8 Kasım 2018 Perşembe

TORONTO GÜNLÜKLERİ - 11


Her yerde yazılıyor, çiziliyor, söyleniyor "az tüketin, azla yetinin, minimalist yaşayın, kapitalizmin dişleri arasında ezilmeyin" diye, ben de bir süredir, fazla almayarak, arkadaşlarıma kalıcı değil de tüketilebilecek hediyeler alarak, bana hediye alınacağı zaman ise herhangi bir şey istemeyip Her Çocuk Bir Tohum Projesi'ne dahil okullara kitap gönderilmesini isteyerek uygulamaya çalışıyordum. Ancak Türkiye'de senelerin verdiği alışkanlık, birikmişlik sonucunda ne kadar çabalasam da tam olmuyordu bir türlü. Kanada'ya gelmek için evi boşaltırken ilk ciddi adımı attım diyebilirim. Senelerdir o veya bu nedenle yapışıp kaldığım bir çok şeyi verdim, attım; elimden geldiğince kutulanması gereken eşyaları aza indirmeye çalıştım. Yüzde yüz başarı gösterdiğim söylenemez ama eskiye nazaran bayağı yol kat ettim. 

Toronto için uçak bileti aldığımda kişi başı 23kg'luk bavul deyince şöyle bir durdum. Niye ya? Yanlışlık olmalı, benim bildiğim kişi başı 2 x 23kg'luk bavul olmalı. E biz de kızımla gittiğimize göre dört bavul etmeli. Araştırınca biz ucuz bilet aldığımız için bir bavulmuş, iki bavul için daha yüksek ücret ödememiz gerekiyormuş. (Ucuz dedikleri de söylemesi ayıptır, 6000TL/ kişi) Neyse ucuz etin yahnisi durumu yani... Benim kız hiç sorun etmedi durumu. Geçen sene bir seneliğine Amerika'ya giderken bir bavul gittiği için alışık, başının çaresine bak dedi çıktı işin içinden. Tabii hanımefendi sadece kendi eşyalarını götürüyor, bense tipik bir Türk olarak çaydanlık, cezve, çay, kahve götürdüğüm gibi elalemin havlusunu kullanamam deyip havlu bornoz vs gibi yan elementler de dahil bavula. Bir de aman grip oluruz, aman başımız ağrır, benim bel zaten netameli, kızımın da benim de her gün aldığımız ilaçlar var - hangi doktoru bulup orada reçete alacağız - derken ilaç kaçakçısı zannedilmeyi göze alarak bir sürü de ilaç derken ben sığamadım bir bavula. Neyse ezcümle üç koca bavulumuzla dikildik kiraladığım evciğin kapısına.

Hepi topu on aylığına geldiğimiz bu memlekette öyle enem konam koca ev kiralamaya gerek yok, zaten evler de çok pahalı. Eşyalı olsun, okula ulaşılabilir mesafede olsun, fiyatı uygun olsun yeterli. Toronto'ya yerleşip burada eğitim danışmanlığı yapan Çiğdem arkadaşım sayesinde daha Türkiye'den buldum evi. Resimlerden bakıp tamam dedim. Türk bir ailenin bodrum katında bir oda bir salon kutu gibi şirin bir evcik. Evde her şeyden iki tane olma kaydıyla her şey mevcut. İki su bardağı, iki tabak, iki kahve fincanı, bir elektrikli ocak, iki tencere, iki tava ( ocak bir tane olunca tencere tavanın iki olması fayda etmiyor aslında) gibi gibi. İlk başta, alışmamışım bu kadar aza, ben hemen gideyim çanak çömlek alayım dedim. Başka öncelikler olduğu için alamadım. Sonra da alıştım. Gayet güzel de yapılıyor valla. Evde bulaşık makinesi olmadığı için elde yıkıyorum bulaşığı. Her kullandığını hemencecik yıkıyıverirsen no problem. Bir set kızımın bir set de benim çarşafım var. Her hafta yıkayıp kurutup aynı çarşafı seriyoruz tekrar. Bavula yer sıkıntısından her mevsime uygun iki pantolon, bir kaç tshirt, kazak, her mevsime uygun bir pijama koymuştum. yetiyor da artıyor bile. Hani alıp alıp dolaba asıp sonra da unutuyoruz ya, biraz şımarıklığımızdan. O da olsun bu da olsun; şık bir yere gidersem giyerim, misafir geldiğinde kullanırım, sehpamın üzerinde ne güzel de durur ( sehpanın üzerinde zaten bir şey vardır, o unutulmak üzere dolaba kalkar) siyahım var da kahverengim yok o da olsun vb vb gibi sebeplerle lüzumlu lüzumsuz dolduruyoruz evlerimizi. Sonra dikkat edin, bir sezon boyunca takıldığınız üç-beş şeyi giymişsiniz. Gerisi dolapta asılı, kalabalık yapıyor. Seneler evvel bir arkadaşımın evine gittiğimde ne kadar az eşyası olduğunu gördüğümde  nasıl yapıyorsun diye sormuştum. Yeni aldığım bir şeye karşılık bir şeyi muhakkak veririm demişti. Ben daha geçen yıl uygulamaya başladım bunu. Ayrıca yazlık - kışlık ayırırken bakıyorum o sezon hiç giymemişsem veriyorum gitsin. Yerine yenisini de koymuyorum. Büfede, hani çeyiz diye alınmış misafirlik takımlar vardır ya, onları hiç öyle büyük misafir beklemeden çok yakın sevdiğim dostlarımla kullanıyorum. Hoş, şık bir sofrayı dostlarımla paylaşmayacağım da kiminle paylaşacağım. Gün gelecek günlük tabak yapacağım. Kırılırsa da kırılsın, mezara mı götüreceğim. Dostlarıma hediye alırken kaliteli bir zeytinyağı, yöresel özel bir yiyecek gibi küçük esnaftan alınabilecek hem esnafı destekleyecek, hem de arkadaşlarımın ev kalabalıklığına daha da eklenmeyecek hediyeler seçmeye çalışıyorum artık. Eskiden aman kalıcı olsun diye aptalca bir takıntım vardı, kimselere koku falan almazdım. Ne aptalca! Sanki her kalıcı şey bizimle yaşadı. Kimi kırıldı, kimini kimin hediye ettiğini bile unutarak verdik, hediyeyi veren çok değerli bir dostsa kullanmasak bile yapışıp kaldık, taşındığımız her yere götürdük ( en azından ben öyle yaptım) Götürdük götürmesine de dolapların içine tıktık. E ben ne anladım bu işten? 

Mesele sadece eşya da değil. Hep yazdığım gibi burası doğa açısından çok zengin. Elime bir bardak kahvemi alıp bu parklarda gezinmek, sonbahar renklerine bürünmüş bir ağacı seyretmek, onun altında kitap okumak bir sürü para verip kalabalık bir ortamda yiyeceğim yemekten daha çok keyif veriyor. Evde yapabileceğim bir yemeğe para vermektense o parayı sanatsal bir etkinlik için harcamak daha makul geliyor bana. Tabii ki hiç yemeyelim, içmeyelim demiyorum ama keyif yemekte mi dostlarla bir arada olmakta mı? 

Daha çok giyelim, daha çok yiyelim, daha çok tüketelim derken işin güzelliğini kaçırdık bence. Çocukken bayramda pabuç alındığında sevindiğimiz kadar sevinmiyoruz artık aldıkça. Ben, kendi adıma, paramı insana, insan emeğine harcamayı tercih ediyorum; uzatacağımız elle önleri açılabilecek çocuklara, aylarca emek harcanmış kitaba, saatlerce prova yapılmış tiyatroya, baleye, insanlardan daha saf olan hayvanlara, yok etmek için elimizden geleni ardımıza koymadığımız halde bize bonkör davranan doğaya vb. İnanır mısınız bayramda kırmızı rugan pabuç alınmış çocuk kadar seviniyorum buralara dokundukça. Çul çaput bana bu zevki, bu mutluluğu tattırmıyor. Statüyü ise giydiklerimde taktıklarımda değil, yaptıklarımda görüyorum.

Bu yazı pek Toronto günlüğü gibi olmadı ama burada çok az eşyayla da yaşanabileceğini, her hafta oraya buraya yemeklere gidip dünya para harcanmadan da keyif alınabileceğini, sanatın bir ülkenin kültürünün temel taşı olduğunu yeniden hatırladım. Azdan çok yapılabileceğini, azla daha dolu yaşanabileceğini bu sefer ruhuma işledim. Toronto'nun bana artılarından birisi bu nokta olacak. Sizinle de paylaşmak istedim, belki üstünde düşünmek istersiniz. Ne dersiniz?


Hiç yorum yok: