24 Mart 2014 Pazartesi

ÇOBAN OLMAK

Bu sabah bir arkadaşım Amerikalıların coğrafya bilgisinin ne kadar zayıf olduğunu anlatan bir makale paylaşmış Facebook’ta. Görür görmez beynimde 16 yaşında gittiğim Amerika anılarım canlandı. Anıların içinde dolaşırken o yıl öğrendiğim bir şeyi de hatırladım.

Öğrenci değişim programı sayesinde sınıfımızın en çalışkanı ve benim o yıllardaki kankam Hesna, biz Lise 2’ye giderken, o Amerika’da bir okula Lise 3’e gitmek üzere seçilmişti. Bir sene hasret dolu mektuplarla geçtikten sonra onun mezuniyet törenine katılmak üzere, hayatımda ilk defa Amerika’ya gitmiştim. Orada okullar bizden daha geç kapandığı için, ben onların okulunun son bir ayına yetişmiştim. Her gün Hesna ile okula giderdim. Okul yönetimi beni misafir öğrenci olarak kabul etmiş, derslere ve sınavlara diğer öğrenciler gibi girmemi istemişti. Onlardan bir sene geride olmama rağmen girdiğim İngilizce ve Kimya sınavlarının bana çok kolay geldiğini ve öğretmenlerin sınav kağıdımın üzerine Türkiye’den gelmiş bir öğrencinin bu kadar başarılı olduğu için şaşırdıklarını ve hayatta bana başarılar dileklerini yazdıklarını hatırlıyorum. Not mot yoktu tabii sınavların üzerinde ama sınıftaki çoğu öğrenciden daha iyiydi sınav kağıdım. İlk o zaman okulum Üsküdar Amerikan Kız Koleji’nin kıymetini anlamıştım.

Okula ilk gittiğimiz gün, biraz da bilmediğim bir yerin verdiği ürkeklikle arkadaşımın koluna girdiğimde, elektrik çarpmış gibi kolunu çekmişti Hesna. Halbuki o yıllarda kız kıza, kol kola gezmek çok normal bir şeydi ülkemde. “ Sakın koluma girme, bizi lezbiyen sanarlar “ demişti. Lezbiyen? O zamana kadar hayatımda duymadığım bu kelimenin ne anlama geldiğini bilmiyordum bile. Böylece kelime dağarcığıma “ lezbiyen” kelimesini de eklemiş oldum. Gene aldığım kültürle, ilk defa gittiğim bir yere düzgün giyinmek gerektiğini düşündüğümden, güzel bir elbise giymiş, annemlerin bana o sene hediye ettikleri minik altın küpe ve mineli yüzüğümle kendimi süslemiştim. Arkadaşım beni arkadaşlarına tanıştırdığında ilk gelen yorum “ siz çok zenginsiniz herhalde “ oldu. Sonradan Hesna’nın bana söylediğine göre altın küpe takmak zenginlik belirtisiymiş oralarda. Tabii hemen çıkarıldı küpeler ama akıllarda kalmış olmalı ki bir tanesi bana bir gün “ sizin kaç deveniz var? “ diye sordu! Ben “İngilizcem mi yetmiyor acaba soruyu anlamaya?” diye hayıflanırken sadece “ pardon? “ diyebilmiştim.” Siz ulaşımınızı develerle sağlamıyor musunuz? “ diye açıkladı kız. Şaşkınlıkla “ nereden çıktı bu? “ deyince de “ Arabistan’da ulaşım develerle yapılıyormuş “ diye cevaplamıştı kızcağız. Ben Türkiye’nin Arabistan’ta olmadığını, zaten Arabistan’ta bile insanların artık deveyle ulaşım yapmadıklarını anlatmaya çalışırken Hesna kolumdan çekmişti. “ Boşver anlatma, anlamıyorlar. Ben bir senedir anlatıp duruyorum. “

Dikkatimi çeken diğer bir olay ise, Hesna’nın beni yerleştirdiği gene aynı okulda okuyan bir öğrencinin evine hiç gazete alınmayışıydı. Gazete nevinden günlük kasaba haberlerini yazan 3-4 sayfalık bir gazetecik vardı evde sadece. Sanırım bedava dağıtılıyordu. O yıllarda bilgisayar devasa boyutları ile sadece bazı şirketlerin kullanımında olduğundan her eve en az 1-2 gazete alındığı yıllardı. En azından bizim evde öyleydi. Her sabah gazete okumak bir alışkanlık haline geldiğinden 1 ay kaldığım Amerika’da gazetenin eksikliğini ciddi ciddi hissetmiştim. Televizyonda ise bir sürü kanal olmasına rağmen hane halkının seçimi ile bağlıydım. O süreç içinde ülkemden ve dünyadan uzak kasabanın sınırları ile sınırlı bir dünyam oldu. Kasabanın boyutu kadar bir dünya içinde yaşayıp gidiyorlardı insanlar. Fazla bir şey sorgulamadan, gündelik hayatın içinde yuvarlanarak.

Buna benzer anlatabileceğim birçok olay başıma gelirken, bir gün sınıfta pembe yanaklı, uzun boylu bir çocuk geldi yanıma. Adının Mark olduğunu öğrendiğim çocuk, kendini tanıttıktan sonra “ siz hala cumhurbaşkanınızı seçemediniz mi? “ diye sorunca günlerdir gelen aptalca soruların ardından Türkiye’nin gerçek gündemine ait bir soru duymak beni iyice afallatmıştı. O sene ben Amerika’ya doğru yola çıktığımda hala cumhurbaşkanı oylamaları sürüyor, bilmem kaçıncı tura rağmen sonuca bir türlü ulaşılamıyordu. Açıkçası o yaşlarda son derece apolitik bir genç olduğumdan detayları da fazla bilmiyordum. “ Sen nereden biliyorsun? “ diye sorduğumda “ ben gazeteci olmak istiyorum, haberleri çok sıkı takip ediyorum “ demişti Mark Klein. O günden sonra Mark’a özel bir hayranlık beslediğimi de itiraf etmeliyim.

O gün okuldan eve geldiğimde “ sürüyü bir çoban güdüyor, demek ki Amerika bu sürünün içinden çoban olmak isteyenlerle ayakta duruyor “ diye düşündüğümü hatırlıyorum. “Sürüyü fazla bilgilendirmeye gelmez yoksa herkes çoban olmak ister ortalık karışır. Gerçekten çoban olmak isteyenlerin içinden çoban olabilecek yeteneğe sahip olanların yolunu açarak, sürüye de yeterince ot vererek büyük güç oluyor” gibi bir düşünce geçmişti aklımdan. Hayatta aldığım en önemli derslerden biriydi. Tabii o zaman, olumlu anlamda bir dersti bu benim için. Hayatta bir şey olmak istiyorsam, bana verilenlerle yetinmeyip daha çok araştırmalı, öğrenmeli ve çok çalışmalıydım. Sürüden biri değil, çobanların arasında olmalıydım.


Bu gün Facebook’ta ki paylaşımı görünceye kadar unutmuştum bunları. O paylaşım sayesinde geriye dönüp o günleri hatırladım. Mark Klein sayesinde öğrendiğim Amerika'nın çoban –sürü politikası ise çok tanıdık geldi birden bire. Nedense?!

Hiç yorum yok: