Her sabah ama istisnasız her sabah, beynimin içinde uçuşan
cümlelerle uyanıyorum. Kimi zaman merakla bekliyorum kümeleşip bir yağmur
oluştururlar mı diye, kimi zamansa hemen
fırlayıp bilgisayarımın başına geçiyorum yaz yağmuru gibi aniden gelip çabucak
geçiveren bu düşünce yağmurunu resmetmek için. Her iki şekilde de uyandığım
anda beynimde oluşmuş düşünce bulutlarını olduğu halleri ile yakalayamıyorum.
Kalkıp kahvemi alıp ekran başına geçinceye kadar bazen tamamen kayboluyorlar,
bazen de ucundan yakalamayı başarıyorum. Hareket halinde bir şeyi çekmek
istediğinizde, fotoğraf makinesini çıkarıp çekinceye kadar istediğiniz kadrajın
kaçıp gittiği ama illa çekmek istediğiniz için yarım yamalak çektiğiniz fotoğraflara
benzetiyorum yazılarımı. Öyle yarım, öyle eksik…
Bu sabah uyandığımda baktım saat henüz 06:30. Her zamankinin
aksine tekrar gözlerimi kapatıp beynimde uçuşan cümlelerin ritmine bıraktım
kendimi. Ninni gibi bana usul usul söylenmelerini dinledim. Uyku kendi kuytu
köşesine çekti beni. Duygularımı, düşüncelerimi verdim uykunun kucağına ve
yeniden uyudum. Kalktığımda istikamet gene bilgisayar başı oldu. Yazmanın
büyüsünden uzak duramadım.
Yazmak insanın kendi kendisiyle sohbeti aslında. Belki biraz
da oyun. Oraya buraya kaçışan düşünceleri, ürkeklikten duvarın arkasına
saklanıp çıkmayan duyguları, özetle yaramazlık yapan düşünsel ve duygusal
dünyayı rapt-ı zapt altına almak, disipline etmek ve etrafa fazla zarar
vermeden oyalamanın bir yolu. Bu oyun hoşuma gidiyor. Son zamanlarda çevremdeki
insanlardan ziyade, bu oyuna kaptırmış, kendimle konuşuyorum daha çok. İçime tam
ne zaman yerleştiğini bilemediğim eksiklik duygusunu tamamlamaya çalışıyorum
belki de. Okuyarak, yazarak sürekli arıyorum. Eksiğin adını koyabilirsem
tamamlayabilirim de belki. Sonra Nalan Barbarosoğlu’nun Okur Postası adlı
kitabı vasıtasıyla tanıştığım Bülent Somay’ın “ Bir Şeyler Eksik “ kitabından
yaptığı alıntıyı ( “ Eksik doldurulamaz, kapatılamaz, kamufle bile edilemez.
Marifet eksikle birlikte yaşamasını öğrenmekte.) hatırlıyorum. Beceriksizim işte, o zaman niye yaşıyorum? Bu
soru beni korkutuyor… Bu sorudan kaçmak için daha da sıkı sarılıyorum yazmaya.
Geçen gün çok güzel öyküler yazan bir arkadaşımla sohbet
ettik. Yarattığı naif tiplemelerin satırlar arasına saklı duygu ve düşünce
dünyasında gezdiriyor bizi. Bana “ ben de senin gibi daha çok duygu koyabilsem
öykülerime “ dedi. Ben ise onun gözlem ve yaratma kabiliyetine hayran “ ben de
keşke senin gibi değişik karakterlerle kurgu yazabilsem “ dedim. Yazım
biçimlerimiz farklı olmasına rağmen bir araya getirebilsek sanki
tamamlanabilecekmiş, tam olacakmış gibi hissettim. Sanırım o iç dünyasından,
bense dış dünyadan kaçtığım için ikimizin de yazıları yarım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder