Sevgi otel odasından içeri girip etrafına şöyle bir bakındı.
Kiri göstermemesi için buklet, kırçıllı gri halıyla kaplı, saten görünümlü aynı
renk perde ve yatak örtüsü ile özelliği olmayan sıradan, kişiliksiz bir odaydı.
Gülümsedi. Odanın hiçbir yere aidiyet duygusu vermeyen, içinden geçmiş binlerce
insanın öyküsünü sır gibi saklayan steril havası Sevgi’de kendi hikayesini de
baştan istediği gibi yazabileceği hissi uyandırdı.
Sekiz senelik, her gününü kocası için ne anlam taşıdığını
sorgulayarak geçirdiği ikinci evliliğini iki senelik zorlu bir mücadeleden
sonra yeni bitirmişti. Tükenmişlik hissi ile doğumundan beri kızı için her
kuruşunu özenle biriktirdiği paradan harcamaya kıymış ve içinde kalan son yaşam
filizini yeşertmek umuduyla Paris’e gelmişti.
Paris’in kozmopolit, cıvıl cıvıl havasını seviyordu. Her
yerde Fransız kolonilerden gelme siyahiler, her türlü kılık kıyafet ve saç
stilinde insanlar, dünyanın bilumum yerlerinden gelmiş turistlerle
karşılaşabilirdi insan. Kimseyi tanımadığı, kimsenin de kendini tanımadığı yerlerde
hep rahat ederdi Sevgi. Bu cümbüşün içinde göze batmadan kendi olabilmenin
huzuruyla sokağa bıraktı kendini. Otelden çıkınca akşam serinliğinin
başladığını hissetti. Hafif üşümesine rağmen egzos kokusunun karıştığı bahar
havasını içine çekerek otelin yakınındaki bir bulvara saptı. Bulvar boyunca
sıra sıra mağazalar, restoranlar, cafeler vardı. Karnı henüz acıkmadığından
dükkanlara baka baka yürümeğe karar verdi. İlk önce bir ayakkabı mağazası, lüks
kırtasiye ürünleri satan bir mağaza, erkek giyim mağazası, bir turizm acentası.
Vitrinde ki afişlere baktı. Her iki kocasıyla da hiç istediği gibi bir tatile
gitmediklerini düşündü içi sızlayarak. Nadiren gidilmiş bir iki tatilde hep
onların istedikleri yerlere olmuş, Sevgi huzursuzluk çıkarmamak adına hep uyum
sağlamıştı. Huyu böyleydi, böyle eğitilmişti.
Bir oyuncak mağazasının önünde durdu. Evde onu bekleyen
hayatındaki tek anlamlı varlık olan kızına belki bu dükkandan bir şey
alabilirdi yarın. “ Ne alabilirim? “ diye vitrini incelerken birden dondu
kaldı. Önde duran porselen bebeklerin
arkasına saklanmış, sarı bukle saçlı, kırmızı şapkalı, çiçek desenli kırmızı
bir elbise giydirilmiş el yapımı bez bebeği gördü. Üzerindeki elbise farklı
olmasaydı kendi çocukluğunun kırmızı şapkalı bebeği diyebilirdi!
O kapkaranlık, hayalet gölgelerle dolu sandık odasını
hatırladı. Annesinin ameliyat nedeni ile İstanbul’a gitmesi gerektiğinde onu
anneannesine bırakmışlardı. Evde fazla oda olmadığından eşyalarla dolu, zorla
bir yatağın sıkıştırıldığı penceresiz, havasız odayı vermişlerdi ona. Sevgi yurt dışında yaşayan babasının ona
getirdiği bez bebeğe sarılıp gözlerini sımsıkı kapardı geceleri, canavara
dönüşen eşyaların hışmından korkarak.
Arkadaşları arasında tek boşanmış anne babaya sahip çocuk
olarak kendisini farklı hissederdi herkesten. Bir parçası eksik, tamamlanmamış
gibi. Onların evlerine gittiğinde ailecek oturulan sofralarda kendisi aykırı
kalırdı sanki. Hayatı boyunca hiç öyle bir sofraları olmamıştı ki! O zamanlar ara ara kendilerine kalmaya gelen
annesinin arkadaşı Kazım Abi ile de hiç böyle sıcak olmazdı sofraları zaten.
Bir akşam Kazım Abi’den “sofradan kalkabilir miyim?” diye sormadan kalktığı
için yediği tokattan sonra ise onun her gelişi, her kalışı bir kabusa
dönüşmüştü Sevgi için. Tokattan ziyade annesinin bu olay karşısında sessiz
kalması acıtmıştı canını daha çok. Annesinin seçimi Sevgi’yi yok sayma pahasına
Kazım Abi’den yana olmuştu. Bir de Kazım
Abi annesini ” Sen ne biçim çocuk yetiştiriyorsun?” diye azarlamıştı. Annesi suskun, Sevgi ise annesinin bu
zayıflığı karşısında şaşkındı. O günden sonra annesinin azarlanmaması için
Sevgi, içi huzursuz ve kırgın, her hareketine dikkat etmişti annesinin gönlünde
Kazım Abi’ye kaptırdığı tahta yeniden oturabilme umuduyla.
Bir sabah uykunun
şefkatli kollarından ayrılma tereddütü ile uyur uyanık yatarken çalan telefon
sesiyle iyice sıyrıldı uykusundan. Telefona cevap veren anneannesinin “ evet
düğün bu akşam, Kalyon Otel’de. Biz bu gün öğlen uçağıyla gideceğiz” dediğini
duyduğunda kaskatı kesildi. Anneannesinin “ Ayten-Kazım Akyol Kalyon Otel
dediniz mi gelir telgraf. Tabii ki söylerim. Neyse Sevgi uyanmadan kapatalım,
onun haberi yok” demesiyle içinde kızgınlık, kırgınlık barındıran öfke ile
yatağından fırladı. Anneannesinin karşısına geçip hayal kırıklığının yuttuğu
kısık bir sesle “ne oluyor? Kim evleniyor? Neyi ben bilmiyorum? “ diye artarda
sorular sorarken alacağı cevabı çoktan biliyordu halbuki. Anneannesi onu
sakinleştirmeye çalışarak “ annen evleniyor, söylemişti ya” dedi. Son bir güçle bulduğu sesiyle “neden ben bilmiyorum, neden ben gitmiyorum?
“ diye avaz avaz bağırdı, göz yaşlarını
umutsuzca içinde tutmaya çalışarak. “ Senin orada olman uygun olmaz” demişti
anneannesi. Gerisini duymamıştı bile. “uygun olmaz, uygun olmaz”.Sadece bu
cümle çınlıyordu beyninde. Annesini aradı. Annesi de lafı dolandırarak “uygun olmadığını” söyledi ağlayarak. “Bana söyleseydin
anlardım, mutluluklar dilerim” diyerek kapattı telefonu Sevgi. Hayatı boyunca
zaman zaman kendisini yoklayacak değersizlik, istenmemezlik, çaresizlik hissi o
zaman demir atmıştı ruhuna. Görünmeme, yok olma, geri planda kalma gereği ise
mezar taşı gibi dikilmişti başına. Tek sırdaşı kırmızı şapkalı bebeğine sarılıp
ağladı saatlerce.
Annesi onu İstanbul’a yanına aldığında da durum değişmemiş,
Sevgi’yi yatılı okula vermişlerdi hemen. Zengin, tanınmış bir aileye gelin
giden annesi, çocuklu boşanmış bir kadın olduğu için aile tarafından hiç
evlenmemiş biricik oğullarına uygun bir gelin olarak görülmemişti. Onun kızı
Sevgi ise hiçbir zaman çocuk veya torun statüsünde görülmemiş, aileden
sayılmamıştı. Sevgi ise her zaman her yerde “uygunsuz” olduğu duygusu ile
savaşmış, ne evliliklerinde ne de iş hayatında bir yere sığamamıştı.
Vitrinin önünde ne kadar durduğunu bilemedi. Kendi
gözyaşlarına karışmış serpiştirmeye başlayan yağmuru hissetti teninde. Hayata
tek tutunma nedeni olan kızını düşündü. O annesi gibi olmayacak hep kızını
seçecekti…