10 Ekim 2013 Perşembe

KİSMET, HER ŞEY KİSMET

Dün, babamların uçağı akşam olduğu için, sabah güzel bir kahvaltı ve bavulların toplanmasından sonra, sohbet edecek epey vaktimiz kalıyor. 78 yaşında olan babam, geldiğinden beri , sağlam ve genç görüntüsüne rağmen, geçirdiği kalp krizi, damarlarındaki stentler ve her sabah bir yeri ağrıyarak uyanmasından dem vurarak, bu ziyaretin belki de son ziyareti olduğunu söylüyor habire. Hatta bu sefer gelirken elinde bana ait ne varsa, doğum belgesi vs , yanında getirip bana teslim etti. İnsanın içini bir hüzün ve endişe kaplıyor…

Bu psikolojiyle, babam anılarını anlatırken can kulak dinliyorum. Dedem de hayatının son dönemlerinde sık sık anılarını anlatırdı. Bu yaşlarda gelen, hayatta bir iz bırakma arzusu sanırım. Bunca yıldır az görüşebilmiş olmaktan olsa gerek, onun geçmişi hakkında çok da fazla bir şey bilmediğimi anlıyorum. 2. Dünya Savaşı’nı,25 yaşında nasıl olup da Türkiye’ye çalışmaya geldiğini, ilk izlenimlerini, yaptığı işleri anlatıyor. Savaş sırasında sağ ve sollarındaki evlerin bombalanıp yıkıldığını ve tesadüf eseri kendi evlerine bomba isabet etmediğini, 10 yaşındaki erkek çocukların Hitler’in ordusuna yetiştirilmek üzere alındığını ancak tam kendisi 10 yaşına geldiğinde savaşın bittiğini ve o yıllarda bu orduya katılamadığı için üzüldüğünü söylüyor. “ Çocuk aklımla, mahalledeki diğer çocukların giydikleri üniformalardan etkilenmiştim “ diyor.  Hatta en büyük amcam, o yıllarda kafasına isabet eden bir şarapnel parçası yüzünden bu gün hala bir bakımevinde yaşıyor. 7 kardeşli, fakir bir aileden gelen babam, Almanya’nın 1955 yıllarında hala 1945 yılında biten 2. Dünya Savaşı’nın izlerini taşıdığını anlattı. “Hala yıkılmış evler duruyordu, fakirler daha fakir, zenginler daha zengindi” dedi. O yıllarda Almanya’da , bu gün hala var olan , kendi kasabasının tüm gençlerinin çalıştığı Opel fabrikasında çalışmaya başlıyor ama para az, iş ağır, mutlu değil özetle. Bir tesadüf sonucu, bildiği çat pat İngilizce sayesinde Almanya’daki Amerikan üssünde iş buluyor. Derken Türkiye’de çalışacak insanlar arıyorlar. Parası ve imkanları çok iyi olan bu işe, ailenin en büyük çocuğu olarak, aileye de gelir sağlamak amacıyla, fazla düşünmeden başvuruyor, Türkiye hakkında hiçbir bilgisi olmadan.  “Yapamazsın oğlum, el yerler oralar “ diyerek dedem karşı çıkıyor. Kendi köyünden ömrü boyunca dışarı adım atmamış dedem bildiğinden değil, sadece oğlunu yaban ellere göndermek istemiyor sanırım. Merkez Ankara olduğundan, ilk Ankara’ya gidiyor. Ancak Kurban bayramı tatili olduğundan dört gün , hakkında hiçbir şey bilmediği bu ülkede , cebinde beş parasız, kurban kokuları arasında tek başına geçiriyor. O gün bu gündür kuzu eti yemez babam. İlk defa orada “ben ne yaptım?” diye geçiriyor aklından. Ancak yola çıkmış bir kere, geri dönüş yok. Sonunda İzmir’e tayini çıkıyor. İzmir’i seviyor. Zaman içinde annemle tanışıyor, evleniyorlar ve ben doğuyorum. Babamın tek çocuğu… “Başka çocuklarımda olsun isterdim ama olmadı işte “ dedi anlatırken. İçim burkuluyor. Tek çocuğu ben ve o da uzaklarda. Sene de bir kere görüşebildiği, hayatının kıyısında durduğu bir kızı var babamın… Torunu olmasından mutlu, ben de ona en azından bu keyfi yaşatabildiğim için mutluyum.

Soruyorum. “ Türkiye’ye gelmeseydin, hayatının alacağı şekli hiç düşündün mü? Memnun musun yaptığın seçimlerden? “ “Düşündüm tabii” diyor. “Aslında gelmeyebilirdim, o tarihte başka bir iş teklifi de vardı ama onu kabul etmedim “ dedi. Sonra gülerek “ o zaman ki kız arkadaşım, başka bir şehirde olan Volkswagen firmasına çalışmaya gitmemi istemedi. Ben de gitmedim” diye ekledi.  Bir kadın bütün hayatının akışını değiştirmişti babamın. Aşk nelere kadirdi. Belli ki babamın hayatında önemli bir yeri olan bu kadının onu başka şehre yollamazken nasıl olup da başka bir ülkeye yolcu ettiğini anlamaya çalışıyorum. Babam “bu karardan önce ilişkimiz bitmişti, hatta başka bir ülkede yalnızlık zor olduğundan o sıralar beraber olduğum , şu anda adını bile hatırlamadığım başka bir kadınla nişanlanmıştım” diyor. “Aşk değil, yalnızlık korkusuydu bana bu adımı attıran” diye ekliyor. Adını bile hatırlamadığından belli, izi kalmamış nişanlının. Ama onu başka şehre yollamayan kız arkadaşının ismi dahil, tüm detaylarını hatırlıyor. Aşk ve evliliğin birbirinin içinde olması gerekirken, nasıl da birbirlerine uzak düştüklerini görüyorum bir kere daha. Fakat zaman içinde nişanlısının asla bu yabancı ülkeye gelmek istemediğini anlıyor ve ondan da ayrılıyor. Onları ayıran annem değil yani… “ Kismet, her şey kismet “ diyor Türkçe, ı harfini söylemediğinden i harfiyle.

Genel olarak geriye baktığında bu seçimi yapmış olmaktan mutlu olduğunu söylüyor. Bir çok farklı kültürü tanıma fırsatını elde ettiğini, bu sayede Almanların çoğunun sahip olduğu dar görüş açısından kurtulduğunu, dünyanın nimetlerini tatma şansına sahip olduğunu ifade ediyor. Sonra dönüp dolaşıp memleketine döndüğünde, şu anki hanımını, benim dünya tatlısı üvey annemle tanışıp evlenmiş olmaktan da mutlu. Ah! bir de çocukları olsaydı… Her şey tam olacaktı ama hayatta ne her zaman tam oluyor ki?!


Havaalanına giderken hanımına “iyi bak etrafına, belki de son görüşümüz, seneye gelebilir miyiz bakalım” diyor. “Seneye” diyorum “ muhakkak bekliyorum, daha güzel bir mevsimde gelin ama. Biz de geliriz. Zaten 2015 yılında senin 80 yaş partinde kesinlikle oradayız , bekle bizi” diyorum. “ İnşallah “ diyor. “İnşallah” diyorum “inşallah”…

1 yorum:

Unknown dedi ki...

Eski ve yeni bir hikaye.. okumaya doyamadim.. ♥ (masal vari)