29 Ağustos 2014 Cuma

KARALAMA

Her sabah ama istisnasız her sabah, beynimin içinde uçuşan cümlelerle uyanıyorum. Kimi zaman merakla bekliyorum kümeleşip bir yağmur oluştururlar  mı diye, kimi zamansa hemen fırlayıp bilgisayarımın başına geçiyorum yaz yağmuru gibi aniden gelip çabucak geçiveren bu düşünce yağmurunu resmetmek için. Her iki şekilde de uyandığım anda beynimde oluşmuş düşünce bulutlarını olduğu halleri ile yakalayamıyorum. Kalkıp kahvemi alıp ekran başına geçinceye kadar bazen tamamen kayboluyorlar, bazen de ucundan yakalamayı başarıyorum. Hareket halinde bir şeyi çekmek istediğinizde, fotoğraf makinesini çıkarıp çekinceye kadar istediğiniz kadrajın kaçıp gittiği ama illa çekmek istediğiniz için yarım yamalak çektiğiniz fotoğraflara benzetiyorum yazılarımı. Öyle yarım, öyle eksik…

Bu sabah uyandığımda baktım saat henüz 06:30. Her zamankinin aksine tekrar gözlerimi kapatıp beynimde uçuşan cümlelerin ritmine bıraktım kendimi. Ninni gibi bana usul usul söylenmelerini dinledim. Uyku kendi kuytu köşesine çekti beni. Duygularımı, düşüncelerimi verdim uykunun kucağına ve yeniden uyudum. Kalktığımda istikamet gene bilgisayar başı oldu. Yazmanın büyüsünden uzak duramadım.

Yazmak insanın kendi kendisiyle sohbeti aslında. Belki biraz da oyun. Oraya buraya kaçışan düşünceleri, ürkeklikten duvarın arkasına saklanıp çıkmayan duyguları, özetle yaramazlık yapan düşünsel ve duygusal dünyayı rapt-ı zapt altına almak, disipline etmek ve etrafa fazla zarar vermeden oyalamanın bir yolu. Bu oyun hoşuma gidiyor. Son zamanlarda çevremdeki insanlardan ziyade, bu oyuna kaptırmış, kendimle konuşuyorum daha çok. İçime tam ne zaman yerleştiğini bilemediğim eksiklik duygusunu tamamlamaya çalışıyorum belki de. Okuyarak, yazarak sürekli arıyorum. Eksiğin adını koyabilirsem tamamlayabilirim de belki. Sonra Nalan Barbarosoğlu’nun Okur Postası adlı kitabı vasıtasıyla tanıştığım Bülent Somay’ın “ Bir Şeyler Eksik “ kitabından yaptığı alıntıyı ( “ Eksik doldurulamaz, kapatılamaz, kamufle bile edilemez. Marifet eksikle birlikte yaşamasını öğrenmekte.) hatırlıyorum.  Beceriksizim işte, o zaman niye yaşıyorum? Bu soru beni korkutuyor… Bu sorudan kaçmak için daha da sıkı sarılıyorum yazmaya.

Geçen gün çok güzel öyküler yazan bir arkadaşımla sohbet ettik. Yarattığı naif tiplemelerin satırlar arasına saklı duygu ve düşünce dünyasında gezdiriyor bizi. Bana “ ben de senin gibi daha çok duygu koyabilsem öykülerime “ dedi. Ben ise onun gözlem ve yaratma kabiliyetine hayran “ ben de keşke senin gibi değişik karakterlerle kurgu yazabilsem “ dedim. Yazım biçimlerimiz farklı olmasına rağmen bir araya getirebilsek sanki tamamlanabilecekmiş, tam olacakmış gibi hissettim. Sanırım o iç dünyasından, bense dış dünyadan kaçtığım için ikimizin de yazıları yarım.

Gene oradan buradan düşünceler uçuşmaya başladı beynimde. Farklı konularda, farklı yoğunlukta geziniyorlar içimde. Birisinin peşine takılıp gitmeye çalışırken diğeri çekiştiriyor. Bu sağa sola çekiştirilmekten, her birinin dediğini anlamaya çalışmaktan sersemliyorum. Uyku, kara bir şövalye gibi yetişiyor imdadıma. Onun güçlü, sıcak kollarına kendimi atıp savaş meydanından uzaklaşmak iyi olacak. Yazmak yüzleşmekse uyku da kaçış...


Hiç yorum yok: