28 Aralık 2013 Cumartesi

2013'Ü GERİDE BIRAKIRKEN

2013’u uğurlamaya birkaç gün kalan şu son günlerde geçmiş seneye bakıyorum. Senenin neler getirip neler götürdüklerine… Yılın bilançosunu çıkarmak istiyorum. Hayat bir yolculuk ya, nereden nereye gelmişim, onu görmek istiyorum.

Hem bireysel, hem toplumsal olarak baktığımda bir aydınlanma senesi olmuş diyebilirim. Son birkaç senedir tohumlarını ektiğimiz varoluş mücadelesinin her iki boyutta da ilk meyvelerini verdiği bir sene olmuş 2013. Toplumsal olarak, senenin ortasında Gezi olayları ile patlayan ilk çiçekler, gittikçe meyveye dönüşüyor artık. İyice olgunlaşıp hasadı toplayıp yeme imkanımız ise 2014’de mümkün gözüküyor. Henüz, hala dikkatli olmamız, ürünü bozmamak için suyunu havasını özenle vermemiz gerek.

Bireysel olarak öğrenciliğimin devam ettiği, çıraklıktan kalfalığa doğru yol aldığım bir sene olarak görüyorum 2013’ü. Bu sene öğrendiğim en önemli şey “ her şey olması gerektiği gibi “ öğretisi oldu. Bunu söylem olarak daha önceleri de söylememe rağmen, içselleştirebilmek, bu öğretinin gerçekliğini fark edebilmek bu sene olabildi ancak. Bu farkındalığa erişebilmek beni öfke ve kızgınlık gibi olumsuz duygulardan arındırdı. Çok istediğim, ulaşmak için mücadele ettiğim bir şey olmuyorsa olmamasının yararıma olduğunu zaman içinde birçok kez gözlemlediğim için, onun peşini bırakma veya isteğimdeki bana yararsız kısmı bulup isteğimi düzeltme yoluna gidiyorum artık.

Sadeleşiyorum gittikçe. Hayatımdan fazlalıkları atıp çok daha azla çok daha keyifli bir dönem yaşıyorum. Bu kılık kıyafetten tutun da, insanlara kadar uzanan geniş bir çerçeve. O veya bu şekilde yüreğime dokunmayan insanlara çok vakit ayırmıyorum. Bana bir şey öğreten, beni öteye taşıyabilen veyahut varlığımın onlara iyi geldiğini hissettiğim insanlarla olmayı seviyorum. Bazı insanlarla sanki birbirimizin hayatındaki misyonumuzu tamamlamış gibi doğal olarak ayrılıyor yollarımız. Yeni insanlar giriyor bazen hayatıma. Kesinlikle bana ekleyecekleri, öğretecekleri veya farkına varmamı sağlayacakları bir şey olduğunun bilinciyle can kulağı ile dinliyorum söylediklerini. Kılık kıyafete gelince tabii her kadın gibi güzel olmak, güzel bulunmak istiyorum ama bu güzelliğimin fiziksel güzellikten ziyade ruhsal güzellik olarak fark edilmesini tercih ediyorum. Ruhunda iyilik, güzellik, sevgi barındıran herkesin bu özellikleri yüzüne yansıdığından zaten güzel olduklarına inanıyorum. Onun için kılık kıyafet gibi eskiden fazlasıyla dikkat ettiğim konuları da çıkardım hayatımdan. Elimdeki imkanları midemi ve bedenimi besleyen şeylere değil, ruhumu besleyen ögelere kullanmayı tercih ediyorum daha çok.

Daha çok kitap okuyorum. Bunu yazmak isteyen herkesin yapması gerektiğine inandığım için kadar, her kitabın içinde bambaşka dünyalara uzanabildiğim için de yapıyorum. Kendi yaşam tecrübem içinde ulaşamayacağım olaylara, düşüncelere, duygulara kitaplar aracılığı ile ulaşıyorum. Her okuduğum kitabı beğenmiyorum ama her beğenmediğimden de bir şeyler öğreniyorum.

Başıma gelen her olumsuzun içinden almam gereken dersi bulmaya çalışıyorum. Bazen tabak gibi ortada olmasına rağmen, bazen de olayın örgüsü içinde bir yerlere saklanıyor ders. Ancak örgüyü olmamış diyerek sökerken görebiliyorum. Öğrendim ki her olayın içinde mutlaka ama mutlaka görmemiz gereken bir şey var. Bulmadan, görmeden, anlamadan bırakmıyorum.

Bu sene, kendi adıma, bana en gurur veren şey ise kitap çıkarmış olmam. Ha parasını verip kendim bastırdığıma göre bu bir başarı mı?  İşin bu tarafı değil ama buna cesaret edebilmiş olmak bir başarı. Öyle patlayan, patır patır satan bir kitap da değil ama hiç tanımadığım birkaç insana ulaşabilmiş ve onların dünyasında küçük de olsa olumlu bir etki yaratmış olmak başarı. Daha da ötesi kitap vasıtasıyla çok değerli, hoş insanlarla tanışabilmiş olmak, hayatıma yeni zenginlikler katmış olmak başarı. 

Okurların motivasyonu ile yeni bir kitaba başladım ama takıldım kaldım. İlk takıldığım zamanlarda buna üzülüyorduysam da şimdi üzülmüyorum. Muhakkak bunda da bir keramet olduğuna inanıyorum. Belki söylemem gereken başka şeyler vardır, onları biriktiriyorumdur diye düşünüyorum. Sırf kitap çıkarmış olmak için senede bir kitap çıkaran yazarlar yerine, kendi içime sineni yazdığım zaman kitap çıkaran bir yazar olmak istiyorum.

2013’ün bana getirdiği en önemli şeyi sona sakladım. Sevgi… Bu sene aldığım ve verdiğim sevgiyi daha derinden hissediyorum. Aldığım ve verdiğim sevginin karşılığının bizim beklediğimiz şekilde olamayabileceğini ya da illa karşılıklı olması gerekmediğini çok iyi anladığım bir sene oldu bu. Sevebilmek yetisini insana bahşedilen en önemli özellik olarak görüyorum. Çok kolay gözüken ama aslında çok zor olan bir duygu bu. Bütün öğretilerden sıyrılıp saf sevgiyi yakalayabilmek önemli olan. Örneğin hep siz arayıp sormanıza rağmen karşı taraf ( bu arkadaşınız, dostunuz, anneniz, sevgiliniz her hangi biri olabilir) aramıyorsa ve bu nedenden siz o kişiyle görüşmeyi kesiyorsanız burada saf sevginin varlığından bahsedemeyiz. Çevrenizde “aramıyorsa bırak “ diyecektir hemen. Saf sevgide beklenti yoktur. Saf sevgide karşıdaki kişiyi olduğu gibi kabul vardır. Belki de siz o kadar sık aradığınız için karşı taraf bu ihtiyacı hissedecek fırsat bulamıyordur. Esas dikkat edilmesi gereken ihtiyaç anında yanınızda olup olmadığıdır. En karanlık anınızda kim yanınızda durarak, elinizi tutarak karanlığınızı aydınlatabiliyorsa, o’dur size sevgi badesinden içiren. Bunun kim veya kimler olduğunu ancak siz bilebilirsiniz. Ne çevreniz ne de bilinen, kabul görmüş kurallar bilebilir bunu. Etrafınızda sadece varlıkları ile karanlığınızı aydınlatan kişiler varsa sakın bırakmayın derim sık görüşmeseniz de.


Özetle 2013 yılı karanlığın aydınlık barındırdığını gördüğüm bir yıl oldu. Her kötünün iyiye doğru yol alma imkanını açtığını daha da net fark ettiğim bir yıl geçirdim. 2014’ün hepimizin farkındalığının yüksek olduğu, her şart altında iyiyi gözden kaçırmadığımız, sevgi dolu bir yıl olmasını dilerim. 

25 Kasım 2013 Pazartesi

ÖĞRETMENLİK SEVGİ İŞİDİR

1994 yılından itibaren dünyada 5 Ekim tarihinde kutlanmaya başlayan                     “ Öğretmenler Günü “ , ülkemizde 1981 yılından beri Atatürk’ün Milli Mekteplerin Başöğretmenliği’ni kabul ettiği 24 Kasım’da kutlanır. Yakında Atatürk’le bağlantılı olduğu için bu güne de el atılmaz umarım. Ülkemizde öğretmenlerin hakkı maddi olarak tam karşılığını bulamasa da en azından manevi olarak değerlerini ifade eden bir günün olmasına hiç yoktan iyidir diyorum. Son dönemlerde iyice benimsediğimiz azla yetinme durumu yani…

Öğretmenlik çok kutsal bir meslek, bir o kadar da meşakkatli. Klişe bir cümle olduğu için kullanmadım. Gerçekten öyle olduğuna inandığım için kullandım. Bilginin en değerli hazine olduğunu kabul ediyorsak, bize bilgiyi öğreten, daha da ötesi içimize öğrenme isteği aşılayan, ona nasıl ulaşacağımızı öğreten, araştırma ve sorgulama yetimizi geliştiren öğretmenlerimizin hakkı ne yapsak ödenmez. Bu gün olduğumuz kişi olmamızda ebeveynlerimiz kadar, bazılarımız için onlardan da fazla, etkisi olan kişilerdir öğretmenler. Her türlü veriye açık beyinlerle öğretmenlere teslim ettiğimiz çocuklarımızın gelecekte hayata karşı duruşlarının temelini atar öğretmenler. Belki ondandır aynı okuldan mezun olanların bir ekol oluşturarak benzer bir kimlik çerçevesi içinde buluşmaları. Aynı heykeltraşın elinden çıkmış gibi, aynı öğretmenin elinden çıkmış, benzer değerlerle yontulmuş öğrenciler çıkar okuldan. Sonra zaman içinde yaşananların etkisiyle farklılıklar oluşsa da temel aynıdır. Temel sağlam atıldıysa üzerine kişinin eklediği doneler, onu renklendirerek güzelleştirir.

Öğretmen olabilmek için bence en önemli unsur insan sevgisidir. Bir çok farklı aileden gelen değişik huy ve kapasitedeki çocuklara birarada bir şey öğretmek ancak sevgiyle mümkün. Her bir öğrenciyi, çocuğun aile yapısıyla, kendine has iç dünyasıyla, yetenekleri ile algılayıp onu geliştirecek bir yaklaşım sergilemek gerçekten bir sabır işi. Sevgisiz olacak iş değil. Korku yöntemini kullanan bazı öğretmenler de var tabii ama sevgiyle yaklaşılan çocukların o bilgileri öğrenmesi, benimsemesi ve kullanması daha olası. Bu gün hangimiz şükranla korktuğumuz bir öğretmenimizi anıyoruz? Genelde sevdiğimiz öğretmenlerimizi şükranla anar, dualarımızdan eksik etmeyiz, değil mi?

Öğretmenliğin en önemli görevinin çarpım tablosu veya ülkedeki dağlar, nehirler vs bilgiler öğretmesinin ötesinde insana bilginin değerini, öğrenmenin zevkini öğretmesi olduğunu düşünüyorum. İşte esas temel bu! Bunu başarıyla yapabilen öğretmenlerin öğrencileri her zaman hayatta başarılı ve mutlu insanlar olacaktır.
Bir de mesleği öğretmenlik olmayan ama duruşlarıyla, fikirleri ile insana bir şeyler öğreten insanlar vardır. O tür kişilere de inanılmaz saygı duyuyorum. Öğrenmek isteyen herkese, herkesin bir şeyler öğretebileceğini düşünüyorum. Aslında hepimiz hem öğretmeniz hem öğrenciyiz. Öğrenmenin sonu olmadığı gibi öğretmenin de sonu yok. Hepimizin çevresinde hayat dersinde daha ilk basamaklarda olanlar olduğu gibi, hayat basamaklarını tırmanmış kişiler vardır. Bizden geride gelenlere basamakları çıkmaya yardım etmek, önümüzde olanlardan ise basamakları nasıl çıkacağımıza dair bilgi almak hepimizin hayatını zenginleştirici ve kolaylaştırıcı olur. Bilgi esastır.


Öğretmenliğin hakkını veren tüm öğretmenlerimizin, mesleği öğretmenlik olmasa bile çevresine, hayatı güzelleştirecek bilgiyi verenlerin, verilen bilgileri sorgulayarak, öğrenerek içselleştiren öğrencilerin “Öğretmenler Günü” nü kutluyorum. Beni ve kızımı yetiştirmiş tüm saygıdeğer öğretmenlerime buradan sevgilerimi ve şükranlarımı sunuyorum. 

16 Kasım 2013 Cumartesi

DÜNDEN ÖTE YARINDAN BERİ

Dün akşam kitabım Durun İnecek Var’ı okudum yeniden. 2010 -2011 yıllarında yazdığım yazıların üstünden iki sene geçmiş. O tarihlerdeki ruh halime bakıyorum da bu gün çok farklı bir noktadayım. Daha derin, daha net… 2010 yılında başladığım yolculuğa devam ediyorum. Yolculuk biten bir şey değil zaten. Sadece bazen ulaştığımız bir noktanın bize söylediklerini iyice içselleştirmek için o noktada kalıyoruz bir süre. Sonra gene yola devam…

Kitap ilk çıktığında birkaç arkadaşım Durun Binecek Var’ı bekliyoruz demişlerdi. O zaman kelime oyunu hoşuma gitmişti ama bu gün böyle bir kitap yazmayacağımdan eminim. İndiğim yere binmek beni olduğum noktada saymaktan öteye taşımaz. Ben indiğim yerden memnunum ve asla oraya binmeye niyetim yok. İşi bıraktığımdan beri kurduğum belki daha az gelirli ama daha sade, daha yalın, daha net hayatım bana aradığım dinginliği veriyor. Elimdeki kısıtlı para, harcarken seçimlerimi daha özenli yapmaya itiyor. Artık gerçekten yapmak istediğim şeylere para harcıyorum. Daha az kılık kıyafet alıyor, gerçekten birlikte olmak istediğim insanlarla yemeğe gidiyor, kitap ve sinema, tiyatro gibi kültürel faaliyetlere daha çok para ayırmaya çalışıyorum. Bu seçim yapma zorunluluğu beni üzüyor mu? Asla… Aldığım veya yaptığım şeyin değerini bilip daha çok keyif almama neden oluyor bilakis. Daha az insanla görüşüyorum. İnsanları daha az sevdiğin anlamına gelmiyor bu. Az görüştüklerim ya da görüşmediklerim de dahil hepsini seviyorum. Ancak beni öteye taşıyan veya benim öteye taşıyabildiğim insanlarla görüşmeyi tercih ediyorum. Evimde daha çok yalnız vakit geçiriyorum ama kendimi kesinlikle yalnız hissetmiyorum. En iyi arkadaşımla beraberim her daim; kendimle. Televizyonla bağım neredeyse sıfır. Ona boş boş bakmak yerine okumayı veya yazmayı seviyorum .Keyifliyim yani…

Üç sene önce iki sene boyunca kendim hariç hiçbir şeyle ilgilenmezken kitabın ardından geldiğim yerde çevremle, dünyayla, evrenle daha çok ilgilenir oldum. Eskiden memleket meseleleri hakkında söz söylemeye kendimde hak görmezken ilgilendikçe, okudukça, düşündükçe benim de söyleyecek sözlerim olduğunun ayırdına vardım. Üzerinde yaşadığım, havasını soluduğum topraklar hakkında herkes kadar benim de fikir beyan etme hakkına sahip olduğunun bilinciyle ülkemizdeki gelişmelerle daha çok ilgilenmeye başladım. Her hangi bir konuda bildiğimin üzerine bir taş daha koyacak bilgi edindiğimde aldığım keyfin yerini başka hiçbir şey tutmaz oldu.

Bu sürenin içine bir aşk bile sığdırdım. Öyle bir aşk ki bu güne kadar aşk konusunda bildiğim her şeyi bana sorgulatan, aşk konusundaki önyargılarımı yıkan, beni başka bir boyuta taşıyan bir aşk oldu bu. Artık sosyal medya ortamında önümden dizi dizi akan ayrılığın getirdiği acıyı anlatan dizelere karnım tok. Ha, hiç mi canım acımadı? Acıdı tabii, acımaz mı? Çok insani bir duygu ancak o acıyı yaşayabilme lüksüne sahip olmak bile ayrıcalık. Ben bana aşkı yaşatan kişiden ziyade aşkın kendisini sevdiğimi farkettim. Dünyaya aşkla bakmayı öğrendim. Bu, o ulvi duyguyu her hangi bir şeye bağlamadan yaşayabilmeyi getiriyor insana.

Bana “yazar “ dendiğinde rahatsız oluyorum. Ben “yazar” değilim.  İki kelimeyi yanyana getirip bir cümle kurabilen anlamında kullanılıyorsa yazar ifadesi, o zaman tamam. Ancak sanatçı vurgusunu taşıyan “yazar” statüsünde olmadığımı biliyorum. Sanatçı yaratıcıdır. Ben bir şey yaratmıyorum, ben var olanı yazıyorum. Ruhumun bana söylediklerini harflere çeviriyorum o kadar. Ayrıca üzerime her hangi bir kimlik giymek istemiyorum. Kendimi herhangi bir kimlik giysisinin içerisine sıkıştırmak istemiyorum. Bu gün bir şeyler yazıyorum. Söyleyecek sözüm olduğu sürece de yazarım sanırım. Yarın bambaşka bir şey yapabilirim. Bu özgürlüğün tadını çıkarıyorum.

En güzeli daha az kızıyor, daha az üzülüyorum. Öfke neredeyse unuttuğum bir duygu. “Daha az” yerine “hiç” kelimesini kullanabildiğim zaman olmuş olacağım herhalde. Öyle bir noktaya ulaşabilir miyim bilmiyorum ama azaltabildiğime göre belki yok etmek de mümkündür. Az da olsa kızgınlıklarıma baktığım zaman hiç biri geçmişin tellerine basmıyor artık. Bu günde yaşıyorum. Hayatımdan gelip geçmiş, beni kırmış, üzmüş ne kadar insan varsa hepsini affettim. Bunun insana getirdiği hafifliği yaşamayan bilemez. Kendisiyle mücadelesini bitirememiş, öfkenin al koruyla kendisini ve çevresini yakan insanlara karşı tavrım net. Görüşmüyorum. Görüşmemem sevmediğim anlamına gelmemekle beraber, o öfke tarlasının içinde kendimi iyi hissetmiyorum. Mücadele içinde olduğunun farkında olup, kendine yol arayan insanlara ise gönlüm hep açık.

Bir ara sevginin gücüne inancımı yitirecek gibi olduysam da Allah’tan bu kısa sürdü. Hala sevginin en iyi iyileştirici güç, yaşamı güzel kılan bir duygu olduğuna inanıyorum. Durun İnecek Var’ın 38. sayfasında  “İnsan kendini sevebilir miydi” diye sormuşum. Evet, insan kendini sevebilirmiş! Kendimi sevmeyi öğrendim.

27 Ekim 2013 Pazar

HAYDİ MEYDANLARA

Salı günü 29.Ekim yani Cumhuriyet Bayramı. Her ne kadar kutlamalar kaldırıldı ise de yurdun her bir tarafında yürüyüşler ve fener alayları düzenleniyor. Ne güzel.Bence en kutlanması gereken bayram bu bayram zaten. Adı üstünde Cumhuriyet Bayramı.

Yıllardır elde var bir gibi hissettiğimiz cumhuriyetin elden gitmeye yaklaştığı son dönemlerde daha bir farkına vardık kıymetine. Son senelerde katıldığım Cumhuriyet yürüyüşlerinde her sene bir öncekinden daha kalabalık olmasından da belli. Artık yaşlısı, genci, hastası, bebeği herkes katılıyor bu yürüyüşlere. Geçen sene tekerlekli sandalyesinde yaşlı bir amca görmüştüm mesela. Ellerinde bayrakları birbirlerine dayanarak yürüyen bir yaşlı amca ile teyze de. Pusetlerinde bebekleri ile yürüyen anneler, omuzlarına çocuklarını yüklenmiş babalar da vardı. Umutlanmıştım.

Son dönemde bizi gittikçe karanlığa boğan adımlar atılıyor iktidar tarafından.  Her alınan karar daha da geriye götürüyor bizi. Trajikomik söylemler uçuşuyor havada. Dinin bu kadar kullanıldığı başka bir dönem yaşamadım ömrü hayatım boyunca. Çocukluğumuzda dinlerine bağlı ama Cumhuriyetçi anneannelerimiz, dedelerimiz tarafınan bize öğretilmiş ve  sevdirilmiş olan dinimizden soğur olduk. “Din Allah’la kul arasındadır “ diye bildiğimiz öğreti tamamen hikaye oldu, aleni bir baskı aracı haline dönüştü. Gezi olayları sırasında geri adım atmak durumunda kalan hükümet, o dönemin hıncını ise ODTÜ’de almaya çalışıyor. ODTÜ senelerdir aydınların kalesi. Orayı yıkabilirse kendini zafer kazanmış gibi hissedecek. İnanılmaz bir güç savaşı yaşanıyor.

O kadar çok rahatsız eden karar var k, hangi birini yazacağımı bilemiyorum. Her şey tümden falso.  Yalanlar, riyakarlıklar, hep kendine yontmalar, hapisler, rüşvetler vs. Beyni belinden aşağı çalışan bir erkekler topluluğu sanki. Kadınlar büyük tehdit. Kadınlar şeytan! “Sen önce uçkuruna sahip çık be adam” diyesi geliyor insanın. Bir çok aklı başında erkeğe de ayıp oluyor ayrıca, kadını insan gibi gören, kadın olarak saygı duyan. Neyse, neresinden tutsan elinde kalan bir düzen bu!

Salı günü 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı. Bana göre en kutsal bayram. Artık biz, cumhuriyete inananların, hiçbir mazeret bulmadan, üşenmeden, ellerine bayraklarını alıp andımızı bağıra bağıra söyleme zamanı. İnanarak, içten, dolu dolu. Cumhuriyeti yok etmek isteyenlere, Cumhuriyeti kolay kolay vermeyeceğimizi gösterme zamanı. Gücümüzü, inancımızı, duruşumuzu gösterme zamanı. Bu yeni bir Kurtuluş savaşı… Bunu bilerek, farkında olarak hareket etme zamanı.


Bu bilinçle, 12 yaşındaki kızımı da alarak ben Salı günü meydanlardayım. Benim gibi düşünen herkesin de orada olmasını diliyorum. Güçse güç gösterelim.  Halkın üstünlüğünün tartışılmaz olduğunu anlatalım. Bu açıdan kalabalık önemli. Haydi herkes elinde bayraklarıyla meydanlara!!

25 Ekim 2013 Cuma

YENİ ÇAĞIN HASTALIĞI : SOSYAL MEDYA

Şimdi kızıyoruz ya, çocuklarımız ekran başından ayrılmıyor diye. Hani biz, kırk yaş üstü ebeveynler.  Çoğumuzun elinde onbeş yaş üstü çocuklar var, hemen hemen hepsi de teknolojik. Hepsinin elinde bızık bızık mesajlaştıkları telefonlar, oyun oynadıkları tabletler, surf yapmak içinde bilgisayarları var. Facebook, twitter vb gibi sosyal medya ortamları ise her daim ellerinin altında. Neredeyse evin içinde bile mesaj atacaklar. Bazen o da olmuyor değil. Bir bakıyorum, odasında oturan kızımdan telefonuma mesaj geliyor!

Kızıyoruz kızmasına da, bakıyorum bu ebeveynler, kendim dahil, fellik fellik  Facebook’ta geziyoruz. Kimimiz daha az , kimimiz daha çok ama sosyal medya ortamları birçok kırk yaş üstü kişilerle dolu. Hatta grup buluşmaları adı altında sosyalleşiliyor da. Sonra Gezi olayları sırasında bu asosyal, apolitik gençlerin nasıl olup da böyle bir eylem düzenlediklerine şaşıyoruz, kendimize bakmadan. Demek ki asosyal değiller, demek ki apolitik değiller. Sadece politikaları farklı. Bizim anlamadığımız türden. Ne sağcı, ne solcu sadece insanca…

Çocukluklarını, gençliklerini henüz bilgisayarın hayatımıza girmediği 70’lerde 80’lerde geçiren bizler, sosyalleşmeyi başka türlü öğrendiğimizden kendi doğrumuzu çocuklarımıza öğretmeye çalışıyoruz. O zamanlar “sokakta oynamak “diye bir terim vardı. Sokakta oynardı mahallenin çocukları, genellikle annelerin balkondan evlere çağırdıkları saatlere kadar. Şimdi ise sokak bilmiyor çocuklar. Komşuculuk da pek yok. Aynı binada oturup da değil birbirine oturmaya gitmek, birbirine selam bile vermeyen bir insan güruhu ile dolu ortalık. Herkeste bir korku hakim. Sanki selam verse mahremine girecek diğeri. Ama Facebook gibi ekran arkasından dünyaya bakılan ortamlarda herkeste o korku yok oluveriyor birden. Ekran koruyucusunun kendilerini de koruduğunu düşünüyorlar herhalde. Gençler ise başka türlüsünü bilmediklerinden ekran karşısında sosyalleşiyorlar, korkusuz.

Teknolojinin iyice hüküm sürdüğü günümüzde genç, yaşlı hepimiz bu değişimden nasibimizi alıyoruz özetle. Gözlemlediğim biz orta yaşlılar Facebook gibi daha paylaşıma açık ortamları tercih ederken , gençler daha hızlı tüketilen, her şeyi 140 kelimeye sığdırmak zorunda oldukları Twitter’ı tercih ediyorlar. Onlar hızlı akan bir hayatı tercih ediyorlar. Sanki zamanla yarışıyorlar ve twitter gibi en kısa zaman dilimine maksimumu sığdırmaya çalışıyorlar. Bizim zamanımızda olmayan televizyon, internet gibi icatlar sayesinde daha çok şey biliyorlar ve daha çok şeyle ilgileniyorlar. E zaman yetmiyor tabii.Bir araya gelseler bile gene ekran başındalar. Ekran üzerinden konuşuyorlar birbirleri ile. Oyuncakları o çünkü, başka oyuncak bilmiyorlar.

Bu çocukların çoğu, bu teknolojiye doğdukları için onların teknolojiyle iç içe olmaları pek de şaşırtmıyor beni. Onların iletişim ve sosyalleşme biçimi bu. Ekran gerisinden mangalda kül bırakmayan gençler fiziksel olarak karşı karşıya geldiklerinde ise birbirleri ile nasıl iletişim kuracaklarını pek bilemiyorlar o ayrı. Beni daha çok ilgilendiren biz yaştakilerin bu sosyal medya ortamlarına düşkünlüğü. Bakıyorum, evli barklı, çocuklu, akşam masaya yemek koyması gereken kadınlar bile sabahtan akşama ekran başındalar. Hangi ara pişer o yemekler, merak ediyorum. Erkekler de hakeza öyle. Yok mudur bunların toplantıları, iş görüşmeleri falan? Sosyal medya ortamlarında gezen insanların tipolojisi, yaş grubu, amacı, dünya görüşü vs gibi konuları sosyologlara bırakıyorum.

Kabul etmek gerekir ki, gittikçe daha hızlı akan ve zorlaşan hayat şartlarında, bu sosyal medya ortamları haberleşmek, iletişim kurmak, dünyayla bağlantıda kalmak için iyi bir alternatif. Hiçbir zaman dumanı üzerinde tüten , mis gibi bir kahve eşliğinde en yakın dostunuzla sohbetin yerini tutmaz ama bu koşturma içinde hangimiz yeterli sıklıkta dostlarımızı görebiliyoruz ki? Aynı sıcaklıkta olmasa da bir ses, bir nefes. Hele de dünyanın ya da yurdun çeşitli bölgelerine dağılmış dostlarınız varsa, gayet verimli bir iletişim şekli. Ayrıca ne kadar çok insanın artık internet aracılığı ile tanışıp arkadaş, dost, sevgili, eş olduğuna bakılırsa, beynimiz kabul etmese de, çağımızın sosyal ortamı internet. Ben şahsen çok değerli dostlar edindim Facebook vasıtası ile.  Yanında edindiğim bilgiler, hiç duymadığım güzel müzikler de cabası. Ha twitter mı? Onunla anlaşamıyorum maalesef. Ben hayatı , belki de yaşımın gereği, rahvan tarafından almayı tercih ediyorum.


Demem o ki, belki de çocuklarımıza kızmadan evvel bir oturup düşünmemiz gerek. Çağın değiştiğini önce kendimiz kabul ederek, sosyalleşmenin yeni tanımını öğrenmek lazım. Ha bu demek değil ki, kimseyle görüşmeyelim, yemek yemeyelim, çay çorba içmeyelim. Tabii ki onları da yapacağız, hem de mümkün olan her fırsatta. Hangi ikon dostunuzun gerçek kahkahası veya tatlı sesi yerine geçebilir ki? Hiçbir kalp işareti, onun size gerçekten sarılması kadar sıcak olamaz. Bunları da unutmadan, her şeyi dengede tutarak teknolojinin nimetlerinden yararlanmanın çok da kötü bir şey olmadığını söylemek istiyorum sadece. Çocuklarımıza da aynı şekilde dengenin hayatın temel unsurlarından olduğunu öğretip daha anlayışla yaklaşmalıyız belki de. İki tarafta uçlaşmak yerine orta yolu bulmak yani. Ne biz onlara kızalım ne de onlar bize kızsın. Geçinip gidelim güzelce…

10 Ekim 2013 Perşembe

KİSMET, HER ŞEY KİSMET

Dün, babamların uçağı akşam olduğu için, sabah güzel bir kahvaltı ve bavulların toplanmasından sonra, sohbet edecek epey vaktimiz kalıyor. 78 yaşında olan babam, geldiğinden beri , sağlam ve genç görüntüsüne rağmen, geçirdiği kalp krizi, damarlarındaki stentler ve her sabah bir yeri ağrıyarak uyanmasından dem vurarak, bu ziyaretin belki de son ziyareti olduğunu söylüyor habire. Hatta bu sefer gelirken elinde bana ait ne varsa, doğum belgesi vs , yanında getirip bana teslim etti. İnsanın içini bir hüzün ve endişe kaplıyor…

Bu psikolojiyle, babam anılarını anlatırken can kulak dinliyorum. Dedem de hayatının son dönemlerinde sık sık anılarını anlatırdı. Bu yaşlarda gelen, hayatta bir iz bırakma arzusu sanırım. Bunca yıldır az görüşebilmiş olmaktan olsa gerek, onun geçmişi hakkında çok da fazla bir şey bilmediğimi anlıyorum. 2. Dünya Savaşı’nı,25 yaşında nasıl olup da Türkiye’ye çalışmaya geldiğini, ilk izlenimlerini, yaptığı işleri anlatıyor. Savaş sırasında sağ ve sollarındaki evlerin bombalanıp yıkıldığını ve tesadüf eseri kendi evlerine bomba isabet etmediğini, 10 yaşındaki erkek çocukların Hitler’in ordusuna yetiştirilmek üzere alındığını ancak tam kendisi 10 yaşına geldiğinde savaşın bittiğini ve o yıllarda bu orduya katılamadığı için üzüldüğünü söylüyor. “ Çocuk aklımla, mahalledeki diğer çocukların giydikleri üniformalardan etkilenmiştim “ diyor.  Hatta en büyük amcam, o yıllarda kafasına isabet eden bir şarapnel parçası yüzünden bu gün hala bir bakımevinde yaşıyor. 7 kardeşli, fakir bir aileden gelen babam, Almanya’nın 1955 yıllarında hala 1945 yılında biten 2. Dünya Savaşı’nın izlerini taşıdığını anlattı. “Hala yıkılmış evler duruyordu, fakirler daha fakir, zenginler daha zengindi” dedi. O yıllarda Almanya’da , bu gün hala var olan , kendi kasabasının tüm gençlerinin çalıştığı Opel fabrikasında çalışmaya başlıyor ama para az, iş ağır, mutlu değil özetle. Bir tesadüf sonucu, bildiği çat pat İngilizce sayesinde Almanya’daki Amerikan üssünde iş buluyor. Derken Türkiye’de çalışacak insanlar arıyorlar. Parası ve imkanları çok iyi olan bu işe, ailenin en büyük çocuğu olarak, aileye de gelir sağlamak amacıyla, fazla düşünmeden başvuruyor, Türkiye hakkında hiçbir bilgisi olmadan.  “Yapamazsın oğlum, el yerler oralar “ diyerek dedem karşı çıkıyor. Kendi köyünden ömrü boyunca dışarı adım atmamış dedem bildiğinden değil, sadece oğlunu yaban ellere göndermek istemiyor sanırım. Merkez Ankara olduğundan, ilk Ankara’ya gidiyor. Ancak Kurban bayramı tatili olduğundan dört gün , hakkında hiçbir şey bilmediği bu ülkede , cebinde beş parasız, kurban kokuları arasında tek başına geçiriyor. O gün bu gündür kuzu eti yemez babam. İlk defa orada “ben ne yaptım?” diye geçiriyor aklından. Ancak yola çıkmış bir kere, geri dönüş yok. Sonunda İzmir’e tayini çıkıyor. İzmir’i seviyor. Zaman içinde annemle tanışıyor, evleniyorlar ve ben doğuyorum. Babamın tek çocuğu… “Başka çocuklarımda olsun isterdim ama olmadı işte “ dedi anlatırken. İçim burkuluyor. Tek çocuğu ben ve o da uzaklarda. Sene de bir kere görüşebildiği, hayatının kıyısında durduğu bir kızı var babamın… Torunu olmasından mutlu, ben de ona en azından bu keyfi yaşatabildiğim için mutluyum.

Soruyorum. “ Türkiye’ye gelmeseydin, hayatının alacağı şekli hiç düşündün mü? Memnun musun yaptığın seçimlerden? “ “Düşündüm tabii” diyor. “Aslında gelmeyebilirdim, o tarihte başka bir iş teklifi de vardı ama onu kabul etmedim “ dedi. Sonra gülerek “ o zaman ki kız arkadaşım, başka bir şehirde olan Volkswagen firmasına çalışmaya gitmemi istemedi. Ben de gitmedim” diye ekledi.  Bir kadın bütün hayatının akışını değiştirmişti babamın. Aşk nelere kadirdi. Belli ki babamın hayatında önemli bir yeri olan bu kadının onu başka şehre yollamazken nasıl olup da başka bir ülkeye yolcu ettiğini anlamaya çalışıyorum. Babam “bu karardan önce ilişkimiz bitmişti, hatta başka bir ülkede yalnızlık zor olduğundan o sıralar beraber olduğum , şu anda adını bile hatırlamadığım başka bir kadınla nişanlanmıştım” diyor. “Aşk değil, yalnızlık korkusuydu bana bu adımı attıran” diye ekliyor. Adını bile hatırlamadığından belli, izi kalmamış nişanlının. Ama onu başka şehre yollamayan kız arkadaşının ismi dahil, tüm detaylarını hatırlıyor. Aşk ve evliliğin birbirinin içinde olması gerekirken, nasıl da birbirlerine uzak düştüklerini görüyorum bir kere daha. Fakat zaman içinde nişanlısının asla bu yabancı ülkeye gelmek istemediğini anlıyor ve ondan da ayrılıyor. Onları ayıran annem değil yani… “ Kismet, her şey kismet “ diyor Türkçe, ı harfini söylemediğinden i harfiyle.

Genel olarak geriye baktığında bu seçimi yapmış olmaktan mutlu olduğunu söylüyor. Bir çok farklı kültürü tanıma fırsatını elde ettiğini, bu sayede Almanların çoğunun sahip olduğu dar görüş açısından kurtulduğunu, dünyanın nimetlerini tatma şansına sahip olduğunu ifade ediyor. Sonra dönüp dolaşıp memleketine döndüğünde, şu anki hanımını, benim dünya tatlısı üvey annemle tanışıp evlenmiş olmaktan da mutlu. Ah! bir de çocukları olsaydı… Her şey tam olacaktı ama hayatta ne her zaman tam oluyor ki?!


Havaalanına giderken hanımına “iyi bak etrafına, belki de son görüşümüz, seneye gelebilir miyiz bakalım” diyor. “Seneye” diyorum “ muhakkak bekliyorum, daha güzel bir mevsimde gelin ama. Biz de geliriz. Zaten 2015 yılında senin 80 yaş partinde kesinlikle oradayız , bekle bizi” diyorum. “ İnşallah “ diyor. “İnşallah” diyorum “inşallah”…

18 Eylül 2013 Çarşamba

EVET, YAŞ 50...

Bir kaç güne kadar 50 yaşı devireceğim. Tam elli koca sene, yarım yüzyıl… Standart insan ömrünün üçte ikisi. Yaşlılığa doğru ilk adım, her ne kadar ben bunu fazla hissetmesem de. Hoş, birkaç sene önce premenopoza girdiğimi doktorum söylediğinde, ilk  birkaç gün, doğurganlığımın gitmesinden ziyade yaşlılığa ilk adım diye birkaç gün bunalım yapmıştım ama geçmişti kısa sürede. Menopozun başka da bir etkisini görmedim.Dün gittiğim diş hekimi arkadaşım, “dişlerine dikkat etmezsen bir sene içinde kaybedebilirsin” deyince daha bir dank etti yaşlılığa adım olduğu. Dişlerle genelde kim uğraşır gençliğinde. Yaşlılık işi o diye bilirdik.  Gelmiş demek ki, kapıya dayanmış.

Şimdi ilk paragrafı okuyan, “eyvah eyvah bizim hatun yaşlılık psikozuna girmiş” diye düşünmesin. Hiç öyle bir şeye girmedim. Bedenim girmiş olabilir ama ruhum girmedi, giremedi.Bilakis aydınlanma dönemi diye bakıyorum ben. Bu açıdan baktığımda, ne gençliği daha çocuk gibi hissediyorum. Üç-dört yaşlarındayım anca. Seneler evvel şu çakra makra işlerinden anlayan yabancı bir dostumuz “sen olgun ruhsun” dediğinde bundan pek hoşlanmadığımı hatırlıyorum. Her ne demekse artık! Geçen gün kuaförde karşılaştığım, hiç tanımadığım bir hanımdan da aynı sözü duydum sohbet ilerledikçe. “ Demek ki siz olgun ruhsunuz, tekamül için başka araçlara ihtiyaç duymuyorsunuz “ dedi. O zaman soramadığım soruyu bu hanıma sordum. “ Ne demek olgun ruh?”. “İnsanlar model model” dedi “ bazıları ne kadar uğraşılarsa uğraşsınlar kendi kapasiteleri dolunca , kapasitelerinin ötesine gidemezler. Sizin ise farkındalığınız yüksek, her hangi bir ek çalışma yapmadan, insanların çabalayıp da ulaşamadıkları noktalara gelmişsiniz kendiliğinizden. Bu da sizin olgun ruh olduğunuzu gösteriyor” dedi. Ben “daha emekliyorum” dediğimde de “işte bakın, bir çok kişinin duracağı noktayı siz daha başlangıç olarak alıyorsunuz. Bu çok daha öteye, derine gideceğinizin göstergesi” dedi. Hadi bakalım, valla ben o hanımın yalancısıyım.

Her şeyden önce kendisiyle kavgasını bırakıyor artık insan bu yaşlara gelince. “Ben neyim, kimin, kim olmalıyım, hedeflerime ulaştım mı”  türü sorulardan sıyrılıp daha bir tevekkül içinde kendi olduğu hali, olduğu gibi kabul ediyor. Hırs,öfke gibi insanı yıpratan duygulardan uzaklaşıp daha kendi içine dönük, yaşamla daha barışık, olanla yetinen ve bundan en maksimum keyfi çıkarmaya eğilimli bir ruh haline giriyorsunuz. En azından benim durumum böyle. Önümde kalan vakti, kendi doğrularıma, kendi isteklerime göre  geçirmenin yolunu açmıştım zaten dört sene önce yoğun tempolu iş hayatımdan istifa ederek. Maddi anlamda daha kısıtlı ama maddiyatın hayatımdan çıktığı oranda da yükselen bir manevi dünyam var. Senelerdir sahip olduğum bütün maddi değerlerin bana veremediği keyfi veriyor bana bu manevi dünya. Henüz daha küçük ama bu hazinemi büyütmek için önümde, umarım sağlıklı, yıllarım var daha.

Senelerce içinde kaybolduğum kimliğimin beni en değerli hazineden uzak tuttuğunu görüyorum her geçen gün daha net. Bu gün geldiğim noktada sevgi ve bilgiyi en değerli hazine olarak değerlendiriyorum. Zaman içinde bir çok konuda bilgi sahibi olmama rağmen bunları özümsemeden, tam anlamadan edinmişim çoğunu. Ne büyük kayıp! Sevginin gerçek ve derin anlamını da yeni yeni öğreniyorum. Allah’tan içimde bu yeti varmış da böylesi yüce bir duyguyu bünyemde barındırabiliyorum. Her geçen gün duygu ve düşünce bazında ufak tohumlar ekiyorum kendi benliğime. Yaş elli ama daha yeni büyüyorum. Büyürken, bebekken bilinçsizce bize nakşolan bilgilere duyduğumuz açlık gibi, bu sefer bilinçle, bilgiye inanılmaz bir susuzluk duyuyor ve bulduğum zamanlarda kana kana içiyorum. Bu yaştan sonra bilsem ne olur bilmesem ne olur demeden dipsiz bir kuyu olan bilgi kaynağından sürekli su içebilmenin keyfini yaşıyorum.


Evet, yaş elli… Belki ufak tefek sağlık problemlerimizin başladığı, doktorlarla bir nebze de olsa sıkı fıkı olmaya başladığımız yıllar. İşin bu tarafına fazla takılmazsanız, insanın ruhunun kendisine fısıldadıklarını daha net duyabildiği yıllar. Belki de ömrün son dönemecine girilmiş olduğunun bilincinde, seneler boyu boş bir anlam yüklenmiş “ o ne der, bu ne der, kurallara uygun mu, değil mi” sorularının artık es geçilip “gönlüm ne ister” sorusunun daha öne çıktığı yıllar.Güzel yaşlar… Henüz daha sağlık yerindeyken, bu yaşa kadar yapılan hatalardan ders alınarak, gönlün mihmandarlığına bırakılacak yıllar. Benim tabirimle üçüncü bahar yani. Bu baharda açacak yeni , türlerini, kokularını henüz bilmediğim çiçekleri heyecanla bekliyorum. Bu elli sene içinde hayatıma dokunmuş,bana bilerek, bilmeyerek, iyilikle veya kötülükle yol açmış her bir kişiye içimden şükranlarımı sunuyorum. Hayatımın üçüncü baharına keyifle, merakla ve en önemlisi sevgiyle giriyorum. Geride bıraktığım hırs, öfke, kırgınlık, kıskançlık vb, beni örseleyen duyguların yerini sevgiyle dolduruyorum. Beni bu olgunluğa taşıdığı için elli yaşıma şükrediyorum…

15 Eylül 2013 Pazar

İÇİMDE BİR HÜZÜN

Eylül’ün 15’ini bulduk. Ramazan geldi, geçti. Yaz geldi, geçiyor ama 31 Mayıs sabahı ülkemde başlayan direniş değil geçmek, gittikçe büyüyor. İçimde bir his özellikle büyütülüyor hükümet tarafından. Öyle işlerine geliyor anlaşılan…Kaybettiğimiz canların sayısı artıyor gün be gün. Gözünü kaybeden, gözaltına alınan, yaralananların sayısını tutmamaz olduk. Öyle vahşi bir tırmanış içinde her şey…

Vatandaşını koruması kollaması gereken devlet, korumak ne kelime, öldürüyor!  İnsanmış, gençmiş, ana evladıymış, yarına dair umutları varmış demeden vuruyor habire. Gaz sıkıp boğuyor; sadece ciğerleri değil devlete olan inancı da… Plastik mermi atıyor kafaya , göze, beyine; yaralıyor ,bir öldürüyor , bin yaratıyor.… Su sıkıyor, hem de kimyasallı su; yakıyor bedenleri, kavuruyor beni yakan benim devletim mi diyen yürekleri…  İşin acısı bilerek, isteyerek, hedef gözeterek yapıyor. Sanki karşısında ki azılı düşman. Kendi ülkemizin evlatları hepsi; genç,geleceğimiz, yarının umutları. Umutları mı yıkmak amaç?

Elli senedir bu topraklarda yaşıyorum. Elli sene bu toprağın suyunu içtim, havasını kokladım, kültürü ile beslendim. Elli senenin hiçbir günü bu topraklardan vazgeçmedim. Çocuğumu da bu topraklara faydalı bir birey olabilecek şekilde yetiştirmeye çalışıyorum. Bu topraklarda doğdum ve bu topraklarda yaşamak , bu topraklarda ölmek istiyorum. Bu toprağın evladıyım ben. Şimdi gelmiş benim içine doğduğum devlet “ sen benden değilsin” diyor. Sen kim, ben kim? Hepimiz aynı toprağın çocukları değil miydik?

İçimde bir hüzün… Kendi toprağımda yabancı gibi hissetmek nasıl da insana acı gelen bir şey. Bu ülkenin refahı, ulauslararası arenada söz sahibi olması, eğitim, bilim ve kültürde kendini aşması değil mi ortak amaç? Herkesin kendine göre yöntemi farklı olabilir ama bu dayatma nedir? Tartışma, konuşma ortak müştereklerde buluşma diye bir yöntem yok mudur? Bu kadar mı ayrıştık ki ortak müşterekler bile bulamaz hale geldik. Ne zaman bu hale geldik? Kim bizi bu hale getirdi? Bu kadar hırs, öfke neden birikti ki “ ya allah” deyip gencecik canlara gözümüzü kırpmadan kıyar olduk? İnsanlık, vicdan gibi kavramlar ne zaman ve nasıl yok oldu yüreklerden?

Din ,ahlak gibi doğruluğun , dürüstlüğün, adaletin, iyiliğin, vicdanın temel taşlarını oluşturduğu  dogmaları savunanların, dini devletin yönetim biçimine sokmaya çalışanların bu erdemlerden yoksun olması ne büyük bir paradoks. Neredeyse “islami teokrasi” diyebileceğim yönetim şeklini yerleştirmeye çalışanların, bu çaba süresince bu erdemleri hiçe sayması ne kadar büyük bir çelişki! Ateisti, gerçek dindarı sorgulamaz mı seni bu nasıl iştir diye? Dine inancı olanların sorgulama hakkı yok mudur? Din ne zamandan beri sorgusuz, sualsiz biatı getirir oldu?

Her geçen gün, her yeni kanunla, kararla kendimi daha da uzaklaştırılmış, gözden çıkarılmış, istenmeyen hissediyorum. Ülkesini çok seven biri olarak bu duygular beni gittikçe daha da derin bir üzüntüye boğuyor .Öyle ki bu üzüntü öfkeye dönüşüyor. Hiçbir siyasi iktidarın beni/bizi bu kadar ötekileştirme hakkı olmadığını düşünüyorum. Her bir vatandaşın kendi ülkesi hakkında en az hükümet kadar söz hakkı vardır. Sonuçta hükümet, idari erk de olsa, halkının temsilcisidir. Bu kadardır, bunun ötesi değildir. Demokrasilerde halkın üstünlüğü tartışılmaz!


12 Eylül 2013 Perşembe

İNSAN İNSANA KARDEŞ DEĞİL Mİ?

Garip bir çaresizlik hissi içimde… Birine bir şeyi anlatamamanın, anlaşılamamanın yılgınlığı var üzerimde. Hani bazen çocuğuna bir şey anlatmak istersin, karşında bir inat anlamamak için ayak direr ya işine gelmediği için. Bilirsin aslında anlıyordur. Sakince başlarsın anlatmaya, anlamdıkça açıklamaya girişir sonunda da bir isyanla bağırırsın ya. Öyle işte… Arkasından bir yorgunluk, bezginlik çöker insana. “Amaaan ne yaparsa yapsın” dersin bir an ama bırakamazsın. Onun göz göre göre hata yapmasını istemezsin ve tekrar başlarsın en baştan. Bir daha bir daha ama anlamak istemediği sürece anlatamazsın. Aynen öyle işte…

Vatanını da evladını sevdiği gibi sever insan. O toprakta doğmuş, büyümüş, o toprağın gelenek görenekleri ile yoğrulmuşsundur. Dünyanın neresine gidersen git, en güzel yerleri gez gör, gene eve dönüş bir başkadır. Hele de uzun zaman başka bir ülkede yaşamak durumunda kalmışsa uçaktan veya otobüsten indiği anda toprağı öpesi gelir insanın. Yolda giderken tanıdık rahiyalar eşlike der insana. Otobüste yanında oturan insanı hiç tanımasan bile onun hakkında fikir yürütebilecek kadar bilirsin. Senindir, senin toprağındır, senin vatanın…

Evladının iyiliğini istediği gibi, vatanınında iyiliğini ister insan. Adalet olsun, ekonomik refah olsun, güven içinde yaşasın, ağıtlar yerine neşeli türküler çalsın ister.  Göğsünü gere gere ben Türk’üm demek ister. Ülkeyi yönetenlerin ülke refahını kendisinin kendi çocuklarını koruyan bir anne—baba gibi koruyacağından emin olmak ister. Yarına umutla bakmak ister.

Kendimi bildim bileli her zaman memnun olan bir grup olduğu gibi, memnun olmayan da bir grup olmuştur bu ülkede. Çoklu ortamlarda herkesi memnun etmek mümkün olmadığı için çoğunluğun isteğine göre hareket edilir genelde. Demokrasilerde bu normal.

Tam üç buçuk aydır devam eden direnişte yaşananlardan, ölenlerden, yaralananlardan, göz altına alınanlardan, bu olaylara hükümetin verdiği tepkilerden, beyanlardan vs sonra sanki birbirini hiçbir şekilde anlamayan iki taraf görüyorum. Hani birine bir şey anlatmaya çalışırda insan ama karşısındaki bambaşka bir telden çalar ya, insan “nasıl anlamaz? “ diye sinir olur. Aynen öyle işte…

Halbuki doğduğumuz andan itibaren iyiye, güzele doğru gitmemiz belletilmedi mi bizlere? Daha küçücükken arkadaşına oyuncağını vermek istemediğinde annesi tarafından uyarılmadı mı çocuklar? Hep “bak o kardeş, o da oynasın “ diye paylaşım öğretilmeye çalışılmadı mı? Bunun hemen hemen her evde aynı şekilde yaşandığını düşünüyorum. Belki yanlışım burada… Hangi ara bu paylaşımdan bencilliğe döndü yürekler? Hangi ara egolar şişti böyle ? Hangi ara kardeş kardeşi vurur oldu?


60’lı yıllarda doğmuş biri olarak, çocukluğumda Alevi-Sünni ayırımı bilmediğim gibi Türk-Kürt ayırımı da bilmezdim. Belki de bizim evde yoktu böyle bir ayırım. Kimsenin dinine, ırkına, diline bakılmazdı. Annemle Alman olan babam evlenirken sünnet münnet de istememişlerdi dedemler. Ne de babam annemin hristiyan olmasını istemişti. İnsandı işte o da. İyi bir insan. Bu kadar basitti işte… Belki de böyle yetiştiğim için bu gün sırf Alevi diye öldürülen bir kişinin ardından dini bütün bazı kişilerin “ oh, iyi oldu” demelerini dehşetle izliyorum. Mısır’da , Suriye’de öldürülenlere üzülürken ülkemizde öldürülenlere üzülmemek nasıl bir şey! Müslüman müslümana kardeş de insan insana kardeş değil mi?!

4 Ağustos 2013 Pazar

ALLAH'LA KUL ARASINA GİRİLMEZ

Dün Kadir Gecesiydi. Kadir Gecesi Hz. Muhammed’e Cebrail isimli melek tarafından Kuran-ı Kerim’in vahyedilmeye başlandığı  gece olarak kabul edildiğinden , İslam dünyası tarafından en önemli günlerden biri olarak kabul edilir. Bu gecede edilen tüm duaların kabul göreceğine inanılır. Tüm Ramazan ayı boyunca oruç tutmayanlar bile bu gece oruç tutup dua etmeye özen gösterirler.

Babamın hristiyan anneminse müslüman olmasından dolayı, ister istemez her iki din hakkında az biraz bilgim var. Ancak her ikisininde fazla dindar olmamaları nedeni ile konuyu derinliğine bildiğim söylenemez. Net hatırladığım çocukluğumda kiliseye gittiğimde uzun vaazlardan sıkıldığım gibi, vaaz sonunda papazın önünde kuyruk oluşturup, ağzımızı açıp dualarla ağzımıza konan yuvarlak, tatsız tuzsuz, gofret tarzı şeyi yediğimizde günahlarımızdan arınacağımızın düşünülmesini çok saçma bulduğumdu.

Her ne kadar Alman bir babam da olsa, Türkiye’de doğup büyümüş olmamdan dolayı kendimi hep Türk saydım. Almanlığım sadece kağıt üzerinde. Yaşadığım toprakların kültürüne daha da vakıf olmak , birlikte yaşadığım insanların duygu ve düşünce dünyasına yakın olmak için senelerce oruç tuttum.İftar sofralarında yaşanan birlik, beraberlik hissi hoşuma giderdi. Maneviyat duygum yükselirdi. Kızıma hamile kaldığım zamandan beri de tutmuyorum. Ancak bana göre ne oruç tutmamın ne de tutmamamın benim müslümanlığımın ya da dindarlığımın üzerinde etkisi yok…

Dinlerin özde aynı kavramları savunduğuna inanır ve ritüellerindeki farklılıklarından dolayı ayrıştığını düşünürüm. Bu açıdan baktığımda her hangi bir dinin ritüelini uygulamasam bile bir çok dindar geçinenden daha da dindarımdır. Zira her dinin özünde yatan doğruluk, dürüstlük, iyilik, kibirden yoksunluk, yardımseverlik, adalet vs. gibi olumlu özellikleri bünyemde barındırırım. Ancak her şeyden öte dini inancın Allah ile kul arasında olduğunu savunurum. Bu nedenle kimin oruç tutup tutmadığı, içki içip içmediği, kapalı veya açık gezdiği ilgi alanıma girmez. Dini ritüelleri uygulamak isteyenleri saygıyla karşılarım. Aynı saygıyı da karşımdan beklerim.

Bu bağlamda baktığımız zaman, dün akşam İstiklal Caddesi’nde yaşanan oruç tutmayanlara karşı yapılan saldırıyı şiddetle kınıyorum. “Mahalle Baskısı “ denen olgunun gittikçe yerleştiğini, dini siyasete alet edenlerin kendini dindar ilan edenlere baskı yapma özgürlüğü tanıdığını, bu vesile ile zaten yıllardır ayrıştırılan toplumun gittikçe bölündüğünü üzülerek gözlemliyorum. Sadece dün yaşananlar bile Cumhuriyet’in temel unsurlarından biri olan laikliğe daha da sıkı sarılmamız , dini inançları Allah ile kul arasında bırakmak gerekliliğini açıkça ortaya koyuyor. Ülkeyi demokrasi ile yönettiğini iddia eden bir iktidara ise bu davranışlar hiç ama hiç yakışmıyor.

İktidara düşen dini ögeleri devlet yönetimi sisteminden çıkarıp, bu ülke toprakları üstünde yaşayan farklı din gruplarına özgürce ibadet edebilecekleri bir ortam yaratmaktır. Bu ayrışmayı desteklemeyip, bilakis herkesin Türk bayrağı altında birlik ve beraberlik duygusu içinde yaşamasını sağlamak bizatihi iktidarın görevidir. İktidar bu görevini yerine getir(e)memekle bu göreve layık olmadığını birçok kez ispatlamıştır. İstifası uygundur…


30 Haziran 2013 Pazar

İNSANLIK ŞEMSİYESİ


Çocukluk yıllarımın bir bölümünde yaşadığım Yunanistan’dan çok güzel anılarla ayrılmış olmalıyım ki, daha lise yıllarında bile, henüz politikanın P’sini bile bilmezken, “bu Türk-Yunan düşmanlığını politikacılar yaratıyor, halkların arasında bir anlaşmazlık yok” derdim. Lise yıllarını terörün tavan yaptığı 1978-1981 arasında geçirdiğimi bilenler, nasıl olupta o dönemde siyasetten bu kadar uzak kalabildiğimi merak ediyorlarsa, Gülse Birsel’in 30.Haziran(bugün) tarihli yazısını okumalarını tavsiye ederim. Bizde de durum aynı şekilde idi zira. “Aman kızım, her şeyden uzak dur” durumu özetle…

Henüz siyasetin alengirli yollarıyla fazla tanışmamış olduğumdan, en saf halimle Türk-Yunan düşmanlığını katiyetle kabul etmez, bu benzer iki kültürün nasıl düşman olacağını aklım almazdı. Zaten Yunanistan’da geçen çocukluğumda, oradaki Yunan çocuklarla sokaklarda keyifle oynadıktan ve evimize bir sürü tatlı Yunanlı dostlarımız girip çıktıktan sonra bu düşmanlığı aklımın alması imkansızdı. Aradan geçen onca yıla rağmen, geçtiğimiz Mayıs ayında sevgili dostum gazeteci-yazar-fotoğraf sanatçısı Uğur Oral’ın Atina’da açtığı, İzmir ve Ege Bölgesi fotoğrafları ve kendi denemelerinden oluşan “ Aynı Gökyüzü Altında “ adlı sergisine, serginin süresinin bir hafta daha uzaltılmasını gerektirecek kadar yoğun bir ilgi gösterilmesi, bu dostluğun, tüm politik düşmanlığa rağmen, sürdüğünün göstergesi…

Şimdi diyeceksiniz ki, konumuz Gezi ve Kürt kardeşliği… Nereden çıktı Yunan dostluğu? Hatırlarsınız Hrant Dink öldürüldüğünde bir çok Türk vatandaşı “ Hepimiz Hrant’ız “ diye yürümüş ve Hrant Dink’in Ermeni olmasından dolayı bu slogan çok polemik yaratmıştı. Bu günde Gezi ruhuyla yıllardır PKK tarafından şehit edilmiş askerlerimiz, vatandaşlarımız yüzünden diş bilediğimiz Kürt halkını kucaklıyoruz. Aslında daha birçok örnek var; Mübadele yılları, Varlık Vergisi, Van depremi olayları gibi…

Kürt kardeşliğine dönersek, gene seneler evvel Cenevre’de katıldığım Fransızca kursunda sınıfımda bulunan, iltica etmiş bir Kürt karı-koca vardı. Birkaç gün içinde tanışmış, akabinde de beni evlerine yemeğe çağırmışlardı. O zamanki zavallı aklımla bu davete gitmekten inanılmaz korkmuş ama davete icabet etmemeyi de kendime yedirememiştim. Gittim… Küçücük evlerinde, ellerinde ki kısıtlı imkanlarla bana mükellef dolmasıyla, pilavıyla tam bir Türk sofrası hazırlamışlardı. Sonra hanımla dost olduk. Bana Türkiye’yi, kendi topraklarını ne kadar özlediğini anlatırdı. Kadınsal konulardan da konuşurduk. Eşiyle olan sorunlarını anlatırdı. O da insandı işte… Sizin, benim gibi… Aynı dertlerden muzdarip, kendi toprağından uzak kalmış, yalnızlık içinde “Türk” olmama rağmen, insanlığıma güvenerek bana sığınmıştı. En azından orada aldığım süre içinde… O dönemde eski bir Türk bakanının evinde kaldığım düşünülürse risk miydi? Evet riskti… Hem onun için, hem benim için… Ancak tüm politik, etnik, farklılıklarımızı ( hoş benim yoktu ya, hala da yok…her zaman insanlık çizgim oldu, o gün de bu gün de) bir kenara bırakarak, insanlık şemsiyesinin altında birleşmiştik.

Burada azınlık edebiyatı yapmayacağım. Azınlıkların içinde oldukları durumu, kendilerini nasıl hissettiklerini, özellikle son yıllarda kendi toprağımızda azınlık konumuna düşürüldüğümüz için hepimiz biliyoruz. Sadece Kürt vatandaşlarımızın ağırlıklı olduğu bölgelerde karakol üstüne karakol yapmak yerine altyapıya, eğitime daha ağırlık verilseydi, terörle mücadele için harcanan tonlarca para bu yönde harcansaydı, kendi varlıklarını hissettirmek için PKK terör örgütüne bu kadar paye verirler miydi diye de düşünmeden edemiyorum.

Her ne kadar Yunan dostluğu, ayrı topraklarda olmakla kendini ayrıştırsa da bütün bu verdiğim örnekler beni, insanların aralarındaki tüm kültürel farklılıklara rağmen birbirini kabul edip sevebileceği, saygı duyabileceği ve dahi böyle bir özlem içinde olduğu gerçeğine götürüyor. Devletlerin üst kademelerinde yapılan hesapların içine çekilmediği sürece insanlar birbirleri ile gayet insanca ve dostça geçinebilecekleri gibi, bu hesapların içine dahil olmak istemediklerini de ellerine geçen her fırsatta ifade ediyorlar. Herkes İNSANLIK şemsiyesinin altında birleşmek istiyor. Gezi direnişi de bu çağrının haykırışa döndüğü noktadır. Bu şemsiyeyi Türk bayrağı altında açmak, buna imkan tanımak Türkiye halkına en yakışanı olacaktır…

28 Haziran 2013 Cuma

NEDİR BU KOLTUK SEVDASI?


Yıllardır ne çektiysek şu siyasilerin koltuk sevdasından çektik! Gelmiş geçmiş zaman içinde  tüm siyasi liderler ya ölünceye kadar ya da partileri kapanıncaya kadar şu kıymetli koltuklarına yapışıp kaldılar. Bir tek Deniz Baykal uymadı bu tabloya. 2010 yılında istifa etti ama öyle hayırlı bir iş işleyeyim diye değil. Özel hayatı ile ilgili bir video sızdırılınca basına , büyümesin işler diye... İyi de oldu valla… 8 sene boyunca ne yaptığı belli olmayan statik bir muhalefet sergiledi. Ha yerine Kemal Kılıçdaroğlu geçti de ne oldu? Değişen bir şey yok… Gene aynı terane.. Muhalefet mi değil mi belli değil! Atatürk’ün partisi olduklarına şükretsinler. Hala eski alışkanlıklarla oy toplayarak Türkiye’nin ikinci güçlü ve ana muhalefet partisi konumunda CHP. Bir de tabii alternatifsizlikten…

Nedir bu koltuğun büyüsü? Koltuklara oturmadan önce 404’mü sürülüyor da bunlar bir türlü kalkamıyorlar o koltuktan? Yoksa siyasi erk mi bunları o koltuğa bağlayan? İnsan psikolojisini az buçuk biliyorsam “güç” insanı dinden imandan çıkarabilen bir duygu. Bunlarınki de öyle… O koltukta oturdukları sürece kendilerini güçlü, dünyanın olmasa bile belli bir kesimin hakimi gibi görüyorlar kendilerini zaar. Köy ağaları, aşiret reisleri gibi... Hatta hatta tanrı gibi… Herkeste bir hükmetme arzusu… Vay be!

Bu gün okudum. CHP Sayın Emine Ülker Tarhan’ı tekrar grup başkanvekilliğine getirmemiş. Neden? Bu cesur kadın değil mi TOMa’ların önünde oturup onlara meydan okuyan? Kaç tane CHP milletvekili bir zahmet Gezi olaylarının bir fiil içinde yer aldı. Sayın Kılıçdaroğlu “ gençleri anlıyoruz, onları takdir ediyoruz” diye beyanlar verdi ama tuttu mu ellerinden? Onların mücadelesinde yanlarında olduğunu gösteren bir iki kıçıkırık beyandan başka herhangi bir şey yaptı mı? Sayın Tarhan yaptı ama… Ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin adına yakışır şekilde halkın yanında oldu. Fark edildi, beğenildi, güvenirliliği arttı. CHP’nin yeni başkanı olması arzu edildiği dillere geldi. Bu mudur sizi korkutan Sayın Kılıçdaroğlu? Onun için mi önünü kestiniz sayın milletvekilinizin? Ha bir de mecliste çok cesur,güzel konuşmalar yapan Sayın Sedef Küçük var. O da milletvekiliniz.. Bildiniz mi? Anlaşılan cesaret adına ne varsa kadınlarda var... Kadınlar Partisi mi kursak?

Halbuki tarihe geçecek günler yaşadığımız şu dönemde parti başkanlığından istifa edip hem partinizi hem de Türkiye’yi daha demokratik bir geleceğe taşımaya daha uygun bir lidere bırakmak, sizin de gelecekte daha şerefli ve saygın hatırlanmanızı sağlardı. Bu gidişle iktidar olmanız pek mümkün görünmüyor. Dolayısı ile Türkiye’nin Başbakanları arasında yer alacak gibi görünmüyorsunuz. Türkiye’nin şu an içinde bulunduğu alternatifsizliğe de fazla güvenmeyin derim. Gördünüz hızır gibi gençler geliyor. Kuruverirler bir parti, ne olduğunuzu şaşırırsınız. Yıllar sonra başarısız bir parti lideri olarak anılmaktansa, ülkesinin geleceği adına “güç”ten vazgeçebilmiş bir parti lideri olarak saygıyla anılmak bence gayet iyi bir alternatif sizin için…

Sayın Başbakan, Başbakanımız diyemiyorum zira kendisi bizi “onlar, bunlar “diye ayrı bir kefeye koyuyor, Recep Tayyip Erdoğan içinse bir şey diyemiyorum. Allah’a havale ettim…

Özellikle İngiltere’de uygulanan ama diğer Avrupa ülkelerinde de görülen bir şeydir; başbakanlığı kaybedince parti liderliğinden de ya da parti liderliğini kaybedince başbakan ise başbakanlıktan da istifa etmek… Nedense, batıya çok düşkün olmamıza rağmen  memleketimize bu adet uğramamış… Oysa hepimizin gideceği yer kara toprak… Bu dünyada yaptıklarınla arkanda iyilikle, güzellikle, saygıyla anılacak güzel şeyler bırakmadıkça, gücün olmuş, hükmetmişsin ne fayda? Hepsi boş, hepsi tırıvırı…



25 Haziran 2013 Salı

MARATONA HAZIR MIYIZ?


Bir aydır olağanüstü bir hal var memleketimde… Her ne kadar başlangıç tarihi 27 Mayıs’ta olsa benim için miladı 31 Mayıs’tır bu halin. Artık benim değil, sadece kendine oy verenlerin Başbakanı olduğunu alenen ilan eden Sayın Başbakan’ın deyimi ile üç-beş çapulcunun üç-beş ağacın sökülmesini engellemek adına başlattıkları eylem devletin 31 Mayıs sabahı orantısız güç kullanmasıyla direnişe döndü. Başlarda son derece insani kaygılarla apolitik başlayan hareket , zaman içinde uzun zamandır görüşlerini dile getiremeyen gruplar tarafından da sahiplenildi.

Başta ayaklandık, yürüyüşler, mitingler yaptık. Günlerce parkta oturduk. Mizah yoluyla öfkemizi kustuk, düşüncelerimizi anlatmaya karşılaştık. Durduk, oturduk, karanfiller verdik.  Ancak her şiddetsiz eyleme şiddetle karşılık bulduk.  Her uygulanan orantısız şiddet, sindirmek yerine öfkeleri daha da besledi. Ülkenin yöneticileri tarafından biri diğerini tutmayan, sadece kendi tabanlarına hitap eden, insana sanki başka ülkelerde yaşanıyormuş hissi uyandıran açıklamalar, bu direnişe katılan insanlarda iyice bir dışlanmışlık duygusu yarattı. Apolitik başlayan hareket politize oldu . Demokratik haklarımızın hiçbir surette tarafımıza teslim edilmeyeceğini anladıkça mevcut iktidarla bu yolu yürümenin imkansızlığına iyice inandık. Herkesin gündemi değişti. Sosyal medya sitelerinde konuşulan tek konu bu olmaya başladı. Bunların hepsi olmalıydı ve oldu da…

Fakat esas direniş şimdi başlıyor arkadaşlar… Yolumuz uzun… Bu bir maraton. .. Nefesimizi dikkatli kullanmamız lazım. Artık direnişin ikinci aşamasındayız. Eylem kısmı her ne kadar devam etse de ileriye dönük adımlar atmanın zamanı… Gezi Parkı’ndan çıkarılan insanlar çeşitli parklarda forumlar düzenliyorlar. Her gece herkes düşüncelerini paylaşıyor birbiri ile. Bunlar çok güzel olmasına rağmen yakın vadede çözüm getirmeyecek gibi duruyor. Bu forumlar yapılmasın demiyorum ama bu rüzgarın etkisi azaldıkça forumlara katılım azalacağı gibi, bu ortamlarda da farklı düşüncelerin oluşacağı ve bazılarında ortak noktada buluşulamayacağı benim için neredeyse kesin… Zaten önümüz yaz ve Ramazan…

Tabii ki günlerdir yemeden, içmeden gündüz işe akşam direnişe giden insanların yorulacağı aşikar. Herkesin arada bir de olsa bir nefes almak en doğal ihtiyacı… Herkeste oluşan gündem dışı her hangi bir aktivite yapmanın veya sosyal medya ortamlarında paylaşımın yarattığı suçluluk duygusu çok sağlıklı değil. Bilakis maratona dayanabilmek için ihtiyacımız olan bir şey bu nefesler..

Zaman uzadıkça herhangi bir net noktaya varamamak insanda yılgınlık, bıkkınlık duygusu oluşturacaktır.  Bu nedenle herkes tarafından fikir birliğine varılmış birkaç konuya odaklanmak ve bunların üstüne çalışmak gerektiğine inanıyorum. Bu noktada benim önerim ; yedi ay sonra yapılacak seçimlerde etkin rol oynamak. Şöyle ki bu süreyi barajı düşürmek için kullanmalıyız diye düşünüyorum. Bu konuda hükümete baskı oluşturacak etkinlikler düşünülmeli bence. Kanaatimce şu anda en önemli konu bu…

Şu kısa vadede yeni bir parti kurulup, bunun seçimde yüksek bir oy almasını imkansız gördüğümden , mevcut partilerden birine destek olarak olarak seçimde iktidar partisinin karşısına blok olarak çıkmak iyi bir alternatif. Şahsen  sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun ülkenin geleceği uğruna başkanlıktan istifa edip, yerine daha çok oy toplaması muhtemel daha genç, dinamik birinin geçmesinin iyi olacağını düşünüyorum.

Bu süreç içinde sosyal medya ortamında gördüğüm ötekileştirici, aşağılayıcı, hakaret içeren paylaşımlardan , tüm kışkırtmalara rağmen uzak kalıp, hedefimize odaklanmamız gerektiğine inanıyorum. Biz cevap verdikçe bu bir kısırdöngüne girer ve zaman boşa harcanır. Oysa susmak en iyi cevaptır. Şu anda iktidar tarafından sergilenen küstah tavra karşı asaletimizi, duruşumuzu en iyi sergileyecek tavırdır susmak. Aynı seviyeye düşülmediğini gördükçe onlar da vazgeçeceklerdir. Sosyal medyada yapacağımız paylaşımlar ülkenin ekonomik gerçekleri, olaylar hakkında bilgi ve seçimlere katılmanın önemi, seçim sistemi vs gibi bilgiler olmalı diye düşünüyorum…

Dediğim gibi bu bir maraton… Nefesimizi dikkatli kullanmamız gerekli… Bunun bilincine varıp nefes çalışmalarına başlayarak hedefe odaklanmanın zamanı geldi de geçiyor bile…  Gençler sayesinde elimize geçen bu fırsatı iyi değerlendiremezsek , her ne kadar bu ülkede bir daha hiçbir şey eskisi olmayacaksa da , yolumuz uzar,nefesimiz tıkanır… Dikkat!!!

21 Haziran 2013 Cuma

BİR SİLKİNDİK PİR SİLKİNDİK


31 Mayıs Cuma sabahı, her zamanki gibi kızımı okula yollayıp bilgisayarımın başına geçtiğimde benim için sıradan bir gündü.  O günün sıradanlığını bozan tek şey, ertesi günü İzmir’de yapılacak imza günü için öğle saatlerinde İzmir’e gidecek olmamdı. Bir yandan sosyal medya üzerindeki ıvır zıvıra bakarken günlük haberleri dinlemek amacıyla televizyonu da açmıştım. Bilgisayarımın açılmasını beklerken fondaki ses sıradan normal haberler aktarmakla meşguldu. Facebook hesabıma ulaştığımda ise bambaşka bir manzara ile karşılaştım. Herkes sabaha karşı Gezi Parkı’nda ağaçların sökülmesine karşı birkaç gündür oturma eylemi yapan gençlere karşı gazlı müdahale yapan polislerden bahsediyor, daha sabahın erken saati olması sebebiyle ortada çok net bir bilgi dolaşmıyordu. Şaşkınlıkla televizyon kanalları arasında dolaştım ama orada herhangi bir açıklama yoktu.

İtiraf etmeliyim ki birkaç gündür süren oturma eylemini okumuş, gençlerin bu çabasını takdir etmiş ama üzerinde de durmamıştım. Her zaman ki gibi bu birkaç iyi niyetli gencin çabalarının sonuçsuz kalacağına, her zaman ki gibi devletin gene kendi bildiğini okuyacağını düşünmüştüm üzerimde senelerdir birikmiş yılgınlıkla. Sosyal medya üzerinde o sabah okuduğum haberlere de yılların verdiği alışkanlıkla, çok aşırı bir tepki göstermeyip sadece “ gene devlet anlamsız tepkisini gösterdi, bıraksalardı çocukları, heveslerini alsalardı. Nasıl olsa birkaç gün sonra bırakacaklardı eylemi” gibi sığ bir düşünceyi aklımdan geçirdim. Sonra da döndüm kendi dünyama, İzmir yolculuğu için hazırlıklarıma devama…

O saatten sonra havaalanı, İzmir’e uçuş derken olaylardan bihaber devam ettim günüme. Hatta İzmir’e vardığımda o seyahatim süresince evinde kalacağım arkadaşımla Havaş’ın hemen orada bulunan Mado’da buluşup (maalesef) geçmiş senelerin boşluğunu doldurduk sohbetle. Eve geldiğimizde de eşi de katılınca geceye kadar sürdü bu dünyadan bihaber sohbetimiz. Sabah erken kalkmış ve yolculuk yapmış olmanın verdiği yorgunlukla saat 22:00 civarı yatmaya giderken, alışkanlıkla cep telefonumdan neler olmuş Facebook’ta diye bakınca gördüm ki yer yerinden yıkılıyor. Hemen arkadaşlarıma da olan biteni anlatıp geçtik televizyonun başına. Gördüklerimiz, duyduklarımız karşısında dilimiz tutuldu. Bir süre üçümüzde hiç konuşamadan bakakaldık Halk TV ekranına… Diğer kanallarda ne haber var diye oradan oraya geziniyoruz ama diğer kanallarda diziler, şarkılar türküler devam ediyor olağan haliyle...

Yaklaşık bir saat sonra şaşkınlığımız geçtikten sonra başlayabildik konuşmaya, yorum yapmaya… Beynimin içinden sürekli “ Neden? Neden bu masum çocuklara böyle zalimce saldırır devlet? “ sorusu geçiyor, son derece masumane bir dürtüyle inançları doğrultusunda yola çıkmış bu gençlerin, karşılaştıkları bu vahşi davranış karşısında alacakları yaraların gelecekleri için onlara ne kadar zarar vereceğini düşünüyorum o an. Siyasetle fazla ilgili olmayan ben, sade bir vatandaş olarak insani bir tepkiyle seyrediyorum olayları. İçimde hayal kırıklığının beslediği bir öfkenin büyüdüğünü hissediyorum. Bu konularda daha bilgili olan Levent’in anlattıklarını can kulağı ile dinliyorum. Anlamaya çalışıyorum. Her şeyi, devleti, gençleri, dünleri, yarınları…

Sonra yaşananlar herkesçe malum… Bu süreç içinde hepimiz çeşitli duygu fırtınalarından geçtik. Tüm Türkiye’nin, evde zorla tutulan %50’de dahil olmak üzere, herkese öfke duygusu hakim oldu.  Sağolsunlar ki bu aklıevvel gençler bize sağduyulu olmayı, sakin kalmamız gerektiğini, şiddete karşı şiddetle cevap vermenin bir çözüm olmadığını gösterdiler. Biz, 50 yaş üstü insanlar, geçmiş zamanlarda çeşitli zorlu dönemlerden geçmiş ve hep bir korkuyla ebeveynlerimiz tarafından bastırıldığımız için, bu yeni rüzgara hemen adapte olduk. Zamanında bize tanınmayan özgürlükleri çocuklarımız için istediğimizden, son zamanlarda üzerimize serpilmiş ölü toprağından bir anda silkinerek onların yanında yer aldık. Son dönemde, özellikle de 2010 referandumunda “yetmez ama evetçiler” sayesinde yargının bağımsızlığı gittiğinden beri, elimde 12 yaşında bir kız çocuğu sahibi olarak, üzerime çökmüş yılgınlıktan sıyrılmam gerektiğini, sadece kendi çocuğum için değil, bu ülkenin tüm gençleri için, kendim için, bizim için, bu ülke topraklarında doğmuş, bu bayrağın altında toplanan her Türk vatandaşı için, bir kişiden ne olur ki düşüncesine kapılmadan, bu mücadelenin yanında yer almak gerekliliğini gördüm. Ben çuvaldızı en önce kendime batırarak, ülkenin geleceği konusunda yeterli bilgi ve donanıma sahip olmadığımı bildiğimden, günlerdir sürekli okuyorum, bu konuda bilgisine ve vizyonuna inandığım kişilerle konuşuyorum. Anlattıklarını can kulağı ile dinliyorum. Kendi süzgecimden geçiriyorum. Karşı tarafı daha iyi anlamak adına mümkün mertebe onları da okumaya çalışıyorum. Kendimi geliştirmeye çalışıyorum. Mevcut kapasitemle, yeteneklerim ve bilgimle yapabileceklerimi bu ülkenin geleceğinin hizmetine sunmaya kararlıyım. Korkunun, baskının altında sindirilmiş ruhlarımızı aydınlığa çıkarmanın zamanının çoktan geldiğini görüyorum. Bunu bizlere hatırlatan gençlere minnetimi sunuyorum.

Ben, Yasemin Pforr, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak, yolumun her zaman adalet ve sevgiden yana olduğunu buradan herkese bildiriyorum. Bu yolda yürüyecek, bu yoldan asla ve asla sapmayacak insanlarla fikir ve elbirliği içinde olduğumu beyan ederim.

9 Haziran 2013 Pazar

BİR UMUT YEŞERDİ İÇİMDE


Herkes yazıyor, çiziyor. Gazeteci, yazar olan olmayan…  Herkeste bir iç dökme hali… Ne kadar doluymuşuz, ne kadar susmuşuz! Her dönem ülkemizde olan olağanüstü durumların sonucunda “korku” ile bir bastırılmışlık hali mevcutmuş hepimizde. Herkes kendine yakın söylemlere sempati duymuş ama bunların da bazı söylemlerini sorgulasa bile “çevre baskısı” ile konuşmamış, susmuş. Çekirdek ailelerde bile olan “ Sen sus, büyüklere cevap verilmez. Küçükler konuşmaz “ öğretisi tüm hayatımızda geçerli olmuş. Susmuşuz cümleten, büyüklerimiz bilir diyerek…

Yazılanları okudukça çoğunluğun “ üzerimizden ölü toprağı kalktı “ , “ bu çocuklar bizi de uyandırdı” , “ çocuklarımızdan özür dileriz “söylemlerinde birleştiğini görüyorum. Düne kadar facebook, twitter gibi sosyal medya ortamlarını kullananları, bunların başından kalkmayan çocuklarını eleştirenlerin bu gün bu ortamlar vesilesi ile sustuklarını söylediklerini görüyorum.
Artık Y kuşağı mıdır yoksa kristal çocuklar mıdır, ben bilemem, anlamam da o işlerden, onlar bizim çocuklarımız… Biz yetiştirdik onları… Kendi gençliğimizde hissettiğimiz bastırılmışlık duygusunu onlar yaşamasın diye özgür bıraktık. Her ne kadar temel değerlerini biz verdiysek de bu çocuklar daha üç yaşlarından itibaren internetle tanıştılar. Hızır gibiler… Eminim çoğumuzun evinde “ oğlum, kızım gel şuna bir bak. Ben anlamıyorum ne diyor, bir hallediver” muhabbetleri geçmiştir. Bu çocuklar temel değerlerini aileden almış da olsalar internet vasıtası ile dünya ile irtibatta olarak kendi kişiliklerini oluşturan değerleri, buralardan edindikleri bilgileri süzgeçleyerek oluşturdular. Bir evvel ki yazımda da yazdığım gibi bize sadece eşlik etmek düştü. Anlamasak bile saygı gösterebilenlerimiz çocukları ile iyi ilişkiler kurabildiler. Anlamayıp baskıya devam edenlerimiz ise çocuklarının içindeki özgürlük duygusunu daha da törpülediler bilinçsizce.

Bize gelince, “ölü toprağı kalktı üstümüzden “ söylemine katılıyorum. Daha onbeş gün öncesine kadar henüz hayata atılmamış çocukları olanlar, bir araya geldiklerinde sürekli karamsar söylemler içinde “ çocukları için gelecek kaygısını paylaşıyorlardı birbirleri ile. Yurtdışına yerleşme planları gırla gidiyordu bir çoğumuzda… Dün çocuklarını hiçbir surette ama imkansızlıktan ama yaşayacağı yerde okusun diye düşünmekten, yurtdışında okutma planları yapmayanlar, bütün planlarını değiştirerek çocuklarını nasıl yurtdışında okuturlar hesabı yapmaya başlamıştı. İmkanları olmayanlar bile “nasıl imkan yaratırım?” ın peşine düşmüştü.  Kendimize ait pek bir beklenti de kalmamıştı hayattan. Günlük yaşayıp gidiyorduk işte. Yarının nelere gebe olacağını bilmeyerek… Her gün yeni bir sürprize uyanarak…  Her gelen yeni haberle daha da umutsuzluğa kapılarak… Bazılarımız seslerini kah yazarak, kah Cumhuriyet mitinglerinde bayraklarını alarak seslerini çıkarmaya çalıştılar. Ama hep bir lider bekledik. Hep bizi alıp sürükleyecek bir oluşum bekledik. Öyle alışmıştık, öyle biliyorduk. Bu direnişle beraber, en azından kendi adıma söyleyeyim, geleceğe dair bir umut yeşerdi içimde. Her gün uyuşuk bir şekilde isteksiz başlarken güne şimdi daha dinç, inançlı ve enerjik başlıyorum güne.

Bu çocuklar bize lidersiz de başkaldırılabileceğini, liderin kendi inançları olduklarını gösterdiler. Ortak değerlere  sahip bu çocuklar, kendileri ile aynı değerlere sahip insanları , yaş , din, dil, ırk, söylem farkı gözetmeden kendi etraflarında topladılar. Sevgi, saygı, özgürlük, hoşgörü gibi tüm dinlerin özünde yatan, yatması gereken erdemlerin etrafında birleştiler. Biz suskun kuşağı da dirilttiler. Ne garip tezattır ki, dinin üstünlüğünü savunan hükümetimizi, bu dini temel unsurları savunmalarına rağmen karşılarında buldular… Ne acı…

6 Haziran 2013 Perşembe

GENÇLİK BAYRAMI


10 gündür olağanüstü bir hal var memleketimde… Artık her adım başı gördüğümüz ve neredeyse kişi başına bir AVM düşecek İstanbul’da, çoğu estetikten yoksun devasa binalardan bir tane daha yapmak adına Taksim’in merkezindeki yılların Gezi Parkı’nın ağaçlarını sökmek isterken başlıyor her şey. Bir de kışla yapacağım diyor Sayın Başbakan. Ne işi varsa kışlanın şehrin göbeğinde!!! Binlerce insanın yolunun geçtiği Taksim’in göbeğine kışla yaparak “ gözüm üzerinizde haa, her daim ensendeyiz” mi demek istedi acaba? 

Özellikle son dönemde arka arkaya gelen “onu yapma, bunu yapma” talimatlarına sesini çıkarmayan gençlik, Başbakan’ın deyimiyle 3-5 ağaç için harekete geçti. En son gelen içki yasağı, milli içkimiz ayran gibi yaşam biçimlerine karışan kararlardan sonra Gezi Parkı’ndaki ağaçların sökülmek istenmesi, sonradan değil doğuştan çevreci olan gençlerimizi ayağa kaldırdı. Kendi dilleri ile “oturma eylemi” başlatarak” izin vermeyeceğiz” demek istediler medenice. Başta “oturur, oturur giderler” diye düşünen hükümet, gün geçtikçe artan bu kalabalığı olaylar büyümeden dağıtıp yoluna devam etmenin kararını aldı sanırım. 1 Mayıs’ta “çukurlara düşersiniz, izin veremeyiz” diyerek gayet bizi düşünen (!) yaklaşımları gibi biraz güç gösterisi ile bu eylemi de bastırma planı ile 31.05.2013 sabahı gaz bombaları, tazyikli su ile yürüdü gençlerin üzerine.

Planlanan gibi olmadı hiçbir şey. Son derece barışçıl, kimseye zarar vermeden eylem yapan bu gençler demokratik haklarının neden ihlal edildiğini sorguladı. Psikolog arkadaşımın da dediği gibi, bu günün genç neslini yetiştiren bizler, kendi gençliğimizde bize tanınmayan özgürlükleri, içimize yerleştirilmiş özgüven eksikliğini çocuklarımıza yaşatmamak adına onları kendine güvenli, sözünü sakınmayan, sorgulayan bireyler olarak yetiştirdik. Seçimlerinde özgür bıraktık, büyürken onları şekillendirmek yerine oldukları kişiliklere eşlik ettik çoğumuz.  Sadece iyilik, her türlü canlıya, düşünceye saygı, dürüstlük, hoşgörü gibi yeryüzündeki tüm dinlerinde esas temeli olan erdemleri çocuklarımıza aşılayarak üzerine inşa edecekleri kişiliklerinde onları serbest bıraktık. Hatta baskıcı, elalem ne der? sorularıyla yetişmiş bizler çocuklarımızın ergenlik dönemlerinde epey sıkıntı çektik. Doğru mu yapıyoruz? diye ara ara kendimizi sorgulayarak…

Tüm bunlar meyvesini verdi 31.05.2013 günü… Apolitik diye baktığımız bu gençler tarih yazdılar. Eylemlerinde hiçbir politika yoktu. Sadece inandıkları değerlere, yaşam biçimlerine müdahaleye baş kaldırdılar. Sorguladılar. Ne sağ görüş ne de sol görüş umurlarında değildi. Bu eylemi güzel yapan da bu… Partiler üstü olması… Siyasi bir eylem yerine humanist bir eylem olması… Yıllardır bilinçli olarak bölücü bir politika izlenmesine rağmen birleştirici bir eylem olması…

Gençler, rehavet içinde olan bizim nesli de ateşledi. İnandığımız değerlere yapılan onca müdaheleye rağmen üzerimize ölü toprağı serilmiş gibi, fazla sesimizi çıkarmadan yaşayıp giderken, bu gençler bizleri de dürttü. Başlarda korkuyla çocuklarını meydanlara göndermek istemeyen anne-babalar çocuklarının yanında yer almaya başladılar. İki gazlı müdahele ile bastırırız diye düşünülen eylem her nesilden, her yaştan, her görüşten insanı da içine alarak büyüdü.

Sayın Başbakan, bu beklenmedik tepki karşısında “üç-beş çapulcu “ diyerek her ne kadar olayı küçümsediğini belirtmek istese de “ bir bardak içki içen alkoliktir ama bize oy verenler içki içse de alkolik değildir “ diye zırvalayarak içinde yaşadığı paniği dışa yansıttı. Banklarda kadın ve erkeğin yanyana oturması her ne kadar onun mezhebine uymasa da buna anlayış gösterdiğini ifade etmesi ise kafasında planladığı Türkiye’nin sinyallerini verdi. Burada size seslenmek istiyorum Sayın Başbakan; kadınla erkeği ne kadar birbirinden uzak tutarsanız, kadın o kadar çok tahrik unsuru olur. Kadını yok etmek, ezmek yerine hayatın içine ne kadar katarsanız, dişil gücüyle bu ülkeye, ekonomisine faydası daha çok olacaktır. Kadının geri planda kaldığı günler geçtiğimiz yüzyıllarda kaldı. İnsanların ahlaki erdemlerini korumak size düşmez. Zaten uyguladığınız yöntemlerle değil korumak bilakis tahrik ediyorsunuz. Ülkesini çok seven bir vatandaşınız olarak bu uyarıyı yapmak boynumun borcudur.

Ben politikacı değilim. Siyasetten anlamam. Dolayısı ile bundan sonra ne olacağını bilemem. Ancak gençlerin başlattığı bu eylemin sadece bir başlangıç olduğunu görüyorum. Bundan sonra atılacak her adımın bu gençlerin onayından geçmesi gerektiği gibi bir gerçek çıktı ortaya. Kendi değerlerine uymayan her kararın karşısında olacakları gibi, kendilerine uyan her kararında arkasında dimdik duracaklardır.

Bu gençlerle inanılmaz gurur duyuyorum. Her ne kadar Ata’mıza saygısızlık etmek istemesem de benim için 31 Mayıs Gençlik Bayramı’dır bundan sonra…

29 Mayıs 2013 Çarşamba

YAŞAMIN TA KENDİSİDİR BOĞAZ


Dün gene düştü yolum Kadıköy’e… Bu aralar sık sık düşeceğe de benziyor zira tipik bir Türk insanı olarak yıllarca dişlerimi ihmal edince sıkı bir bakım ve tedavi gerektiriyor haliyle. Yakın bir dostumun hararetle önerdiği diş hekimi Kadıköy’de olunca, el mahkum her hafta Kadıköy’e düşüyor yolum. Başlarda akıl karı değil diye düşünsem de, bu yolculukların hayatıma kattığı zenginlikleri, renkleri düşününce dostuma teşekkürlerimi yolluyorum içimden.

Güneşin tüm neşesini yansıttığı taze sabah saatlerinde düştüm yola. Her sabah İstinye’den kalkan deniz otobüsü ile yapıyorum yolculuklarımı. Bu sefer akıllanmış olarak kitabın yanına fotoğraf makinemi de alıyorum. Kitap yol boyunca değil de dişçide sıramı beklerken okumak için artık. İstanbul, 1001 gece masallarındaki Şehrazad gibi her gün yeni bir hikaye buluyor anlatacak. Bu gün deniz otobüsünün öbür tarafına oturuyorum bilinçli olarak. Bir de o yakanın anlattıklarını dinlemek istiyorum.

İstinye- Beşiktaş arası Avrupa kıyısına yakın gittiğinden, benim oturduğum tarafta kıyıdan ziyade Boğaz hakim. Güneşin Boğaz’ı, laciverdinin üzerine işlenmiş pullarla görkemli bir tuvalete çevirişini seyrediyorum. Hani şöyle kalabalığın arasına girdiğinde ışıl ışıl gözleri kamaştıran, tüm kafaların dönüp baktığı, zerafeti hayranlıkla izlenen bir kadın gibi Boğaz. Alıp götüren, baktıkça bakası gelinen… Bu ışıltılı atlası üzerinden gelip geçen gemiler, vapurlar, tekneler kesiyorlar orasından burasından bazı bazı. Bunların arkalarında bıraktıkları köpükler bu güzelliği bozsalar da bir süre sonra kaybolup gene güzelliğe yer veriyorlar. Aynı yaşam gibi, hayatımızda olan olumsuzluklardan sonra güneşin yeniden açması gibi… Yaşanan acılardan, atlatılmış badirelerden sonra hala ayakta kalabilmiş olmanın verdiği sağlamlık ve güçle daha da pırıl pırıl parlayan…

Kabataş yolcularını da aldıktan sonra istikamet Kadıköy… Daha açık sulardan ilerliyor deniz otobüsü. Koyunda sessiz, durgun dururken su, açıldıkça çalkalanmaya, dalgalar oluşmaya başlıyor.  Bir süre kıyı görünmüyor, sanki bilinmez bir boşluğun içinde ilerliyor gemi. Hafif hafif sallanarak, dalgaları yararak… Elimde olmadan gene düşünüyorum; insanoğlu gibi, kendi koyunda çalkantısız, güvenli yaşamayı tercih edenler hep aynı manzaraya bakıp hayatlarına mevcut renklerden başka renkler katamıyorlar. Oysa biraz çalkantıya razı gelenler daha farklı renklere de ulaşabilip daha geniş bir açıyla bakabiliyorlar hayata. Merak ederim bazen, bu kendi koyundan çıkmayan insanlar hiç merak etmezler mi diğer koyları, karşı yakayı?

Yol boyunca fotoğraf çekiyorum. Gördüğüm güzellikleri, düşüncelerimi, duygularımı karelere sığdırmak istiyorum sanki. Her hayattan yıldığımda tekrar bakmak üzere belki… Bilmiyorum.



Her ne kadar her vatandaş gibi dişçiye gitmeyi sevmesem de, benim diş hekimi sohbetli Allah’tan. Ondan bundan, hayattan sohbet ederek ne olduğunuzu anlamadan yapıveriyor dişlerinizi. Keyifli yani. Ardından uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımla buluşuyorum Caddebostan’da. O da ayrı bir keyif. Sonunda dönüş saati geliyor. Gene konumlandırıyorum kendimi cam kenarına. Sanırım diş çekimi için verilen uyuşturucudan dolayı kendimi yorgun hissediyorum. Pek dinleyemiyorum bu sefer Boğaz’ı. Sadece suyun üstünde öbekler halinde uçan kuşları seyrediyorum. Bembeyaz bir martının denizin üstünde uçarken ki zerafetini içime çekiyorum. Bulutsuz sabah maviliğine karşın, bulutların engin maviliğin üzerinde yer alışlarına bakıyorum. Tüm yorgunluğuma rağmen yaşamı hissediyorum. Yorgun ama dolu dolu bir keyifle gemiden inip evime, kızıma dönüyorum. Bir mutluluktan diğer bir mutluluğa kucak açıyorum…