Aniden duvarda patladı vazo. En sevdiği vazo. Hani
evliliklerinin ikinci yılında, çocuk olmadan evvel, son baş başa gittikleri
İtalya’dan aldıkları vazo. İç gıcıklayıcı turkuaz rengi, dümdüz, pürüzsüz
hatlarıyla Murano camından yapılmış vazo. Evin en görünen köşesinde,
o seyahati, o seyahatteki neşelerini hatırlatan vazo. Mutluluklarının nişanesi
vazo. Şimdi paramparça yerde duruyordu. Evlilikleri gibi, kalbi gibi.
Serap her yere dağılmış kırık parçalarına bakakalmıştı.
Korkmuştu. Karşısında bir adam sürekli bağırıyor, eline ne geçirirse oraya
buraya atıyordu. Sanki elinden gelse Serap’ı da duvara atıp parçalayacaktı.
Yapar mıydı? Serap olduğu yerde donmuş kalmış, kulaklarını iki eliyle
kapayarak, bir seyirci gibi olan biteni seyrediyordu. Ellerinin arasından
adamın söyledikleri bir pus içinde süzülüyor ama bilmediği bir dilde gibi, Serap
denilenleri anlamıyordu. Sadece kafasında plak gibi takılmış aynı soru: Kimdi
bu adam?
Korkuyla sindiği yerden adama baktı. Uzun boyu, kısa kesilmiş
dalgalı kahverengi saçları, haki renkli gömleği ve kot pantolonuyla daha birkaç
saat evvel oğullarıyla beraber yemeğe gittikleri kocasına benziyordu. “
Aldattın beni “ nidalarıyla böğüren adam, kocası olamazdı. O kocasından hiç korkmazdı
ki? Evlilikleri boyunca tek fiske atmamış, çocuk doğuncaya kadar zaman zaman
banyoda kendisini yıkayan, banyo sonrası upuzun siyah saçlarını şefkatle
taramış adamla şu anda gözlerinden nefret fışkıran, eline geçeni kırıp döken,
bağır bağır bağıran adam aynı kişi olamazdı. Bu adam yabancıydı.
“Aldattın beni” diye bağırıyordu adam. Aldatmak?
Birbirlerine gözlerinin değdiği ilk günden beri başka bir erkeğe bakmamıştı
Serap. Öyle bir arzusu olmamıştı. Seviyordu kocasını. Başlarda âşıktı da.
Zamanla derin bir sevgiye dönüşmüştü bu aşk. Kocası ve tek çocukları Emre’yle
kurdukları düzeni de seviyordu. Bu düzeni korumak için elinden geleni
yapıyordu. Başka bir erkeğe bakmak aklına bile gelmemişti. Şimdi niye böyle bir
şeyle suçlanıyordu? Korkusu ve şaşkınlığı birbirine karışmış, nedenini
anlamadığı şiddetli bir kavganın içinde bulmuştu kendini.
“ Konuşsana “ diye üstüne yürüdü adam. Hayır, hayır bu adam
kesinlikle kocası değildi. Bir kâbus görüyor olmalıydı. Kocası görüntüsünde bir
adamdı rüyasındaki. Rüyadan uyanmak için başını silkeleyip duruyordu.
Bitmiyordu kâbus. Adam omuzlarından tutmuş sarsıyordu şimdi de. “ Ne başını
sallayıp duruyorsun, söylesene bir şey.” Ne söyleyecekti, ne söylemeliydi?
Neyle itham edildiğini bile anlamamıştı. Korkudan içine kaçmış bir sesle “ ne
dediğini anlamıyorum bile “ diyebildi ancak. Adam daha da hiddetlendi. “Nasıl
anlamıyorsun, nasıl anlamıyorsun? Ben sana çocuk istemiyorum dememe rağmen beni
katakulliye getirip çocuk yapmadın mı? “ diye bağırırken öfkesinden tükürükler
saçıyordu Serap’ın yüzüne.
Yok yok, bu adam kesinlikle kocası değildi. Emre’ye hamile
kaldığında ne kadar sevinmişlerdi. Evlenmeden önce flört dönemlerinde “çocuk
istemiyorum” diye söylemişti kocası ama Serap bunu daha erken anlamında
anlamıştı. Zaten de evlenmeleri, hamile kalması derken bu konuşmanın üzerinden
dört sene sonra çocukları olmuştu. Planlı bir çocuk değildi, kaza çocuğuydu ama
zamanıdır deyip sevinmişlerdi bu habere. Öyle hatırlıyordu Serap. Yanlış mı
hatırlıyordu? Emre ilk doğduğunda, kocası her erkek gibi, bebekle ne yapacağını
bilememiş ama Emre büyüyüp dillendikçe o da oğlundan keyif almaya başlamıştı. Şimdi
beş yaşına gelmiş Emre ile babası yalancıktan futbol oynar, yerlerde beraber
devrilip gülerlerdi. Hiçbir gün çocuğu istemediğini düşünmemişti. Şimdi nereden
çıkmıştı bu?
Kendini bildi bileli çocuk istemişti Serap. Annesinin ikinci
evliliğinden sonra, o aileye bir türlü ait hissedememiş, kendine ait bir ailesi
olması için yanıp tutuşmuştu. Her Pazar üvey babasının ailesinin evine
gittiklerinde, kurulan kocaman sofraların en kenarına ilişirdi hep. Elbisenin
üzerine son anda toplu iğneyle tutturulmuş, kopmuş bir aksesuar gibi hissederdi
kendini. Hani olsa da olur, olmasa da olur olanlardan. Kocasıyla flört ettiği
dönemlerde, onun özenle yemek pişirip önüne koyması, onun için süslü sofralar
hazırlamasından çok etkilenmişti. Özel hissederdi o zaman. Elbisenin en önemli
parçası, elbiseyi elbise yapan parçası gibi… Evcimendi kocası. Evin
alışverişini yapar, evin eksikleriyle ilgilenirdi. Yumuşaktı, şefkatliydi. İyi
adamdı, iyi insandı. Âşık olmuştu.
İki sene flörtten sonra evlenmişlerdi. Çocuk konusu fazla
gündeme gelmemişti. İkisi de çalışıyor, fırsat buldukça seyahatlere
gidiyorlardı. İki sene evlilikten sonra Serap yavaş yavaş bedeninin ona anne
olması gerektiğini hatırlattığını hissediyordu. Önlerinde planlanmış İtalya
seyahatleri vardı. İtalya seyahatinde dönüşte bu konuyu açmaya karar vermişti.
Ancak konuyu açmaya gerek kalmamış, İtalya dönüşünde hamile olduğunu anlamıştı.
Kocasına bu haberi verdiğinde sevindiğini hatırlıyordu. Yoksa kendi
mutluluğundan onun gerçek duygularını görememiş miydi? Ya da kendisi o kadar
mutluydu ki, kocası onun keyfini kaçırmamak için tepkisini göstermemiş miydi?
Anılar zaman içinde binlerce kere şekil değiştirip en sonunda hatırlamak
istediğimiz şekliyle mi beynimizde yer alıyordu? Görmek, bilmek, duymak
istemediklerimizi silip oluşan boşluklara kendi işimize geleni mi yerleştirip
saklıyorduk dağarcığımızda? Serap geriye dönüp baktığında hamileliğini
söylediği güne dair sadece kendi derin mutluluğunu hatırlıyordu. Kocası figüran
gibiydi bu anıda.
Emre doğduktan sonra Serap, kendini tamamlanmış hissetmiş ve
bu oluşturduğu aileye sıkı sıkı yapışmıştı. Ona göre her şey yolunda gidiyordu.
Hayatlarına çocuk girdikten sonra yatak odaları biraz sakinlemişti. Çocuk
olmadan evvel evin herhangi bir köşesinde yaşayabildikleri seks, artık belirli
saatlerde ve kapalı kapılar ardında yatak odasında yaşanabiliyordu. Bu
zorunluluk hali aralarındaki heyecanı biraz azaltmış ama bu da doğanın kanunu
herhalde diye düşünmüştü Serap. Kocası da şikâyetçi gözükmüyordu.
“ Ben ayrılmak istiyorum “ cümlesini duydu birden. Deminden beri
kocası onu sarsıp dururken dediklerini duymamış, sadece gözleri kapalı,
kafasını sallayıp durmuştu. Bu cümleyle gözlerini açtı. Yüzünü yüzüne
yakınlaştırmış kocasının gözlerini gördü. Gözlerindeki sevgisizliği gördü.
Yabancıydı bu adam. Kesinlikle yabancıydı. Ne zaman bu kadar kopup birbirlerine
yabancılaşmışlardı? Boş boş adamın gözlerine baktı. Bu gözlerde özgürlüğü
elinden alınmış, havasız bir hapishaneye tıkılmış bir insanın hüznü ve öfkesi
vardı. Bu gözleri tanımıyordu. Bu gözleri sevmedi.
“Başka bir kadına âşık oldum “ sözlerini belli belirsiz
duydu. Tutkuyu tanırdı. Bu haykırışta tutku vardı. Başka bir kadına karşı
duyulan tutku. Çocuklarını, onun özgürlüğünü elinden alan bir kişi gibi görmesi
Serap’ın içini acıttı. Kırıkları yerde duran turkuaz, cam vazo gibi hissetti. Vazo
kırılmıştı, hayatı da…
“Peki “ dedi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder