27 Haziran 2014 Cuma

YOLA DÜŞTÜK BİR KERE

Sıcak bir Haziran günü… Portekiz’in Faro havaalanında arkadaşımla buluştuk. Yorucu evliliklerinden yeni çıkmış iki genç kadın olarak, bir katalogtan bulduğumuz, ücra bir köşedeki tatil kasabasına gitmeye karar vermiştik. Sanırım bizi geçmişimize bağlayan her insandan, her görüntüden uzaklaşmak isteğiyle, ikimizin de hiç görmediği Portekiz’i seçmiştik bir haftalık tatil için. İstanbul’dan Faro’ya direk uçak olmadığı için ben, birkaç gün de babamları görme niyetiyle Frankfurt üzerinden, arkadaşım ise Paris üzerinden gelecekti. Uçak saatlerini de denkleştirebilince buluşma noktamız havaalanı oldu.

Babamın Alman Havayolları’nda çalışmasından dolayı, ekonomik sınıfta yer olmadığı zaman, kılık kıyafet açısından uyum sağlanabildiği sürece ücretsiz birinci sınıf uçma hakkım vardı. Bu nedenle her zaman uçağa binerken, her ihtimale karşı, birinci sınıf uçacakmış gibi, düzgün, şık, klas giyinmeye çalışırdım. O günde gene öyle, lacivert pantolon ceketten oluşan yazlık bir takım, ona uygun yazlık babetler, elimde Gucci çanta, saçım ve makyajım tam, babamlarda da kaldığım için biraz büyükçe Samsonite bir bavulla arkadaşımla buluştum. O da vizesiz transit geçiş yapacağı Paris’te sorun çıkmasın diye özenmişti. Somon rengi keten elbisesi, beyaz sandaletleri, Louis Vuitton çantası ve Samsonite bavuluyla birbirimizle gayet uyumlu bir ikili olarak, otelin, taksi çok pahalı olacağı için bize önerdiği şekilde tren istasyonuna gitmek üzere taksiye bindik.

Taksi bizi Haydarpaşa, Paris, Frankfurt gibi büyük şehirlerde görmeye alıştığım şaşalı, büyük, her tarafından tren istasyonu olduğu belli olan istasyonlardan farklı olarak derme çatma, kararmış sarı rengiyle eski kokan, küçücük bir binanın önünde indirdi. Yanlış bir yerde miydik? Ürkek, çekingen adımlarla binaya girdik. Bilet gişesi olduğunu varsaydığımız, sadece ellerin göründüğü deliğe başımı uzatarak buradan Lagoa’ya tren kalkıp kalkmadığını sordum İngilizce. Karşıdan ne dediğini anlamadığım bir ses ve bir bilet geldi. Biletin üzerinde gideceğimiz yerin adını görünce rahatladım. Delikten elimi sokarak iki işareti yaptım. İkinci bilet de geldi. Ohh!

Bekleme odasına girer girmez burnumuza çarpan buram buram ağır ter kokusuyla irkildik. Kavruk tenli, kimi kasketli, köylü kıyafetleri, kimi allı dallı sentetik kıyafetleri, abartılı makyajları ile sanki başka bir dünyanın insanlarıyla dolu odayı görünce şaşkınlıktan olduğumuz yerde çakılı kalan biz, şık kıyafetlerimiz, markalı çantalarımız, sürüdüğümüz bavullarımızla uzaydan gelmiş gibi duruyorduk. İnsanların hepsi, binanın yorgun rengine uyum sağlarcasına bıkkın, bunalmış oturuyorlardı. Köşede bir amca önündeki un çuvalına başını dayamış uyukluyor, biraz ötedeki teyzenin önündeki sepetin kenarından yumurta ve zerzevat görünüyordu. Sanki herkes yaşlıydı. Hepsinin yüzünde aynı bezgin ifade vardı. Kimse konuşmuyordu. Kimsenin önünde bavul yoktu.

Bir de üstüne, o devirde daha pek kimsede olmayan cep telefonlarımız zır zır çalmaz mı?  Sağ salim varıp varmadığımızı merak eden yakınlarımızla, mecburen biraz yüksek sesle, Türkçe konuşmamız insanlardaki uyuşukluğu geçirmiş, tüm gözler üzerimize çevrilmişti. Hemen kapattık telefonları. Kendimizi bir tiyatro sahnesinde başrol oyuncuları gibi hissettik. Halimiz komediydi ama kimse gülmüyordu. Daha çok repliklerini anlamadıkları bir oyunu seyreder gibi boş bakıyorlardı. İçinde bulunduğumuz absürd duruma rağmen duruşumuzu bozmadan ama tedirgin, mümkün olduğunca en kısık sesimizle konuşuyorduk. Ancak elinde ayaklarından bağlanmış tavuğu ile gelen adamı da görünce dayanamayıp sessizce bastık kahkahayı. Memleketten kaçalım derken tıpatıp aynısı bir ülkeye gelmiştik…

En nihayet beklenen tren geldi ve hepimiz trene doluştuk. Hedefe doğru adım adım yaklaşmanın rahatlığı ile cam kenarında karşılıklı kendimize yer bulduk. İlk başlarda şehir kıyısında sıkça görülen binalar, üzerinde hemen hemen hiçbir bina olmayan bozkırlara bırakmaya başladı yerini. Her durduğumuz tren istasyonunun etrafındaki evler gittikçe fakirleşiyor, rengârenk boyalı evlerden sıvası dökülmüş, boyasız ama mutlaka tenekelerin içine ekilmiş sardunyalarla süslenmiş evlere dönüşüyordu. Kırmızı sardunyaların varlığı, çirkinliklerini bir nebze kapatıyor, hayata tutunma nedenleri gibi gülümsüyordu pencerelerin önünden. Öyle ekilmiş tarla falan da yoktu çevrede. Yoksulluk seziliyordu bu topraklarda.

Gittikçe azalan evlerden, trene yeni binenlerin daha da fakirleşen kıyafetlerinden nereye gittiğimizi sorgular olmuştuk. Şu ana kadar gördüğümüz manzara, katalogtaki bembeyaz, İspanyol mimarisinin olmazsa olmazı arklarla bezeli, hoş binaları, yemyeşil çimli golf sahaları ile kaplı sayfiye alanına hiç uyum sağlamıyordu. Kandırıldık mı endişesini birbirimize yansıtmadan bildiğimiz kadarı ile Portekiz ekonomisinden konuşuyor, Portekiz’in gelirinin çoğunu turizmden kazandığını söyleyerek rahatlamaya çalışıyorduk. Her ne kadar yol üstünde bunu ispatlamaya yarayacak en ufak bir iz görmesek de…

Trenin duvarına yapıştırılmış, istasyonları gösteren çizelgeden ineceğimiz durağa daha ne kadar var’ı anlamaya çalışırken un çuvallı adam el kol hareketleri ve kendi dilinde bize bir şeyler anlatmaya çalıştı. Anladığımız, bize bir önceki durağın adını söylüyor, ondan sonraki istasyonda inmemizi söylüyordu. Neden böyle bir açıklama yapma gereğini duyduğunu o anda anlamadık ama gene de teşekkür ettik.

Adamın dediği o duraktan sonra gelen, istasyon demeye bin şahit isteyen yere geldiğimizde inmekte tereddüt ettik. O kadar ki biz trenin herhangi bir nedenle durduğunu sandık. Durduğumuz yerde bütün görüntüyü kaplayan boyutta, kırmızı, üzerinde hiçbir şey yazmayan bir duvardan başka bir şey yoktu. Ne bir tabela, ne de elle yazılmış bir isim. Sadece düz bir duvar! Adam “ evet burası “ der gibi bir baş işareti yaptı. Biz de “ya bismillah “ deyip indik. Ayaklarımız rayın kenarına döşenmiş çakıl taşlarına bastığında yanlış bir yerde olduğumuzdan emindik. Tren bizi ezmeden gidebilsin diye duvarla ray arasına iyice sıkışarak trenin neredeyse bize sürtünerek geçip gitmesini bekledik. O süre içinde içimizde bastırdığımız korku iyice ayyuka çıkmış, beynimizde buradan nasıl çıkıp geri döneriz’in hesabını yapmaya başlamıştık. Birbirimize bir şey söylemiyorduk ama her şeyi geride bırakıp otele yerleştiğimizde bir birimize itiraf edecektik.

Tren geçince, trenin diğer tarafında kaldığı için göremediğimiz, tahta ince tek bir perondan oluşan şeyi gördük. Şey diyorum çünkü nasıl adlandıracağımı bilemedim. Elimizde koca bavullarımız rayların üstünden atlayıp perona çıktık. Dışarıdan bakınca komik görünüyorduk herhalde. Rayların üstünden, zorlanarak bavullarını taşımaya çalışan aristokrat havalı iki kadın… Perona çıkabildiğimizde kan ter içinde kalmış, özenle taradığımız saçlarımız dağılmış, seyahat başlangıcındaki neşeli ifademizden eser kalmamıştı. Komik olduğumuzu ancak ertesi gün, otelin havuzunun kenarında içkilerimizi yudumlarken algılayabildik.

Otele göre indiğimiz noktada taksiler vardı ve taksiye adresi verirsek bizi şıp diye getirirdi. Taksi ne kelime bisiklet bile yoktu. Kenara atılmış, toz içinde, tekerleksiz motosikleti saymazsak tabii… Karşımıza çıkan üst üste yığılmış telleri kopuk, metal iskemleler,  bir kenarda tek bir masa, masada yemek yiyen kısa pantolonlu, bir zamanlar kırmızı olduğunu var saydığımız solgun renkli t-shirt’lü bir adamdı. Adamın önünde hiç de iştah açıcı olmayan bulamaç gibi bir yemek ve yağlı parmak izlerinden içinde ne olduğu tahmin edilemeyen ayaklı bir kadeh vardı. Kadeh ayrıntısına daha sonraları çok gülecektik. Adamın yanında, nasiplenir miyim diye umutla bekleyen, kirden esas rengi gözükmeyen, tüyleri tiftik tiftik olmuş bir deri bir kemik köpekte kareyi tamamlıyordu. Başka kimse olmadığından adama yaklaşıp “taksi? “ diye sorduk. Önce bizi bir süzdü sonra gülümseyerek bize arkamızda kalan lokantayı gösterdi. Adamın ön orta dişleri yoktu.

İtalyancamın burada işe yarayacağı umuduyla lokantaya ben girdim. Kapısında bizde bazı kasaplarda bulunan plastik üzerinde düğümler olan iplerden vardı. Bu gün bile hala bunun ne işe yaradığını bilemem. Sıcaktan, sinekten korumaz, kapı desen hiç değil, öyle bir şey işte. Süs herhalde… İçeri girdiğimde kesif bir yağ kokusu karşıladı beni. İçi neredeyse bomboş soğutucunun vitrininde masadaki adamın yediği yemekle dolu bir tabak vardı sadece. Üzerinde de kocaman bir karasinek! Üzerime konup kalkan sineklerden bahsetmiyorum bile. Konuşlandığı yerden memnun, yemekten iştahla otlanıyordu. Sanırım bu tabak mikrodalgada ısıtılıp müşterinin önüne hemen getirilmek üzere hazırlanmıştı. Ağır kokudan ve görüntüden midem bulanmış bir şekilde bize taksi çağırmasını rica etmek üzere birisini aranırken, mutfaktan iri yarı, kocaman göbekli, çıplak bedenine geçirdiği, üzeri leke dolu beyaz önlüğü ile bir adam çıktı. Kendimi Fellini’nin Amarcord filminin bir sahnesinde hissettim. Önlüğün altından fırlayan kılları görmemeye, ağzıma kadar gelmiş mide bulantısına aldırmadan, İtalyanca adama derdimi anlatmaya çalıştım. O da bir şeyler söyledi, anlaşamadık.

Çareyi oteli aramakta bulduk. Otelle adamı konuşturduktan sonra otel, adamın bize taksi çağıracağını ancak akşam yemeği saati olduğu için biraz beklememiz gerektiğini söyledi. Her ne kadar bizim taksi şoförlerinden hiç böyle bir ara duymadıysak da lokantada hiçbir müşteri olmadığından bu akşam yemeği arasının taksi şoförlerine ait olduğunu varsaydık. İnsan hakları diye geçtiyse de beynimden, o anda insan hakkı falan görecek halim yoktu. Hem de biraz farklı saatlerde yemeklerini yiyerek taksi durağında her daim araba bulunmasını sağlayamazlar mıydı? Türk aklı işte, pratik! Yok canım, bunların tuzu kuru. Nasıl oluyorsa?

Söylenerek, çaresiz bavullarımızın üzerine oturup taksiyi beklemeye koyulduk. Güneş batmış, kızıl rengini, bulutsuz mavi gökyüzüne armağan olarak bırakmıştı. Ahşap zeminde, siyah bavulunun üzerine, dümdüz fönlenmiş siyah saçları, somon rengi elbisesi ile umutsuzca oturan arkadaşım harika bir fotoğraf karesi oluşturmakla beraber onu fark edecek göz kalmamıştı bende. Sonraları çok hayıflandım o görüntüyü çekmedim diye.

Bir saat geçmesine rağmen taksi hala gelmemişti. Etrafta hiçbir şeyin olmadığı bu ıssız yerde, yemeğini bitirmiş, lokanta sahibiyle sohbet eden dişsiz adam, uyuz köpek ve üstü çıplak bir lokantacıyla kalakalmıştık. Bu garip yerde şık kıyafetlerimiz, markalı çantalarımız ve bavullarımızla eğreti duruyorduk Moralimiz bozulmuş, korkularımızı serbest bırakmış, alenen bu geceyi bir şekilde atlattıktan sonra ertesi gün dönmenin yolunu bulmanın hesaplarını yapıyorduk. Ay gökten selam verdi bize, dalga geçer gibi…

Yaklaşan bir far gördükçe heyecanla yerimizden fırlıyor, gelenin taksi harici herhangi bir şey olduğunu gördükçe hayal kırıklığı ile yerimize oturuyorduk. Zaten zorla giden bir kamyonet ve eski püskü bir motosikletten başka da bir şey geçmemişti. Korku dağları deliyordu. Sustuk. Beynimizdeki tek şey buradan kurtulmaktı.

Epey sonra bir çift far daha gözüktü. Karanlıktan ne olduğunu seçemedik. Önümüzde durduğunda gördük. Gelen siyah, son model, Mercedes marka bir taksiydi… Arabaya biner binmez havaalanına da servis verip vermediklerini sorduk. “Tabii” dedi adam “ buraya kimse trenle gelmez.” Havaalanına kaça gittiklerini öğrenmek istedik. Ne kadar dedi hatırlamıyorum ama ikimizin de o güne kadar duyduğu en ucuz fiyattı!





25 Haziran 2014 Çarşamba

KIZARMIŞ BEYAZ PEYNİR

Bir çay koyuyorum kendime. Şöyle tavşan kanı, mis gibi. Simitçi geçiyor sokaktan. Hemen alıyorum. Pek severim simit, beyaz peynir, domates üçlüsünü. Hani bıraksan sadece bu üçlü ve yanına çayla ömür boyu beslenebilecek kadar. Tabii işin latifesi bu ama keyif yani…

Henüz güne aymamış sokağımda sokak kedileri cirit atıyor bir lokma ekmek bulmanın telaşında. Öyle herhangi bir sokak kedisi değil, bizim sokağın kedileri onlar. Her gün buradalar. Hep aynı kediler. Sadıklar yani. Bir de nankör derler kedilere. Nesi nankör? Senden benden sadıklar. Her gün ittirilip kaktırılıyorlar ama vazgeçmeden, inatla benimsedikleri bu sokaktan asla gitmiyorlar. İstemediklerine sevdirmiyorlar kendilerini, ondan nankör deniyor onlara. Biz sevdiriyor muyuz? İstemediğim biri dokunsa patlatıveririm şaplağı valla. Onlar da öyle patiliveriyorlar. Seviyorum bu hayvanları. Karakterliler…

Tost makinesine koyduğum simit arası beyaz peynirin iştah kabartan kokusu geliyor. Akmış peynir. Aktığı yerde de kızarmış. Bu koku beni çocukluğuma götürüyor. Rahmetli anneannem alüminyumdan yapılmış kapaklı küçük ızgarasında ekmek üstü beyaz peynir eritirdi bana. Kaşarlı da yapardı ama ben beyaz peynirlisini severdim. O küçük ızgara evin demirbaşıydı. Bir kere bozulduydu da anneannem hemen tamir ettirsin diye dedemin başının etini yemişti. Dedem de yenisini almak için aynısından aramış ama artık gavur icadı tost makineleri çıktığı için bu eski usul ızgaralardan bulamamıştı. Bu haberin üstüne daha da kıymete binmişti ızgara.

Annem İstanbul’a gittiği ilk yıl beni anneannemlere bırakmıştı. Ertesi sene beni yanına aldırıncaya kadar anneannem, dedem ve henüz liseye giden dayımla sevgi dolu evi paylaşmıştık. Çok neşeli, sohbetli, güzel bir kadındı anneannem. Süsü, güzeli çok severdi. Yaptığı yemekler lezzetli, güzel olmalı, etrafındaki herkes güzel giyinmeliydi. Hayata bakışı güzeldi kısaca. Evde günü olduğu zaman dayımla bana da bayram olurdu. Puf puf pişmiş börekleri, enginar dolmaları, özenle ve sevgiyle pişmiş bilumum çeşit zeytinyağlıları, hele de tavuk dolması da varsa mükellef kral sofralarından ziyade olurdu soframız. Her zaman bol bol yapar, günden bize de birkaç gün yetecek kadar artardı. Eli, gönlü boldu anneannemin. Nurlar içinde yatsın.

Dedem ise müstesna bir insandı. Az fakat öz konuşan, hareketleri ile ailesine sevgisini, düşkünlüğünü sımsıcak aktarabilen bir insandı. Kimseyi kırmamaya özen gösterirdi. Çok nadir sinirlenirdi. Anneannemi çok sever, onca yıllık evliliklerinde her gün onu el üstünde tutardı. Bir gün onu başının üstünden indirdiğini görmedim. Hayatı boyunca alışverişe gitmemiştir anneannem. Dedem her gün eve fileler dolusu zerzevatla gelir, peynir konusunda huysuz olduğu için anneannemi bakkala arabayla götürür, onu arabadan indirmeden bıçak ucunda peynir tattırırdı. Avukat olan dedem bir gün bile bunları yapmaktan yüksünmedi. Evinin huzuru, keyfi, neşesi onun için her şeyden önemliydi. Kucağına oturtup benimle sohbet ederken hissettiğim sigara kokulu nefesi esti şimdi burnuma. Ah, dedem…

Kimseyi üzmemek için hastalıklarını, rahatsızlıklarını saklayan dedem, kendisine musallat olan öksürüğün sebebini anlamak üzere kendi başına röntgen çektirmeye gitmiş bir gün. Doktor akciğerde bir leke gördüğünü ve daha derin tetkik edilmesi gerektiğini söyleyince ancak haberimiz oldu konudan. Gidilen doktorların vardığı sonuç dedemin akciğer kanseri olduğu idi. İşin daha da kötüsü ameliyat edilemeyişiydi. Çekilen sintigrafinin sonucuna göre kemiklere de az biraz sıçramıştı. Bütün bunları dedeme hissettirmeden yapmaya çalışıyor, dedemin ciğerinde bir iltihap olduğunu söylüyorduk. Yüksek şeker hastası olan anneanneme de söylemedik bir şey. Anneannem de dedemde ciddi bir şey olmadığının inancında hala taleplerini iletmeye, o da elinden geldiğince yapmaya çalışıyordu. İçim sızlıyordu onları öyle gördükçe…

Son bir umut, annem dedemi İngiltere’ye bir doktora götürdü. O doktor da yapılacak fazla bir şeyin olmadığını ama birkaç seans radyoterapinin yaşam kalitesi adına ona iyi geleceğini söyleyince hemen orada radyoterapiye başladılar. Dedem İngiltere’deyken kendi hastalıkları ile boğuşan anneannemin bir gün aniden tansiyonu aşırı düşmüş, dayımlar onu apar topar hastaneye götürmüşler. Doktorlar anneannemin durumunun iyi olmadığını ve her ihtimale karşı sevenlerini çağırmalarını söylemiş. Annem dedemi alıp hemen döndü; İstanbul’a uğramadan direk İzmir’e geçti. Bende onlarla İzmir uçağında buluştum. Uçakta dedemle karşılaştığımızda dedemin sorduğu ilk soru “ yaşıyor değil mi? “ oldu. Gözlerindeki korkuyu gördüm o an. Göz nuru kekliğinin (dedem anneanneme keklik diye hitap ederdi) ondan uzak olduğu bir sırada bu dünyaya göz yumma ihtimali onu perişan etmişti. Hem kendi hastalığı hem de bu son haberden sonra çökmüştü dedem. ”Yaşıyor, yaşıyor, merak etme “ dedikten sonra rahatlamıştı biraz.

O ameliyatı başarıyla atlattı anneannem. Günlerce komada kaldıktan sonra dünyaya tekrar gözlerini açtı. İlk sorduğu soru ise “ Ahmet nerede? “ oldu. Dedem ise artık o günlerde ağrısından uyuyamıyor, bütün geceyi ayakta geçiriyordu. Kendiliğinden koltuk üzerinde sızdığı zamanlar biraz uyusun diye evde çıt çıkarmıyor, hepimiz mutfağa kapanıyorduk. Her gün “iyi mi? “ diye anneannemi soruyor ama asla hastaneye onu ziyarete gitmek istemiyordu. Anneannem ise her gün hevesle Ahmet’ini bekliyor, o gelmedikçe morali bozuluyordu. Sonunda “her gün seni soruyor, gitmemek olmaz” diyerek zorla da olsa götürdük. Yarım saat sonra “ağrım var” diyerek eve dönmek istedi.

Neden anneannemi görmeye gitmek istemedi, bu gün hala bilmiyorum. İlk düşüncem kendi ağrısı, sızısı o kadar fazlaydı ki hayatı boyunca kendi önünde tuttuğu anneannemi gözü görmedi bile oldu. Belki de bir kraliçe gibi yaşattığı anneanneme içten içe de öfke doluydu kim bilir? Bu gün ise farklı düşünüyorum. Belki de göz nuru, canından öte sevdiği karısının o halini görmek istemedi. Hayalinde onu hep eski neşeli, güzel haliyle tutmak istedi. Hangisi doğru bilemiyorum.

Sonunda anneannem hastaneden çıkıp eve geldi. Dedemin tedavisi sürdüğü için annem onları İstanbul’a getirdi. Her ne kadar hastalığını hala dedeme söylemiyorduysak da dedem hissediyordu. “İnsanın yaşı kaç olursa olsun, insan ölümden korkuyor.” demişti bir dede-torun sohbetimizde. “ Hala kendini genç sanıyor, hala hayaller kuruyor insan. “ Ne diyeceğimi bilememiş ama çok hüzünlenmiştim. O gün ne demek istediğini tam anlamamıştım belki ama bu gün çok iyi anlıyorum. İnsanoğlu hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyor. Öyle olması da gerek zaten. Bedenen ölmeden ruhunu öldürürse insan, nefes alıp vermiş ne fayda?

Sanırım Kasım ayında geçmişti bu konuşma. Ertesi senenin 30 Ocağında göçtü bu dünyadan dedem. Kekliği yanındaydı. Akciğer kanserinin insanı acıdan kıvrandıran son evresine gelmeden bu hayata veda edişinde teselli bulabildik ancak. Annemin İstanbul’a yanına aldığı anneannem ise aynı senenin 7 Eylülünde, kendisine yakışır vaziyette, bir gün önce kuaföre gitmiş, saçları boyalı, elleri yapılı gitti dedemin yanına. Dedemin vefatından sonra çıktığı, çok sevdiği İzmir’deki evine cenazesi dönebildi maalesef. Hep içimde uktedir bu durum. Annem daha iyi bakarım diye son derece iyi niyetiyle yanına almıştı ama evinde daha mı rahat ederdi diye hala düşünürüm zaman zaman. Dedemden ayrı olduğu yedi ay boyunca Ahmet’ini bir gün düşürmedi dilinden. Gündüzleri oyalanırdı ama akşam saatleri hüzün çökerdi. Hissederdim. Bazen dile getirir, bazen getirmezdi ama gözleri hep ele verirdi hüznünü. Özlerdi onu çok. Kumrular gibi geçmiş bir elli küsür yıldan sonra kim özlemezdi ki? Dayanamadı zaten, koşa koşa gitti yanına. Kavuştular en nihayet.

Kızarmış beyaz peynir kokusundan nerelere geldim. Olsun iyi ki geldim. Hayatımın en güzel yılını bana yaşatan anneannemle dedemi andım bu vesile ile. Sımsıcak oldu içim. Varlıklarını hep özlüyor, onlarla uzun zaman geçirme imkânına sahip olduğum için kendimi çok şanslı hissediyorum. Bu günkü kişiliğimin onların da ektiği tohumlar sayesinde olduğunun bilincinde onlara en derin sevgilerimi ve teşekkürlerimi yolluyorum. Ruhları şâd olsun…



17 Haziran 2014 Salı

İLAN

Elinde paltosu kapıya bakakaldı. Kapıdan iteklenerek çıkarılmış ve paltosu eline tutuşturulur tutuşturulmaz kapı “güm” diye yüzüne kapanmıştı. Boğazına dizilmiş lokmaları ve yarım yamalak içtiği çaydan rağmen üzerinden hala gitmemiş uykunun mahmurluğu ile güneşin henüz günü ısıtmadığı bu erken saatte, sokakta, kırgın, evinin önünde dikildi bir süre.

Gidecek başka yeri olmadığından, son zamanlarda uğrak yeri olan kahveye yöneldi. Hava ayaz, rüzgâr soğuk soğuk esiyordu.  Eliyle sımsıkı kavradığı paltosunu giymek aklına gelmedi bile.

-       Ooo Ahmet Bey, erkencisin bu sabah?
-       Öyle oldu Hüseyin Efendi, hanımın günü varmış evde. Ayakaltında dolaşmayayım diye erkenden yolladı beni evden. Bana demli bir çay ver hele.
-       Daha tam demlenmedi çay. Az bekle.

Yeşil çuha örtülerle kaplı birçok masadan oluşan bu kahvehane sığınağı gibiydi Ahmet’in. Emekli olduğundan beri o veya bu nedenle evden her kovuluşunda buraya gelirdi. Kendi gibi emekli olmuş mahalleli arkadaşları ile akşama kadar otururlar, memleket meseleleri, futbol, çocuklar gibi güncel olaylardan bahsederler; eve dönüş saatini doldururlardı. Arada tavla da oynarlardı ama kumarla işleri olmazdı. Bazen kitap getirirdi yanında ancak genelde fırsat olmazdı okumaya. Evde de pek olmuyordu. Emeklilik günlerinde kendini kitaplara gömme hayalini bırakalı çok olmuştu. Gazeteyle yetiniyordu.

Çayın demlenmesini beklerken köşedeki bakkaldan günün gazetelerini aldı. Kahvede camın kenarındaki masaya geçti ve süpürgenin ritmik sesi eşliğinde gazetelerini okumaya başladı. Hüseyin Efendi demli çayını masasına bırakmış, kahvehaneyi güne hazırlamak üzere temizlik yapıyordu.

Gazetenin ön sayfasından başlar, okunmamış tek satır kalmadıktan sonra diğer sayfaya geçerdi. Hayatında her şeyi her zaman böyle düzenli olmuştu. Okullarını düzenli okumuş, askere vaktinde gitmiş, devlet dairesinde iyi bir memuriyet kapmış, emekliliğine kadar aynı dairede çalışmıştı. Yıllarca aynı saatte evden çıkmış, aynı saatte eve girmişti. Hayatı hep kuralına göre oynamıştı. Bütün hayallerini emekliliğine saklamıştı…

Gazetenin ölüm ilanları sayfasına geldiğinde, o gün mühim biri ölmüş olmalı ki, kocaman ilanların arasına sıkışmış, iki sütuna altı santim küçücük ilanı zor gördü. İlandaki ismi okuyunca dondu kaldı. Bu “o” olabilir miydi? Bir daha bir daha okudu. O olmalıydı. Anne, baba ve kardeşin ismi tutuyordu. İlanda bir eş veya çocuğun varlığından eser yoktu. Kısa, öz, duygudan yoksun bir ilandı.

“Merhum Hanife- Kadir  Dağdeviren’in oğulları, 
Murat– Zeynep Dağdeviren’in kardeşleri, Hakan ve Esra’nın amcaları

MEHMET DAĞDEVİREN

Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Cenazesi 05. Ocak günü ikindi namazını müteakiben Karacaahmet mezarlığına defnedilecektir.”

Bu kadar… Araya girmiş bir “sevgili” kelimesi bile yoktu.

Mahalleden arkadaşıydı Mehmet. Mehmet, kardeşi Murat ve Ahmet ayrılmaz bir üçlüydüler o zamanlar. Aynı okula giderler, bütün vakitlerini ya sokaklarda ya da birbirlerinin evlerinde geçirirlerdi. Mehmet delişmen karakteri ile grubun lideriydi. Hoş, mahalleye göre çetediyler ya… En acayip fikirler ondan çıkar, diğer ikisine de bu fikirlere uymak düşerdi. O zamanlar henüz ranta yenilmemiş bahçelerdeki ağaçlardan sürekli meyve çalar, henüz tek tük olan arabaların arkasına teneke bağlar, sırf masadakilerin yüzündeki ifadeyi görmek için bir kavanoza hapsettiği böceği yemek sofrasında ortaya gizlice bırakıverirdi. Herkes bu yaramazlıkların Mehmet’in başının altından çıktığını bilir ama azarı Murat’la Ahmet yerdi. Öyle bir dik duruşu vardı ki Mehmet’in, çocuk yaşına rağmen herkes ondan çekinirdi. Ahmet bile…

Ahmet’in yapmaktan en hoşlandığı şey ise sıcak yaz günlerinde mahallerinin az ötesindeki koruluğa gidip ağaçların gölgesinde günü geçirmekti. Sıcak bastırmadan giderler, ne kadar garip mahlukat varsa kavanozlarına toplarlar, sıcak bastırdığında ise koruluğun ortasından akan derede yüzerlerdi. Zaman zaman top oynarlar, top kaybolduğunda saatlerce topu ararlardı. Topu bulan olmak gurur meselesiydi. Nedense… Mehmet her zaman en çok böcek toplayan, derede en uzağa yüzen, topu en uzağa, en yükseğe atan olurdu. Hep en’lerin insanıydı o…

Ahmet’in aksine okulda başarılı bir öğrenci değildi Mehmet. Okulu gereksiz görenlerdendi. “Boşa vakit kaybı” derdi “en iyi ders yaşayarak öğrenilir. “ Zar zor bitirdiği liseden sonra hiç üniversiteye gitmek için yeltenmemiş, Ahmet üniversiteye giderken o askere gitmişti. Ne olduysa o sırada olmuş ve ailesi apar topar taşınmıştı mahalleden. Bir daha da hiç haber almamıştı ne Mehmet’ten ne de Murat’tan. Fazla sormamış, soruşturmamıştı açıkçası.

Gazeteden kendisine hazin bir şekilde bakan ilanı Mehmet’e hiç yakıştıramadı. Onun hep hayatta başarılı olacağına inanmış, muhtemelen çok güzel bir kadınla evlenip birbirinden güzel çocukları olacağını düşünmüştü. Mahallenin en güzel kızı Ayşe’de ona yanık değil miydi o zamanlar?

Ahmet, Ayşe’yi içten içe hep sevmiş ama Mehmet’in yanında kendi esamesinin okunmayacağını bildiğinden bunu hiç dile getirmemişti. Murat’ın sınıfında okuyan Ayşe, her zaman yüksekten topladığı simsiyah saçları, kocaman kahverengi gözleri ile Ahmet’e dünyanın en güzel kızı gibi gelirdi. Hele o gülümsemesi… Kendileri ile her karşılaştığında Ayşe’nin yüzüne öyle bir gülümseme yerleşirdi ki Ahmet’in içi erirdi. Bu gülümsemenin Mehmet’e özel olduğunu bilmesine rağmen... Mehmet de bir kaş göz hareketiyle onlara ayakaltında dolaşmamalarını, kaybolmaları gerektiğini ima ederdi. Ahmet’le Murat hemen bir bahane bulup onları yalnız bırakırlardı bir süre. Düşlerinde hep Mehmet’in yanlarında olmadığı bir zaman kendisine aynı o şekilde gülümserken görürdü Ayşe’yi. Ayşe hiç ona öyle gülümsemedi…

Geçmişin içinde kaybolmuşken, Hüseyin Efendi böldü düşüncelerini.
-       Ahmet Bey telefon sana. Ayşe Yenge arıyor.

Üniversiteyi bitirip döndüğünde hemen askere gitmek için başvurmuş, ilk tertipte de askere alınmıştı. Askerden dönünce de bir tanıdıkları vasıtası ile devlet dairesinde bir memuriyet bulmuşlardı ona. Saati belli, parası belli, sosyal güvenliği olan memuriyet, o zamanlar en revaçta olan işlerdendi. Çoğu esnaf çocuğu olan sınıf arkadaşları lise biter bitmez babalarının yanında çalışmaya başlamış, mahallenin kızlarına talip olup birer birer evlenmişlerdi. Ahmet askerden döndüğünde çoğunun çocuğu bile olmuştu.

İşe girer girmez annesi başlamıştı Ahmet’i sıkıştırmaya.

-       Oğlum bak, bütün arkadaşların evlendi. Senin de zamanın geldi. Rüstem Bey’lerin kızı liseyi yeni bitirmiş, güzelce bir kız.  Bir bak, beğenirsen onu isteyelim sana.
-       Anne ben henüz evlenmeyi düşünmüyorum. Niyetlenince söylerim sana bakarsın uygun birini, yorma şimdi tatlı canını.

Neredeyse her hafta yeni bir adayla geliyordu annesi. Ahmet ise evlenmeyi hiç düşünmüyor, daha iyi iş imkânları bulabileceği, üniversitede keşfettiği müzik tutkusunu geliştirebileceğine inandığı İstanbul’a gitmek istiyordu. Üniversitedeyken kısa birkaç ilişkisi olmuş ama aşk yolunu kesmemişti. Aşk olarak bildiği tek şey o ufak tefek, saçları yukarıdan toplu,  gülümserken o simsiyah gözlerinin içi gülen Ayşe’ye karşı hissettiği duygulardı. Zaman içinde hafif küllense de onu tamamen unutturacak bir çıkmamıştı karşısına.

Bir gün otobüsle işe giderken, camdan onu hızlı hızlı giderken gördü. Saçları gene yukarıdan toplu, çiçekli kolsuz elbisesi, beyaz çantası, ona uyumlu beyaz kısa topuklu ayakkabıları ile hala güzeldi. Bu kısacık an bile Ahmet’i heyecanlandırmaya yetmiş, o günden sonra Ayşe’yi tekrar eskisi gibi düşünmeye başlamıştı. Evlenmiş miydi acaba?

Annesi ona gene haftalık yeni bir aday sunmak üzere “ Bak oğlum “ diyerek konuya girdiğinde;

  -  Anne, Ekrem Bey’lerin kızı vardı ya Ayşe. Evlendi mi o? Biliyor musun? , diyerek annesinin ağzını aradı.
-       Ha, bildim. Seninle aynı okulda okumuştu. Evlenmedi. Bir yerde sekreterlik yapıyormuş. Pek iyi konuşmuyorlar hakkında. Niye sorarsın oğlum?
-      Onunla evlenmek istiyorum.
Bunu duyar duymaz annesinin suratı asılmış, bakışıyla oğlunun bu seçimini beğenmediği belli etmişti.
-       Katiyen olmaz. Hem yaşlı o. Hepi topu senden iki yaş küçük. Çalışıyor da. Gözü açılmıştır onun. Açık saçık elbiselerle işe gidiyor her gün. Ölürüm de izin vermem.
-        Anne, ya o ya da hiç, diyerek kestirip atmıştı Ahmet.

Annesinin aksine onun çalışmasından mutluluk duymuş, açık saçıktan kastın kolsuz elbise olduğunu bildiğinden o konuya fazla takılmamıştı. Modern bir genç kadın olmuştu Ayşe. İstanbul’dakilere benziyordu. Bu iyiydi.

Büyük tartışmalar sonucunda annesi Ahmet’i vazgeçiremeyeceğini anlayınca inadından vazgeçmiş ve Ayşe’nin annesi Rukiye Hanım’a haber yollamıştı. Gelen bütün taliplileri geri çevirdikten sonra uzun zamandır kızına talipli çıkmayan Rukiye Hanım bu habere çok sevinmiş, hemen buyur etmişti onları.

Bütün adetlere uymuşlar, çikolata ve çiçeklerini alıp istemeye gitmişlerdi. Ahmet çok heyecanlıydı. Seneler sonra Ayşe’yi ilk defa yakından görecekti. Ayşe kahveleri yapıp getirdiğinde bir saniyeliğine göz göze gelmişler, Ahmet o kara gözlerde bir cevap aramıştı. Simsiyah gözler ser verip sır vermemiş, umursamaz bir tavırla dimdik bakmışlardı Ahmet’in gözlerine. Bunca seneye rağmen hala Mehmet’i düşünüyor olabilir miydi? Hem Mehmet gitmiş, yok olmuştu. Kendisi ise buradaydı. Her şeyi tamdı. Okulunu, askerliğini bitirmiş, güvenli bir işi vardı. Kendisini de severdi elbet zaman içinde. Adet üzerine Ekrem Bey “ biz bir düşünelim, kızımızın da fikrini alalım. Size haber ederiz “ diyerek onları uğurlamış, Ahmet için bekleyiş dolu günler başlamıştı. Ne kadar sürerdi ki acaba karar vermek?

İstemenin üzerine Ayşe’lerin evinde ayrı bir çıngar kopuyordu. Ayşe asla evlenmek istemediğini söylüyor, annesi ve babası bu yaştan sonra bundan iyi talip çıkmayacağı, bununla da evlenmezse evde kalacağı konusunda onu ikna etmeğe çalışıyorlardı. “ Sevmiyorum onu “ diye avaz avaz ağlayan kızına Ekrem Bey “ ya evlenirsin ya da tasını tarağını toplayıp bu evden gidersin. Ömür boyu bakamam ben sana “ diyerek son noktayı koydu. Olumlu yanıt gitti Ahmet’lere.
Sade bir nikâhla evlendiler. Nikâh defterine imzayı atarken “ bu sefer golü ben attım Mehmet “ diye geçirdi içinden. Niyeti nikâhtan sonra İstanbul’a tayinini istemekti.  Bambaşka bir şehirde, hem de İstanbul gibi insanı kendinden alan bir şehirde Mehmet’in izi kalmazdı Ayşe’de. Onu el üstünde tutacak, Ayşe’nin kendisini sevmesini sağlayacaktı. Sabırlıydı, başarıncaya kadar bekleyecekti.

Ayşe “annemin yanından ayrılmam” diye ısrar edince İstanbul’a gidemediler, Ahmet bir daha saksafon çalamadı, Ahmet’in hayalini kurduğu seyahatlere hiç gitmediler, Ayşe onu hiç sevmedi…

Ayşe’nin tembihlediği gibi saat altıyı doldurup eve doğru giderken Ahmet bir an durdu düşündü. O Ayşe’yi gerçekten sevmiş miydi?





15 Haziran 2014 Pazar

ÇINAR

Tarih 08.01.2011… Senelerdir Alzheimer’dan yatan babasını kötüleştiği için hastaneye yatıran arkadaşımı arıyorum, babası nasıl diye sormak için. Sadece tek cümle söylüyor. ” Kaybettim babamı…”  Ağlama yok, isyan yok ancak o iki kelimelik cümlenin tonlamasında her şey saklı… Ertesi gün mezarlıkta babasını defnederken, seller gibi akıyor gözyaşları. “Ben öldüğümde beni de babamın yanına gömün” diyor eşine. Dua için eve giderken onu teselli etmek için “ konuşamıyordu, yürüyemiyordu, o da rahatladı, öyle düşün canım “ diyorum. Bana “ konuşamasa da onun sadece varlığı bile bana güçtü. O gölgesi ile beni koruyan çınarımdı. Kendimi çok yalnız hissediyorum “ dedi.

Mezarlıktan beri bana eşlik eden o garip his gene içime girdi o an. Babası aile mezarlığına defnedilirken, elimde olmadan, öldüğümde nereye gömüleceğimi düşünmüştüm. Babam Alman olduğu için Almanya’da olacaktı. Annem ikinci evliliğinde olduğu için, benden sonra dahil olduğu bu ailenin mezarlığına gömülecekti muhtemelen. Ait olduğum bir yer olmadığını hissettim orada. Yalnız, tek başına kalacaktım ölümde de, hayatta olduğu gibi… Arkadaşımın babası için yaptığı “ çınar” tanımlamasından sonra da kaldım öyle. Hiç bilmediğim, tanımadığım bir duygu… Her ne kadar babasını kaybettiği için çok üzgünse de, içimden onun bu duyguyu tadabildiği için çok şanslı olduğunu düşündüm.

Dışarıdan bakınca, iki anne ve iki babaya sahip olarak şımarıklık yaptığım bile söylenebilir ama kazın ayağı öyle değil işte. Hayatımda hiç “ baba” kelimesini kullanmadım her ikisine de. Öz babam Alman olduğu ve hep uzaklarda olduğu için ne Türkçe ne Almanca söyleyebildim o kelimeyi. Seneleri bir şekilde hitapsız geçirdikten sonra kızımın doğumundan sonra “dede” anlamına gelen “Opa” hitabıyla çektiğim sıkıntıdan kurtuldum. Üvey babam ise her daim “ abi” idi zaten.  Onunla da hiçbir zaman bir “baba” sıcaklığına erişemedim.

Ne kucaklara oturtuldum ne de saçım okşandı babalarım tarafından.  Annem gencecik yaşında babamdan ayrılınca bana hem anne hem baba olmaya çalıştı. Annelik ve babalık birbirlerini tamamlayan roller. Ancak ikisini de bir kişi yapınca maalesef fire veriyor insan. Annemde de öyle oldu işte. Ne birini ne öbürünü tam yapabildi. Ben ise annemin bu çıkmazını anlayacağım yaşa kadar ona diş biledim senelerce. Daha yeni yeni anlıyoruz birbirimizi. Eh geç olsun güç olmasın…
Belki bu yüzden kızımın babasının “baba” olması çok önemli benim için. Hakkını da yiyemem. Umduğumdan çok daha iyi bir “baba” oldu. Kızımın babasına olan sevgisini ve güvenini gördükçe çok mutlu oluyorum. Kendini “ait “ hissettiği bir ailesi olması adına, boşanmama rağmen kızımla aynı soyadını taşımak açısından eski eşimin soyadını taşıyorum hala. Onun benim yaşadığım “boşluk” hissini hissetmemesi için elimden geleni yapıyorum. Muhakkak eksiklerim ve yanlışlarım vardır ama onları da keşfettikçe düzeltmek için çabalıyorum.

Yarın “ BABALAR GÜNÜ”…  Baba, arkadaşımın “çınar” kelimesi içine sakladığı  “sevgi, saygı, güven, koruma, kollama, sahiplenme” demek. Bir “çınar” gibi güçlü ama sevecen, her şeye rağmen ayakta dimdik durabilen, her yangında serinliğine sığınılabilen demek. Bu duyguları hisseden her çocuğun kahramanıdır babası. Gençlikte o kahramanlık rütbesini kaybetse bile yaş aldıkça tekrar gelir oturur o tahta bunu hak eden babalar.  Çocuğunun gözündeki ışığı yakabilen babaların bundan aldıkları hazzı bir anne olarak hissedebiliyorum. O veya bu nedenle bu hazzı yaşamayan babalara hayatın en güzel keyfini kaçırdıkları için üzülüyorum. “Çınar” gibi babalara sahip olan çocukları şanslı buluyor ve bu şansın farkında olmalarını umuyorum.

18.06.2011

Durun İnecek Var'dan...



1 Haziran 2014 Pazar

PEMBE PANJURLU EV

Bomboş, içinde hiçbir insanın yaşamadığı, hiçbir eşyanın nefes almadığı bir eve giriyorum. Yaşanmışlıklardan tek bir iz kalmamış odalarda geziyorum. Soğuk, lal duvarların bana fısıldamalarını bekliyorum. Kulak kabartıyorum. Konuşmuyorlar benimle… Donuk bakışlarıyla sakladıkları sırlara sadık, hiçbir ipucu vermeden mabet gibi dikiliyorlar karşımda.

Başka bir eve giriyorum. Çok odalı. Ev geniş ama kasvetli… Koyu kahverengi maun kapıları, garip pis renkli duvarları, eve sinmiş ağır kokusuyla bana dinlemek istemediğim bir öykünün yaşanmışlığını hissettiriyor. Heyecanla bana evin nimetlerinden bahseden emlakçıya odaklanarak onların öyküsüne kulak tıkıyorum. Alacağı komisyonun şehvetiyle kendinden geçmiş emlakçı, beni odadan odaya sürüklüyor. Küçük bir odanın kapısını açıp “bu da çamaşır odası “ diyerek gururla gösteriyor artık birçok evde bulunmayan bu ekstra lüksü. Çamaşır odasında yere çömelmiş, ellerimle kulaklarımı tıkayarak saklandığım onlarca gün geçiyor gözümün önünden. Hakaret, aşağılama kokan bağırtıların arasına karışmış, her an patlaması muhtemel tokat korkusuyla küçücük odanın karanlığına sığındığım, yok olmayı dilediğim saatler… Aynı korku ve dehşet hissiyle, nefes nefese kendimi dışarı atıyorum. Belki de benzer bir öyküyü anlatıyordu duvarlar… Bilmek istemiyorum.

Beni saran, güzel bir öykü anlatacak evi bulmak istiyorum. Zamanla kendi öykümü de onların öykülerinin arasına katabileceğim, beni kucaklayacak, bir bütün olabileceğim evi… Sabah uyandığımda beni güler yüzü ile karşılayacak, bir odasından diğerine geçerken, mutfağında yemek pişirirken, penceresinden dışarı bakarken kendimi ait hissedebileceğim evi… Ailem olacak evi…

Her bir evden diğerine geçtikçe umutsuzluk kaplıyor yüreğimi. Bana güzel bir öykü anlatacak yuva sıcaklığında bir ev yok mu? Neden tüm gezdiğim evlerin duvarları kırgın, küskün veya suskun? Hiç mi şen kahkahalar atılmamıştır bu evlerde? Şöyle en hafifinden… Hiç mi tatlı bir sohbetin beline vurulmamıştır neşeli, kaygısız, kalabalık sofralarda? Hiç mi kendini tamamen bırakıp şehvetle doyasıya sevişilmemiştir odalarda? Sadece masallarda mı olur pembe panjurlu evler?

Derin bir nefes alıyorum. Umudumu yitirmemeliyim. Başkalarının öyküleri üzerinden kendi öykümü yazamayacağımı fark ediyorum. Evler suskun zira onlar kendi yaşanmışlıklarını anlatmak değil, benim onlara sunacağım yeni öyküyü dinlemek istiyorlar. Bu güne kadar duvarlarına yansımış, her yeni boyayla dağarcıklarında arşivlenmiş öykülerin üzerine yeni gelecek öykünün tarzını, biçimini, rengini, tonunu hissetmek istiyorlar. Evler yorgun, ben yorgun… Her iki taraf da medet umuyor birbirinden.

Yeni bir eve gidiyorum. Sağlı, sollu, yeşermiş ağaçları ile daha sokağından beni sıcak karşılıyor. Binanın önüne park etmiş, siyah bir arabanın üzerine tünemiş iki kedi,  bir fotoğraf karesine hapsedip saklamak isteyeceğim bir görüntü sunuyor bana. Şimdiden bu sokağa ait hissediyorum kendimi. Evin içinde bomboş odaların birinden diğerine geçerken, öykümü anlatıyorum duvarlara. Beni en çok çağıran alanı kendime çalışma köşesi olarak seçiyorum. Pencere önünde yeşilliklere bakan bir köşe… Kendimi tam orada, elimde kahvem, önümde açık bilgisayarım, pencereden dışarı bakarken, beynimden akan cümlelerle düşlüyorum. Kitabım o köşede yazılacak, biliyorum.

Ben o köşede oturmuş yazarken, içeriden neşeli kahkahalar geliyor. Kızım eve davet ettiği arkadaşları ile sohbet ediyor. Belki de gönlünün prensini anlatıyor onlara. Kim bilir? Biraz önce pişirdiğim, kokusu tüm eve yayılmış taze kekten kesip veriyorum onlara. Yanlarına gittiğimde birden susuyorlar hepsi. Kesin bir erkek meselesi dönüyor burada. Anlamamış gibi yapıp hemen odadan çıkıyorum.  Geri gelip yazının başına oturduğumda, masanın üstüne çıkıp pencereden dışarı bakan kedim başını uzatıp mırlayarak “ sev beni “ diyor. Ne kadar kolay… “ Sev beni “ diye mırladığında hemen seviliyor kediler. İnsanoğlu hiç başkasına aleni “ sev beni “ diyebilir mi? Dese bile sevilir mi?  

Ben onu severken pencereden neler gördüğü anlatıyor. Ona kur yapan, pencerenin önünden ayrılmayan kedi irisi, gri beyaz tüylü, kopmuş kulak ucundan belli biraz küheylan erkek kediyi şikâyet ediyor bana. Şikâyet ediyor ama hoşlanıyor da bu ilgiden benim haspa. Seneler içinde aldığı onca kiloya rağmen beğenilmek kimin hoşuna gitmez ki?

Salonda yanan şöminenin karşısındaki koltukta, elimizde içki bardakları, fonda Rubato’nun    “ Bir Ayrılık, Bir Yoksulluk, Bir Ölüm “ şarkısı, başım sevdiğimin göğsünde, kolları ile beni tümden sarmış, sessizce şarkıyı dinliyoruz. Konuşmuyoruz. Bir ağıt olan bu şarkının hüznünü hissediyoruz birlikte. Aşkın derin, uzun koridorunda dolaşıyoruz. Dışarıda lapa lapa kar yağıyor… Henüz bir yüzü yok bu sahnenin ama olacak, hissediyorum.

Kırmızı dolapları beni yaşama davet eden mutfakta pişen yemeklerin rahiyası burnumu gıcıklayarak ruhumda hoş bir tat bırakıyor. Tatlı bir telaş var mutfakta. Akşama gelecek arkadaşlarıma yemekler pişiriyorum. Güzel olsun yemekler, sofram şık… Ruhumda çalan müziğin ezgisi yansısın istiyorum tabaklara. Neşeli bir türkü tutturmuşum zeytinyağlı yaprak dolmalarını sararken. Güneş bile kıvrak nağmelerini sunuyor pencereden…

Tatlı bir bahar günü, sabah kahvesi eşliğinde sigaramı tüttürürken balkonda, komşu çıkıyor karşı evden. “ Huu komşu keyfin yerinde bakıyorum “ diye laf atıyor bana. “ Gel, sen de gel” diyerek davet ediyorum onu keyfime. Mis gibi bahar havasının süslediği balkonumda sohbet ediyoruz komşumla ondan bundan. Kocasını şikâyet ediyor tatlı tatlı. Şikâyet ederken bile gözünden sevgi akıyor. Aşık kocasına belli. Güzel bir aileler zaten. Evine bağlı, hoş sohbet, yakışıklı, babacan bir adam kocası. İki de çocukları var. Büyümüşler artık, ikisi de üniversiteye gidiyorlar. Kızımın üniversiteye gidişini düşlüyorum gizlice, komşumun sohbetini bölmeden. Sevgiyle şikâyet edebileceğim bir kocam yok ama olsun. Aşk pınarından içmişim ya, o yeter bana…

Ev, ona anlattığım öyküyü sevmiş olacak ki sımsıkı kucaklıyor beni. Sarılışından anlıyorum, dağarcığındaki son öykü hüzünlü. Teselli ediyorum onu. “ Bizim öykümüz sevgi, neşe, keyif, kahkaha dolu olacak. Beraber başaracağız bunu.“  Yorgun ruhlarımız daha da sıkı sarılıyor birbirine.


Güneş artık kızıla çalarken sokağımdaki kedileri sevgiyle okşuyorum. Pembe panjurlu evim ilk cümlelerini fısıldıyor kulağıma usulca… Gülümsüyorum.