11 Eylül 2014 Perşembe

YABANCI

Aniden duvarda patladı vazo. En sevdiği vazo. Hani evliliklerinin ikinci yılında, çocuk olmadan evvel, son baş başa gittikleri İtalya’dan aldıkları vazo. İç gıcıklayıcı turkuaz rengi, dümdüz, pürüzsüz hatlarıyla Murano camından yapılmış vazo. Evin en görünen köşesinde, o seyahati, o seyahatteki neşelerini hatırlatan vazo. Mutluluklarının nişanesi vazo. Şimdi paramparça yerde duruyordu. Evlilikleri gibi, kalbi gibi.

Serap her yere dağılmış kırık parçalarına bakakalmıştı. Korkmuştu. Karşısında bir adam sürekli bağırıyor, eline ne geçirirse oraya buraya atıyordu. Sanki elinden gelse Serap’ı da duvara atıp parçalayacaktı. Yapar mıydı? Serap olduğu yerde donmuş kalmış, kulaklarını iki eliyle kapayarak, bir seyirci gibi olan biteni seyrediyordu. Ellerinin arasından adamın söyledikleri bir pus içinde süzülüyor ama bilmediği bir dilde gibi, Serap denilenleri anlamıyordu. Sadece kafasında plak gibi takılmış aynı soru: Kimdi bu adam?

Korkuyla sindiği yerden adama baktı. Uzun boyu, kısa kesilmiş dalgalı kahverengi saçları, haki renkli gömleği ve kot pantolonuyla daha birkaç saat evvel oğullarıyla beraber yemeğe gittikleri kocasına benziyordu. “ Aldattın beni “ nidalarıyla böğüren adam, kocası olamazdı. O kocasından hiç korkmazdı ki? Evlilikleri boyunca tek fiske atmamış, çocuk doğuncaya kadar zaman zaman banyoda kendisini yıkayan, banyo sonrası upuzun siyah saçlarını şefkatle taramış adamla şu anda gözlerinden nefret fışkıran, eline geçeni kırıp döken, bağır bağır bağıran adam aynı kişi olamazdı. Bu adam yabancıydı.

“Aldattın beni” diye bağırıyordu adam. Aldatmak? Birbirlerine gözlerinin değdiği ilk günden beri başka bir erkeğe bakmamıştı Serap. Öyle bir arzusu olmamıştı. Seviyordu kocasını. Başlarda âşıktı da. Zamanla derin bir sevgiye dönüşmüştü bu aşk. Kocası ve tek çocukları Emre’yle kurdukları düzeni de seviyordu. Bu düzeni korumak için elinden geleni yapıyordu. Başka bir erkeğe bakmak aklına bile gelmemişti. Şimdi niye böyle bir şeyle suçlanıyordu? Korkusu ve şaşkınlığı birbirine karışmış, nedenini anlamadığı şiddetli bir kavganın içinde bulmuştu kendini.

“ Konuşsana “ diye üstüne yürüdü adam. Hayır, hayır bu adam kesinlikle kocası değildi. Bir kâbus görüyor olmalıydı. Kocası görüntüsünde bir adamdı rüyasındaki. Rüyadan uyanmak için başını silkeleyip duruyordu. Bitmiyordu kâbus. Adam omuzlarından tutmuş sarsıyordu şimdi de. “ Ne başını sallayıp duruyorsun, söylesene bir şey.” Ne söyleyecekti, ne söylemeliydi? Neyle itham edildiğini bile anlamamıştı. Korkudan içine kaçmış bir sesle “ ne dediğini anlamıyorum bile “ diyebildi ancak. Adam daha da hiddetlendi. “Nasıl anlamıyorsun, nasıl anlamıyorsun? Ben sana çocuk istemiyorum dememe rağmen beni katakulliye getirip çocuk yapmadın mı? “ diye bağırırken öfkesinden tükürükler saçıyordu Serap’ın yüzüne.

Yok yok, bu adam kesinlikle kocası değildi. Emre’ye hamile kaldığında ne kadar sevinmişlerdi. Evlenmeden önce flört dönemlerinde “çocuk istemiyorum” diye söylemişti kocası ama Serap bunu daha erken anlamında anlamıştı. Zaten de evlenmeleri, hamile kalması derken bu konuşmanın üzerinden dört sene sonra çocukları olmuştu. Planlı bir çocuk değildi, kaza çocuğuydu ama zamanıdır deyip sevinmişlerdi bu habere. Öyle hatırlıyordu Serap. Yanlış mı hatırlıyordu? Emre ilk doğduğunda, kocası her erkek gibi, bebekle ne yapacağını bilememiş ama Emre büyüyüp dillendikçe o da oğlundan keyif almaya başlamıştı. Şimdi beş yaşına gelmiş Emre ile babası yalancıktan futbol oynar, yerlerde beraber devrilip gülerlerdi. Hiçbir gün çocuğu istemediğini düşünmemişti. Şimdi nereden çıkmıştı bu?

Kendini bildi bileli çocuk istemişti Serap. Annesinin ikinci evliliğinden sonra, o aileye bir türlü ait hissedememiş, kendine ait bir ailesi olması için yanıp tutuşmuştu. Her Pazar üvey babasının ailesinin evine gittiklerinde, kurulan kocaman sofraların en kenarına ilişirdi hep. Elbisenin üzerine son anda toplu iğneyle tutturulmuş, kopmuş bir aksesuar gibi hissederdi kendini. Hani olsa da olur, olmasa da olur olanlardan. Kocasıyla flört ettiği dönemlerde, onun özenle yemek pişirip önüne koyması, onun için süslü sofralar hazırlamasından çok etkilenmişti. Özel hissederdi o zaman. Elbisenin en önemli parçası, elbiseyi elbise yapan parçası gibi… Evcimendi kocası. Evin alışverişini yapar, evin eksikleriyle ilgilenirdi. Yumuşaktı, şefkatliydi. İyi adamdı, iyi insandı. Âşık olmuştu.

İki sene flörtten sonra evlenmişlerdi. Çocuk konusu fazla gündeme gelmemişti. İkisi de çalışıyor, fırsat buldukça seyahatlere gidiyorlardı. İki sene evlilikten sonra Serap yavaş yavaş bedeninin ona anne olması gerektiğini hatırlattığını hissediyordu. Önlerinde planlanmış İtalya seyahatleri vardı. İtalya seyahatinde dönüşte bu konuyu açmaya karar vermişti. Ancak konuyu açmaya gerek kalmamış, İtalya dönüşünde hamile olduğunu anlamıştı. Kocasına bu haberi verdiğinde sevindiğini hatırlıyordu. Yoksa kendi mutluluğundan onun gerçek duygularını görememiş miydi? Ya da kendisi o kadar mutluydu ki, kocası onun keyfini kaçırmamak için tepkisini göstermemiş miydi? Anılar zaman içinde binlerce kere şekil değiştirip en sonunda hatırlamak istediğimiz şekliyle mi beynimizde yer alıyordu? Görmek, bilmek, duymak istemediklerimizi silip oluşan boşluklara kendi işimize geleni mi yerleştirip saklıyorduk dağarcığımızda? Serap geriye dönüp baktığında hamileliğini söylediği güne dair sadece kendi derin mutluluğunu hatırlıyordu. Kocası figüran gibiydi bu anıda.

Emre doğduktan sonra Serap, kendini tamamlanmış hissetmiş ve bu oluşturduğu aileye sıkı sıkı yapışmıştı. Ona göre her şey yolunda gidiyordu. Hayatlarına çocuk girdikten sonra yatak odaları biraz sakinlemişti. Çocuk olmadan evvel evin herhangi bir köşesinde yaşayabildikleri seks, artık belirli saatlerde ve kapalı kapılar ardında yatak odasında yaşanabiliyordu. Bu zorunluluk hali aralarındaki heyecanı biraz azaltmış ama bu da doğanın kanunu herhalde diye düşünmüştü Serap. Kocası da şikâyetçi gözükmüyordu.

“ Ben ayrılmak istiyorum “ cümlesini duydu birden. Deminden beri kocası onu sarsıp dururken dediklerini duymamış, sadece gözleri kapalı, kafasını sallayıp durmuştu. Bu cümleyle gözlerini açtı. Yüzünü yüzüne yakınlaştırmış kocasının gözlerini gördü. Gözlerindeki sevgisizliği gördü. Yabancıydı bu adam. Kesinlikle yabancıydı. Ne zaman bu kadar kopup birbirlerine yabancılaşmışlardı? Boş boş adamın gözlerine baktı. Bu gözlerde özgürlüğü elinden alınmış, havasız bir hapishaneye tıkılmış bir insanın hüznü ve öfkesi vardı. Bu gözleri tanımıyordu. Bu gözleri sevmedi.

“Başka bir kadına âşık oldum “ sözlerini belli belirsiz duydu. Tutkuyu tanırdı. Bu haykırışta tutku vardı. Başka bir kadına karşı duyulan tutku. Çocuklarını, onun özgürlüğünü elinden alan bir kişi gibi görmesi Serap’ın içini acıttı. Kırıkları yerde duran turkuaz, cam vazo gibi hissetti. Vazo kırılmıştı, hayatı da…
“Peki “ dedi.

Hiç yorum yok: