Elinde paltosu kapıya bakakaldı. Kapıdan iteklenerek
çıkarılmış ve paltosu eline tutuşturulur tutuşturulmaz kapı “güm” diye yüzüne
kapanmıştı. Boğazına dizilmiş lokmaları ve yarım yamalak içtiği çaydan rağmen
üzerinden hala gitmemiş uykunun mahmurluğu ile güneşin henüz günü ısıtmadığı bu
erken saatte, sokakta, kırgın, evinin önünde dikildi bir süre.
Gidecek başka yeri olmadığından, son zamanlarda uğrak yeri
olan kahveye yöneldi. Hava ayaz, rüzgâr soğuk soğuk esiyordu. Eliyle sımsıkı kavradığı paltosunu giymek
aklına gelmedi bile.
- Ooo Ahmet Bey, erkencisin bu sabah?
- Öyle oldu Hüseyin Efendi, hanımın günü varmış
evde. Ayakaltında dolaşmayayım diye erkenden yolladı beni evden. Bana demli bir
çay ver hele.
- Daha tam demlenmedi çay. Az bekle.
Yeşil çuha örtülerle kaplı birçok masadan oluşan bu
kahvehane sığınağı gibiydi Ahmet’in. Emekli olduğundan beri o veya bu nedenle
evden her kovuluşunda buraya gelirdi. Kendi gibi emekli olmuş mahalleli
arkadaşları ile akşama kadar otururlar, memleket meseleleri, futbol, çocuklar
gibi güncel olaylardan bahsederler; eve dönüş saatini doldururlardı. Arada
tavla da oynarlardı ama kumarla işleri olmazdı. Bazen kitap getirirdi yanında
ancak genelde fırsat olmazdı okumaya. Evde de pek olmuyordu. Emeklilik
günlerinde kendini kitaplara gömme hayalini bırakalı çok olmuştu. Gazeteyle
yetiniyordu.
Çayın demlenmesini beklerken köşedeki bakkaldan günün
gazetelerini aldı. Kahvede camın kenarındaki masaya geçti ve süpürgenin ritmik
sesi eşliğinde gazetelerini okumaya başladı. Hüseyin Efendi demli çayını
masasına bırakmış, kahvehaneyi güne hazırlamak üzere temizlik yapıyordu.
Gazetenin ön sayfasından başlar, okunmamış tek satır
kalmadıktan sonra diğer sayfaya geçerdi. Hayatında her şeyi her zaman böyle
düzenli olmuştu. Okullarını düzenli okumuş, askere vaktinde gitmiş, devlet
dairesinde iyi bir memuriyet kapmış, emekliliğine kadar aynı dairede
çalışmıştı. Yıllarca aynı saatte evden çıkmış, aynı saatte eve girmişti. Hayatı
hep kuralına göre oynamıştı. Bütün hayallerini emekliliğine saklamıştı…
Gazetenin ölüm ilanları sayfasına geldiğinde, o gün mühim
biri ölmüş olmalı ki, kocaman ilanların arasına sıkışmış, iki sütuna altı
santim küçücük ilanı zor gördü. İlandaki ismi okuyunca dondu kaldı. Bu “o”
olabilir miydi? Bir daha bir daha okudu. O olmalıydı. Anne, baba ve kardeşin
ismi tutuyordu. İlanda bir eş veya çocuğun varlığından eser yoktu. Kısa, öz,
duygudan yoksun bir ilandı.
“Merhum Hanife- Kadir Dağdeviren’in oğulları,
Murat– Zeynep
Dağdeviren’in kardeşleri, Hakan ve Esra’nın amcaları
MEHMET DAĞDEVİREN
Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Cenazesi 05. Ocak günü ikindi
namazını müteakiben Karacaahmet mezarlığına defnedilecektir.”
Bu kadar… Araya girmiş bir “sevgili” kelimesi bile yoktu.
Mahalleden arkadaşıydı Mehmet. Mehmet, kardeşi Murat ve
Ahmet ayrılmaz bir üçlüydüler o zamanlar. Aynı okula giderler, bütün
vakitlerini ya sokaklarda ya da birbirlerinin evlerinde geçirirlerdi. Mehmet delişmen
karakteri ile grubun lideriydi. Hoş, mahalleye göre çetediyler ya… En acayip
fikirler ondan çıkar, diğer ikisine de bu fikirlere uymak düşerdi. O zamanlar
henüz ranta yenilmemiş bahçelerdeki ağaçlardan sürekli meyve çalar, henüz tek
tük olan arabaların arkasına teneke bağlar, sırf masadakilerin yüzündeki
ifadeyi görmek için bir kavanoza hapsettiği böceği yemek sofrasında ortaya
gizlice bırakıverirdi. Herkes bu yaramazlıkların Mehmet’in başının altından
çıktığını bilir ama azarı Murat’la Ahmet yerdi. Öyle bir dik duruşu vardı ki
Mehmet’in, çocuk yaşına rağmen herkes ondan çekinirdi. Ahmet bile…
Ahmet’in yapmaktan en hoşlandığı şey ise sıcak yaz
günlerinde mahallerinin az ötesindeki koruluğa gidip ağaçların gölgesinde günü
geçirmekti. Sıcak bastırmadan giderler, ne kadar garip mahlukat varsa
kavanozlarına toplarlar, sıcak bastırdığında ise koruluğun ortasından akan
derede yüzerlerdi. Zaman zaman top oynarlar, top kaybolduğunda saatlerce topu
ararlardı. Topu bulan olmak gurur meselesiydi. Nedense… Mehmet her zaman en çok
böcek toplayan, derede en uzağa yüzen, topu en uzağa, en yükseğe atan olurdu.
Hep en’lerin insanıydı o…
Ahmet’in aksine okulda başarılı bir öğrenci değildi Mehmet.
Okulu gereksiz görenlerdendi. “Boşa vakit kaybı” derdi “en iyi ders yaşayarak
öğrenilir. “ Zar zor bitirdiği liseden sonra hiç üniversiteye gitmek için
yeltenmemiş, Ahmet üniversiteye giderken o askere gitmişti. Ne olduysa o sırada
olmuş ve ailesi apar topar taşınmıştı mahalleden. Bir daha da hiç haber
almamıştı ne Mehmet’ten ne de Murat’tan. Fazla sormamış, soruşturmamıştı
açıkçası.
Gazeteden kendisine hazin bir şekilde bakan ilanı Mehmet’e
hiç yakıştıramadı. Onun hep hayatta başarılı olacağına inanmış, muhtemelen çok
güzel bir kadınla evlenip birbirinden güzel çocukları olacağını düşünmüştü.
Mahallenin en güzel kızı Ayşe’de ona yanık değil miydi o zamanlar?
Ahmet, Ayşe’yi içten içe hep sevmiş ama Mehmet’in yanında
kendi esamesinin okunmayacağını bildiğinden bunu hiç dile getirmemişti.
Murat’ın sınıfında okuyan Ayşe, her zaman yüksekten topladığı simsiyah saçları,
kocaman kahverengi gözleri ile Ahmet’e dünyanın en güzel kızı gibi gelirdi.
Hele o gülümsemesi… Kendileri ile her karşılaştığında Ayşe’nin yüzüne öyle bir
gülümseme yerleşirdi ki Ahmet’in içi erirdi. Bu gülümsemenin Mehmet’e özel
olduğunu bilmesine rağmen... Mehmet de bir kaş göz hareketiyle onlara ayakaltında
dolaşmamalarını, kaybolmaları gerektiğini ima ederdi. Ahmet’le Murat hemen bir
bahane bulup onları yalnız bırakırlardı bir süre. Düşlerinde hep Mehmet’in
yanlarında olmadığı bir zaman kendisine aynı o şekilde gülümserken görürdü
Ayşe’yi. Ayşe hiç ona öyle gülümsemedi…
Geçmişin içinde kaybolmuşken, Hüseyin Efendi böldü
düşüncelerini.
- Ahmet Bey telefon sana. Ayşe Yenge arıyor.
Üniversiteyi bitirip döndüğünde hemen askere gitmek için
başvurmuş, ilk tertipte de askere alınmıştı. Askerden dönünce de bir tanıdıkları
vasıtası ile devlet dairesinde bir memuriyet bulmuşlardı ona. Saati belli,
parası belli, sosyal güvenliği olan memuriyet, o zamanlar en revaçta olan
işlerdendi. Çoğu esnaf çocuğu olan sınıf arkadaşları lise biter bitmez
babalarının yanında çalışmaya başlamış, mahallenin kızlarına talip olup birer
birer evlenmişlerdi. Ahmet askerden döndüğünde çoğunun çocuğu bile olmuştu.
İşe girer girmez annesi başlamıştı Ahmet’i sıkıştırmaya.
- Oğlum bak, bütün arkadaşların evlendi. Senin de
zamanın geldi. Rüstem Bey’lerin kızı liseyi yeni bitirmiş, güzelce bir
kız. Bir bak, beğenirsen onu isteyelim
sana.
- Anne ben henüz evlenmeyi düşünmüyorum.
Niyetlenince söylerim sana bakarsın uygun birini, yorma şimdi tatlı canını.
Neredeyse her hafta yeni bir adayla geliyordu annesi. Ahmet
ise evlenmeyi hiç düşünmüyor, daha iyi iş imkânları bulabileceği, üniversitede
keşfettiği müzik tutkusunu geliştirebileceğine inandığı İstanbul’a gitmek
istiyordu. Üniversitedeyken kısa birkaç ilişkisi olmuş ama aşk yolunu
kesmemişti. Aşk olarak bildiği tek şey o ufak tefek, saçları yukarıdan
toplu, gülümserken o simsiyah gözlerinin
içi gülen Ayşe’ye karşı hissettiği duygulardı. Zaman içinde hafif küllense de
onu tamamen unutturacak bir çıkmamıştı karşısına.
Bir gün otobüsle işe giderken, camdan onu hızlı hızlı
giderken gördü. Saçları gene yukarıdan toplu, çiçekli kolsuz elbisesi,
beyaz çantası, ona uyumlu beyaz kısa topuklu ayakkabıları ile hala güzeldi. Bu
kısacık an bile Ahmet’i heyecanlandırmaya yetmiş, o günden sonra Ayşe’yi tekrar
eskisi gibi düşünmeye başlamıştı. Evlenmiş miydi acaba?
Annesi ona gene haftalık yeni bir aday sunmak üzere “ Bak
oğlum “ diyerek konuya girdiğinde;
- Anne, Ekrem Bey’lerin kızı vardı ya Ayşe.
Evlendi mi o? Biliyor musun? , diyerek annesinin ağzını aradı.
- Ha, bildim. Seninle aynı okulda okumuştu.
Evlenmedi. Bir yerde sekreterlik yapıyormuş. Pek iyi konuşmuyorlar hakkında.
Niye sorarsın oğlum?
- Onunla evlenmek istiyorum.
Bunu duyar duymaz annesinin suratı asılmış, bakışıyla oğlunun
bu seçimini beğenmediği belli etmişti.
- Katiyen olmaz. Hem yaşlı o. Hepi topu senden iki
yaş küçük. Çalışıyor da. Gözü açılmıştır onun. Açık saçık elbiselerle işe
gidiyor her gün. Ölürüm de izin vermem.
- Anne, ya o ya da hiç, diyerek kestirip atmıştı
Ahmet.
Annesinin aksine onun çalışmasından mutluluk duymuş, açık
saçıktan kastın kolsuz elbise olduğunu bildiğinden o konuya fazla takılmamıştı.
Modern bir genç kadın olmuştu Ayşe. İstanbul’dakilere benziyordu. Bu iyiydi.
Büyük tartışmalar sonucunda annesi Ahmet’i vazgeçiremeyeceğini anlayınca inadından vazgeçmiş ve Ayşe’nin annesi Rukiye
Hanım’a haber yollamıştı. Gelen bütün taliplileri geri çevirdikten sonra uzun
zamandır kızına talipli çıkmayan Rukiye Hanım bu habere çok sevinmiş, hemen
buyur etmişti onları.
Bütün adetlere uymuşlar, çikolata ve çiçeklerini alıp
istemeye gitmişlerdi. Ahmet çok heyecanlıydı. Seneler sonra Ayşe’yi ilk defa
yakından görecekti. Ayşe kahveleri yapıp getirdiğinde bir saniyeliğine göz göze
gelmişler, Ahmet o kara gözlerde bir cevap aramıştı. Simsiyah gözler ser verip
sır vermemiş, umursamaz bir tavırla dimdik bakmışlardı Ahmet’in gözlerine.
Bunca seneye rağmen hala Mehmet’i düşünüyor olabilir miydi? Hem Mehmet gitmiş,
yok olmuştu. Kendisi ise buradaydı. Her şeyi tamdı. Okulunu, askerliğini
bitirmiş, güvenli bir işi vardı. Kendisini de severdi elbet zaman içinde. Adet
üzerine Ekrem Bey “ biz bir düşünelim, kızımızın da fikrini alalım. Size haber
ederiz “ diyerek onları uğurlamış, Ahmet için bekleyiş dolu günler başlamıştı.
Ne kadar sürerdi ki acaba karar vermek?
İstemenin üzerine Ayşe’lerin evinde ayrı bir çıngar
kopuyordu. Ayşe asla evlenmek istemediğini söylüyor, annesi ve babası bu yaştan
sonra bundan iyi talip çıkmayacağı, bununla da evlenmezse evde kalacağı
konusunda onu ikna etmeğe çalışıyorlardı. “ Sevmiyorum onu “ diye avaz avaz
ağlayan kızına Ekrem Bey “ ya evlenirsin ya da tasını tarağını toplayıp bu
evden gidersin. Ömür boyu bakamam ben sana “ diyerek son noktayı koydu. Olumlu
yanıt gitti Ahmet’lere.
Sade bir nikâhla evlendiler. Nikâh defterine imzayı atarken
“ bu sefer golü ben attım Mehmet “ diye geçirdi içinden. Niyeti nikâhtan sonra
İstanbul’a tayinini istemekti. Bambaşka
bir şehirde, hem de İstanbul gibi insanı kendinden alan bir şehirde Mehmet’in izi kalmazdı Ayşe’de. Onu el üstünde tutacak, Ayşe’nin kendisini sevmesini
sağlayacaktı. Sabırlıydı, başarıncaya kadar bekleyecekti.
Ayşe “annemin yanından ayrılmam” diye ısrar edince
İstanbul’a gidemediler, Ahmet bir daha saksafon çalamadı, Ahmet’in hayalini
kurduğu seyahatlere hiç gitmediler, Ayşe onu hiç sevmedi…
Ayşe’nin tembihlediği gibi saat altıyı doldurup eve doğru
giderken Ahmet bir an durdu düşündü. O Ayşe’yi gerçekten sevmiş miydi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder