartesi, herkes gezmelere gider de ben gitmem mi? Ben de Guernica Yayınevi'nin 40. yıl kutlamasına gidiyordum o gün. Öyle fazla şaşaa gösteriş olmadan yayınevine bağlı yazarların  kısa konuşmalarından sonra da küçük bir kokteylle kutladılar. Konuşmacı olan bütün yazarlar göçmen yazarlardı. Kendi eserlerinden minik pasajlar ya da şiirlerinden bir şiir okudular. Kimini çok beğendim, kimini hiç beğenmedim. Davetlilerin çoğu da başka yazarlardı zaten. Kokteyl sırasında bazı yazarlarla konuşma fırsatı yakaladım. Türk olduğumu duymak ilgilerini çekti. Beni bu etkinliğe davet eden annemin Hintli tanıdığı beni yazar diye tanıtınca beni bir şey sandılar :))) Bozuntuya vermedim tabii. Allahtan bir tane kitabım var. Bir kitabım var, ikincisi üzerinde çalışıyorum. Bu arada da kendi çıkardığımız aylık fanzinde yazıyorum falanla geçiştirdim mecburen. İlk gelen soru Fanzin, o ne? oldu genelde. Ne olduğunu anlatınca herhalde anlamadıklarından ohhh! I see nidalarıyla diğer sorulara geçmece. İlginç bir şekilde Türk okurlarını iyi buluyorlar. Türkiye iyi bir pazar dedi bir yayıncı. Biz ise kimse kitap okumuyor diye söyleniyoruz. Bir çelişki var ama... Göçmenlerin oluşturduğu bir ülke olduğu için göçmen, mülteci hikayelerini dikkatlerini çekiyor. Ooo dedim bizim yazarlar buranın yolunu bulsalar ihya olurlar. Bizim topraklarda geçmiş ve güncel istemediğin kadar göç öyküsü var. Hani diye geçti aklımdan öyle bir antoloji hazırlayıp sunsak mı bu yayınevine. Belli mi olur? Hayalini kurmakla başlar herşey. Yani onca yazarın içinde Hintlisi, Çinlisi, İtalyanı, Nijeryalısı, Dominiklisi olup bir tane Türk yazar olmayınca... Bu arada şimdiye kadar göz gezdirdiğim kadarıyla, dediğimde çok iddialı değilim henüz ama bizim yazarların edebiyatları bunlarınkinin yanında yıldızlı pekiyi alır bence. Neyse çok laf etmeyeyim, bunu iddia edecek kadar çok kitap okumadım hala ama ilk intiba diyelim.

O gece kar yağdı memlekete. Zaten yağmurlu ve soğuktu sonra kara çevirdi. Hava soğuk, metro hattında tamirat var mecburen Uber'e atlayıp eve gittim. Uber'in şoförü dünya tatlısı Somalili bir üniversite öğrencisi çıktı. Şu anda 3. sınıfta Kriminoloji ve Siyaset Bilimi çift dal yapıyormuş. Bitirince Hukuk okuyacakmış. Sonra da Birleşmiş Milletler'de çalışma hayali var. Helal dedim helal! Kanadalı olduğu için okulu 16.000 CAD'mış. Benim kız sorduydu; yabancılara ise seçtiğin dala göre 36.000 - 52.000CAD'cık üniversite. Neyse çok pahalı okul dedi, çalışıp okul paramı çıkarmam lazım diyor. Aileme çok yük olamam. Şöyle bir iç çektim... Ayrıca tanıştığım yazarların kimilerinin geçmişlerine baktım. Valla hepsi iyi üniversitelerin İngilizce Filoloji mezunu kimisi masterını da yapmış falan. Alaylı yazar pek görmedim. Tabii yetenek de lazım ama sadece yetenekle olmuyor işte. Göçmen olup buraya gelen ülkenin de onlara sağladığı imkanlarla mümkün mertebe iyi eğitim almaya çalışıyorlar. eğitim çok önemli burada.

Havalar soğumaya doğru durunca ne olur ne olmaz diye hemen kendime kışlık bot aldım. Burada içi polarlı taytlar var. Aman bulunsun. Ondan da aldım. Bazı günler hava 5-6 derece gösterse bile yağmur ve rüzgardan daha soğuk hissediyor insan. Valla pantolon altı uzun çorap giyiyorum bazen. Esas soğuklar gelince ne yapacağım bilmem. Herhalde bir şekilde toplu alışveriş yapıp bir hafta evden çıkmamaca :)) Geçtiğimiz hafta da epey yağmur olduğu için mecburiyetler dışında pek çıkmayıp kendimi okumalara verdim. İki kitap bitti. Şimdi uzaktan kumanda Türkiye'de bir atölye yapacağım için biraz Türkçe okumam lazım. Yaşasın Leyla Erbil! Burada laf ettiğim kütüphanede buldum Leyla Erbil'in bir kitabını. Vallahi de Türkçe kitap varmış kütüphanede. Boşuna ayağa kaldırmışım milleti. Olsun, elli kitap daha gönderildi kütüphaneye bu aksiyon sonucunda. Buna seviniyorum çünkü bazen Türkçe okumayı özlüyorum. Hep İngilizce okumak düşüncelerimin de İngilizce akmasına sebep oluyor. Hayır düzgün bir İngilizceyle aksa yanmayacağım, hatta bu fırsattan yararlanıp belki iki üç satır yazacağım ama öyle de değil.

Buraya gelirken tam ne yapacağımı bilmeden gelmiştim. Hiç bir şey yapamazsam yazmaya çalışırım diyordum. Yazma konusunda başarılı olduğumu söylemem. Her yazmaya çalıştığımda iki dil birbirine giriyor. Ancak bir şekilde gene edebiyatla haşır neşir buldum kendimi. Akışa inanan biri olduğum için bu yolculuk beni bir yere, muhtemelen edebiyat ya da kitaplarla ilgili doğru bir şeye götürecek herhalde. Hele bir de Ankara Kitaplığı'nda öykü atölyesi yaparsam. Tabii. talep olursa... Bakalım, heyecanla bekliyorum su nereye doğru akacak?

Her Çocuk Bir Tohum Projesi ise uzaktan kumanda tabii ki devam ediyor. Öğretmenlerimizden çok güzel resimler, haberler geliyor. Sabah kalkıp telefonu açar açmaz bir sürü mesaj düşüyor. O anı çok seviyorum. Öğlene kadar kâh projeyle ilgili, kâh sosyal, kâh Kiltablet'le ilgili yazışmalar, konuşmalarla yarılanıyor gün. E biraz temizlik, yemek, bulaşık falan sıkılmaya da pek vakit yok yani. İşin ne güzel tarafı ütü yok memlekette. Çamaşırlar yıkanıyor (Cuma günleri çamaşır günüm) kurutmaya atılıyor ve inanmazsınız buruşuk çıkmıyor ya! Hele de şöyle elinle düzleyip bir saat son nemi gitsin diye bir yere serersen mis gibi oluyor. Jilet gibi değil ama buruşuk da değil. Ben oldum olası ütü sevmem, pek seviniyorum bu işe. Tabii yanımda gömlek getirmediğimden de kolay oluyor. Akıllı kadınım vesselam :)))

Anlaşılan fazla ara vermeye de gelmiyor bu günlüklere yoksa böyle alıyor başını gidiyor yazı. Başınızı ağrıttıysam affola!




31 Ekim 2018 Çarşamba

TORONTO GÜNLÜKLERİ - 9

Tam keyifle bilgisayarımın başına geçmiş, gene çok ara vermişim günlüklere, ara vermeye de gelmiyor, detaylar kaçıyor minvalinde bir yazı yazmaya hazırlanırken posta kutuma düşen bir e-posta hem yazının içeriğini hem de günün akışını değiştirdi. Kızımın buradaki okulunun müdüründen ACİL ibaresiyle gönderilen e-postada okulun rehber öğretmenlerinden birinin - kızımın da Toronto'ya gelir gelmez tanıştığı ve kızım için en büyük iltifat sayılan "tontiş" sıfatını hak etmiş - Cumartesi geçirdiği bir trafik kazası geçirdiği ve girdiği komadan çıkamayacağı kesinleşince ailesi tarafından fişi çekilerek ebediyete yolcu edildiği yazılıydı. Yaşanan bu acı gelişme sabah öğrencilere söylenmiş ve çocuklar evlere yollanacaktı. Yarın okul mecbur değildi. Okula gelinirse bile ders yapılmayacaktı. İhtiyacı olan çocuk ve velilere bu acıyla yüzleşmek için gerekli danışmanlık hizmeti verilecekti. E-postaya bir kaç da ergen yaşında ölümle karşılaşan çocuklara nasıl davranılması gerektiği konusunda önerilerde bulunan psikoloji linkleri eklenmişti. Önce tanışma fırsatı bulamadığım ama yaşının epey genç (26) olduğunu bildiğim bu öğretmenin kaybına çok üzüldüm. Her ne kadar tanımasam da gencecik bir insandı. Genç ölümler beni her zaman sarsar. Olayın şokunu atlattıktan sonra okulun yaklaşımının ne kadar insani olduğunu düşündüm. Kızımın Türkiyede'ki okulunda bir çocuğun babası vefat ettiği için kurtarma yazılısına gelememesi üzerine çocuğa sıfır verildiğini düşünürsek... Bu tür acımasız yaklaşımlara okulun cevabı hayatın gerçeklerine alışmaları gerektiği olurdu sorduğunuzda veya isyan ettiğinizde. Evet hayat acımasız, hayat zor ama bu kadar sert olmalı mıyız ayakta durabilmek için? Sanki hayat acımasız olduğu için biz de sertleşip acımasızlaşıyoruz, biz acımasız oldukça hayat daha da zorlaşıyor gibi bir kısır döngü inçinde dönenip duruyoruz. Vefat eden öğretmeni henüz bir buçuk aydır tanıyan kızımın bile ne kadar etkilendiğini görünce onu senelerdir tanıyan iş arkadaşlarının, öğrencilerinin ne kadar sarsılmış olabileceğini tahmin ediyorum. Bu durumda hayat devam ediyor diye zorla yapılacak derslerden ne hayır gelirdi ki zaten?! Belki de yaşayageldiğimiz gittikçe sertleşen dünya bu tür eğitimin sonucu. Dişe diş, göze göz, başarı, hırs pompalana pompalana yükselen faşist değerlerin temelini atmış olduk. Halbuki öfkeye öfkeyle değil de anlayışla yaklaşmayı öğreten, sevgi, saygı ve hoşgörü kavramlarının daha öne çıkarıldığı bir eğitim sistemi olsaydı başka mı olurdu dünya gibi düşünceler dolaşıyor gene aklımda. Yeni bir düşünce değil bu benim için - Her Çocuk Bir Tohum Projesini bu bazın üstüne kurmuştum zaten - ama her yaşanan olayda bir kez daha düşünmeden edemiyorum. Biraz evvel gene müdürden gelen yeni e-postada yarın okulda ihtiyacı olan öğrenciler için bir psikolog bulundurulacağını, ölen öğretmen için ortak bir anı defteri hazırlanacağını, arzu eden öğrencileri okula beklediklerini, okula gelmeyen öğrencilerin ise devamsız sayılmayacağını yazıyordu. Ne kadar hoş bir yaklaşım. Bir daha iyi ki bu kararı verdik dedim, iyi ki Kanada'ya geldik.

Ben de bu akşam, kendimi kaptırdığım edebiyat dünyasının rüzgârıyla Nijeryalı bir kadın yazar olan  Manjushree Thapa adlı yazarın söyleşisine gidecektim ama bu durumda kızımın yanında kalmanın daha doğru olacağını düşünerek programı iptal ettim. Evde kitap okumaya devam. Türkçe'ye Üç Oda Bir Yalnızlık adıyla çevrilmiş Amerikalı yazar Claire Messud'un The Woman Upstairs (keşke orjinaline sadık kalıp üst kattaki kadın diye çevrilseydi daha uygun olurmuş diye düşündüm) kitabını bitiririm bu akşam sanırım. Kurgusundan çok heyecanlanmamakla birlikte değindiği konular güzel. Merak eden olursa diye kısaca yazayım dedim.

Şimdi ufak bir mola verirsem ilk başta yazmaya niyetlendiğim gibi daha neşeli şeyler yazabilir miyim yoksa bugünlük bu kadar deyip başka bir güne mi bırakacağım netleşecek.

Akşamı ettim. Sabah ki havama geri dönemedim. Yazacak şeyler birikip duruyor. Başka bir güne kaldı yazacaklarım, eğer unutmazsam ya da daha ilginç şeyler çıkmazsa... Bugünlük bu kadar, kusura bakmayın.



23 Ekim 2018 Salı

TORONTO GÜNLÜKLERİ - 8

SOSYAL HAYAT 

En son günlük yazdığımdan bu yana on gün geçmiş. Yavaş yavaş alışıyorum şehre ve biraz da soysal hayat girmeye başladı devreye. Geçen sabah havayı 1 derece görünce yani hissedince valla gerisin geri yatağa attım kendimi. Allah'tan o öyle bir gün geldi geçti ama genelde 4-8 derece arasında oynuyor hava. 11-12 derece oldu mu, bir de güneş varsa eğer ooo bugün güzel hava muhabbeti dönüyor buralarda. Buna karşılık Türkiye'den arkadaşlarım hâlâ denizde yüzerken el salladıkları fotoğraflarını göndermiyorlar mı?! Hafif bir gıcık olma durumu var bende. Şaka söylüyorum, sefaları bol olsun. İlk bir kaç gün havaya adaptasyon sorunu çektikten sonra yapacak bir şey yok kazak giyerek boynuma da  fular, ayağıma çorap, bot attım kendimi sokaklara. Tabii altımızda araba yok, nereye gidersek gidelim en azından bir kısımını yürümek farz, onun için hava durumu mühim konu. Bu soğukta parklara, göle gidip macera yaratmaya gerek yok. Amerikalıların 'barhopping' diye bir terimleri vardır. Bir gecede o bardan bu bara giderek gezmek anlamına gelir. Ben de bar değil ama 'kafehopping' şeklinde gezindim bir kaç gün. Tabii aynı günde değil. Starbucks'ı zaten oldum olası sevmem, o ve benzeri zincir kafelar değil de mahalli kafeler bulmaya çalıştım. Bilgisayarımı, defterimi, kalemimi, kitabımı alıp bir gün ona bir gün buna şeklinde yürüme mesafesinde olan kafeler keşfettim. Kafeler şeker, yiyecekler kiminde daha güzel kiminde vasat ama zincir kafelerden daha ucuz oldukları kesin. Yalnız gürültü konusunda bizden aşağı kalır yanları yok. Herkes bağıra bağıra konuşuyor. Aynı mahalleden birbirini tanıyan da çok oluyor. Hey you, how are you? nidaları veya orta yaşı geçmiş kadınların bir arada oturdukları masada kadının biri anlattığı konunun tüm kafeyi ilgilendireceğini varsayarak acayip yüksek sesle konuşması ya da torunuyla gelmiş bir anneannenin çocuğa sahip çıkamayışındaki çaresiz bağırışların arasında ne okumak ne de yazmak pek mümkün değil. Gene de iddialıyım, yazdım ama ortaya matah bir şey çıkmadı doğal olarak. Okumayı hiç beceremedim. Çaresiz sağla solla muhabbete daldım. Türküm dediğimde boş boş bakıyorlar. Bür tanesi 'sadece Ankara biliyorum o da başkentiniz olduğundan' dedi. Ben İstanbul'danım dediğimde de biri 'haa Konstantinopol' dedi. Durum bu cihette olunca, hava zaten ya yağmurlu ya soğuk, okuma - yazma eylemi için kafelere gitmekten vazgeçtim. 

Bu arada annem Toronto'da yaşayan bir okuruna - bilmeyenler için annem yemek yazarıdır -  benim Toronto'ya geldiğimi yazmış, sizi arayabilir mi falan diyerek. Bana burada çevre yapmaya çalışıyor sağ olsun. Neyse Mr. Basu'yla konuştuk. Kendisi Kanada'ya yıllar evvel göç etmiş bir Hintli. Adamcağız bana çekinerek haftasonuna burada Uluslararası Yazarlar Festivali ( Toronto Internatiınal Festival of Authors) var, gelmek ister misin dedi. Aman ben cennet bulmuş gibi atladım tabii. Cumartesi günü Mr. Basu'yla buluştuk. Sen kimsin, ben kimim kahvesinden sonra festival, sonra da Hint yemeğe gittik. Etkinlikte bazı yazarlarla ayaküstü tanıştım. Yazarların çoğu göçmen. Kitaplarını okumadım ama özetlerinden bir çoğu göçmen romanları yazmışlar, onu anladım.Orada kitaplarını da imzalıyorlardı ama kitaplar 20-35 Kanada Doları arası değiştiği için uzak durmayı tercih ettim. Hem dönüşte hepsini nasıl taşıyacağım kitapların gibi bir sorun daha var. Bir kaçı Mr. Basu'da varmış, veririm sana okursun dedi. Süper!!! Bir de Hintli bir kadın yazar vardı. İnşallah onunla da bir gün kahve içip sohbet edeceğiz. Bu haftasonu da buradaki bir yayınevinin gene festival kapsamında bir daveti varmış. Mr. Basu ona da davet etti beni. Arkasından da sitar konserine. Herhalde Hint kültürünü bayağı hatmedeceğim bu gidişle! 

Festivalden çıkıp yemek yiyeceğimiz yere doğru yürürken bir an kendimi New York Times Square'de sandım. Koca koca ışıklı panolar, gene gökdelenler. Mr. Basu'nun dediğine göre bunlar hep son on senenin yapılanmasıymış. Şehir merkezindeki o koca binalarda stüdyo daire 500.000 Amerikan Doları civarı dedi. Köşeyi dönünce gene koca bir ekran, hem de metro istasyonunun üstünde, hokey maçı gösteriliyor. Halk da birikmiş orada, ellerinde biralar maçı izliyorlar. Hiç bağırışma, tepişme falan yok. Kalabalık ama herkes sakin. Ürkmüyor insan. 

Pazar günü de buradaki Ankara Kitaplığının düzenlediği bir etkinlik vardı. Ankara Kitaplığı buraya yıllar önce yerleşen Türklerin kendi çabalarıyla gönüllü kurdukları bir kütüphane. Ayda bir etkinlikler düzenliyorlarmış. Türkçe okuma ve yazmayı arttıracak faaliyetler yapmayı arzu ediyorlar. Öykü atölyesi yapabilir miyim diye bana sordular. Daha konuşup düşüneceğiz, neler yapılabilir diye. Kültür Üniversitesi'nden yazar, şair, çevirmen Prof. Dr. Yusuf Eradam'ı getirmişler konuşmacı olarak. Haiku Bilinci üstüne bir konuşma yaptı hocamız. Ben de Toronto'da yaşayan bir çok Türkle tanıştım. Beni şaşırtan Türkiye'den Kanada'ya doğru göçün son on yılda arttığını düşünmeme rağmen bir çok yaşı ileri hanımın beyin de olması ve otuz-kırk yıldır burada yaşadıklarını öğrenmem oldu. Neden, nasıl, niçin kısmı araştırılacak tabii. Bir hanımın hikayesini öğrendim bile ama o bende dursun şimdilik. 

Çok uzadı yazı gene. Özetle burada herkes kendi ilgi alanına göre yapacak bir şeyler buluyor. Konserler, sergiler, performanslar gırla. Biz Türklere göre kur yüzünden biraz pahalı bu etkinlikler. Onun için iyi seçip gitmek istiyor insan. Ulaşım da kolay olduğu için İstanbul'da ki gibi bir - birbuçuk saatlik bir etkinlik için iki saat yol gidemem deyip vazgeçmiyorsun. 

Ezcümle şimdilik hayat iyi :)