5 Şubat 2015 Perşembe

MARQUEZ'İN FISILTILARI

Her sokağa çıktığımda, bir kitapçının önünden geçiyorsam eğer, o kitapçıya girme, kitapların kendisine has kokusunu içime çekme, kitapları karıştırma dürtüsüyle dolarım her zaman. Çoğu zaman da en az bir veya birkaç kitap alır çıkarım oradan. Okuma listesi çıkaranlardan olmadığımdan, karıştırırken o anda ya kapağından, ya arkasındaki açıklamadan ya da içindeki bir cümleden beni içine alan kitaplar olur bunlar. Bu nedenle kütüphanemde sayısı sürekli değişen ama asla tükenmeyen “okunacak kitaplar” bulunur.

Bir kitap bitip yenisine başlayacağım zaman bu rafın önünde durur, kitaplar arasında elimi gezdirir, beni çağıran bir kitabı alır onu okumaya başlarım. Genellikle o anki ruh durumuma uygun, beynimde uçuşan düşüncelerin karşılığı olan bir kitap olur bu. Bu güne kadar asla planlı programlı kitap okuyamadım, okuma listelerim hiç olmadı. Bu, beni okur olarak nereye koyar bilemiyorum.

29 Ağustos günü, yaklaşık bir hafta önce bitirmiş olduğum kitabı sindirmiş, etkisinden yavaş yavaş sıyrılmış olarak yeni bir kitap seçmek üzere gene geçtim rafın karşısına. Doris Dörrie’nin öyküleri ile Gabriel Garcia Marquez’in Benim Hüzünlü Orospularım el uzattı bu defa. İkisini de elime alıp karıştırmaya başladım. Dörrie’nin kitabının ilk öyküsü olan Bin Dokuz Yüz Altmış Sekiz' in ilk cümlesinde geçen göğüs durumu nedense ilgimi pek çekmedi. Marquez’in kitabının ilk cümlesi “Doksanıncı yaşımda, kendime bakire bir yeniyetmeyle çılgınca bir aşk gecesi armağan etmek istedim. “ ise içinde barındırdığı doksan yaş, bakire, yeniyetme, çılgınca ve aşk gecesi gibi birbirine tezat, yan yana durması bile garip kelimeleri ile kışkırtıcıydı.

Doksan yaş! Dile kolay… Bir ömür, hem de uzun bir ömür. Nasıl dolar ki bu kadar zaman? Yapmak istediklerini öteleye öteleye mi gelirdi insan bu yaşlara sıkılmadan? Yoksa yaptıkça, okul bitince, evlenince, çocuk sahibi olunca, işte ilerleyince, emekli olunca gibi her aşamada yeni hedefler, yeni hayallerle mi gelebilirdi insan bu yaşa? Belli bir yaştan sonra insan bedeninin getirdiği kısıtlamalarla hayaller de kısıtlanmaz mıydı? O yaşa gelebilse bile bir insan, böyle bir arzusu olur muydu gerçekten? O yaşa gelmiş birinin neden böyle bir arzusu olurdu? Beynime üşüşen onca soruya rağmen, ilk cümlenin içine sıkışmış yalnızlık, sevgisizlik, hüzün ve acı yüreğimi burktu.

Demin kullandığım “ yüreğimi burkmak “ deyimine bakıyorum da, ne kadar yüksekten bakan bir ifade olmuş. Sanki benim yüreğim yalnızlıktan, sevgisizlikten zaten burulmamış, bu güne kadar sevgi dolu, neşe içinde bir hayat geçirmiş gibi yalnız ve sevgisiz bir hayata kendini mahkûm etmiş bu isimsiz doksan yaşındaki karaktere acıma lütfunda bulunuyorum. Trajikomik! Otuzuncu sayfada karşıma çıkan 29 Ağustos ifadesine, tesadüfen aynı tarihte okumaya başlamış olmamdan dolayı, bu kitabın bana bu güne kadar dolduramadığım boşluğu doldurabilecek bir şeyler fısıldayacağı gibi yüce (!) anlamlar yüklemem, olsa olsa içimde büyüyen uçurumdan çıkamamanın çaresizliğindendir.

Yıllar içinde arsızca büyüyerek beni kaplayan, ne yapsan içi dolmaz boşluğun, tüm iyi okullara, iyi bir iş hayatına rağmen çocukluğumdan beri hep bir kenara iliştirilmiş hissetmemle ilgisi olmalı. On üç yaşındayken, ilk evliliğini yapan kocasının ailesinin gözüne daha fazla batmamak adına beni çağırmadığı bir düğünle ikinci evliliğini yapan annemin yeni ailesinin sofralarının kenarına iliştiğimden beri bir gereklilik haline dönüşen görünmezlik duygusu belki de bu boşluğu yaratan. Kalabalığın içinde göze batmadan, içinde esen şiddetli rüzgârlara aldırmadan tüm kurallara uyarak, hiç bir şey istemeden, sorunsuz bir çocuk olarak daha birkaç sene evveline kadar baş tacı edildiğin ana yüreğinde eski yerini tekrar elde etme hayali ile yaşamak. O şiddetli rüzgârları deli fırtınalara çeviren bir yaşama biçimi. Kırgınlıkla yoğrulmuş öfkenin, başka güzelliklere, sevgilere yer açmasına izin vermeyen, kaybedilmiş bir mücadelenin acısıyla yoğrulmuş, boşa geçmiş yıllar toplamı. İnsanın içini acıtıyor.

Kendin olmayı yadsıyarak hatta zaman içinde unutup hep başkalarının istediği biçimde davranmak ya da karakterimizin yaptığı gibi aşktan kaçıp tensel zevki satın almak, sevgiyi hak ettiğine dair bir öz güven eksikliği değil mi? Olduğun gibi kabulün mümkün olmadığına dair kesin inancın insanın cesaretini kırdığı, karanlık bir hücrenin içinde nefessiz bıraktığı zavallı bir durum…

Yüreğimi burkmaktan ziyade tanıdık bir duygunun sahiline taşıdığından o ilk cümle, kitaba iştahla devam ettim. Tanış olmadığı sevme duygusu içinde nasıl yoğrulduğunu, belki bütün ömrü boyunca kendine yarattığı rutinler içinde kendinden nasıl kaçtığını, sevgi denen o büyüleyici enerji ile bütünleştikçe nasıl kendiyle ve geç kalınmış bir hayatla barıştığını izledim sayfalar boyunca. 57. Sayfada “Doksanınca yaşım geçip giderken, onun sayesinde ilk kez kendi doğal halimle yüz yüze geliyordum.” cümlesi ne kadar hazin…

Hep uyurken izlediği Delgadina’yı bir gün uyanık, giyimli görme korkusunu o kadar iyi anlıyorum ki! Yaratılan, hayal edilen, tutunulan aşkın, yaşam sevincinin yerle bir olması anlamına gelebilir bu. İnsan sevdiğinde gerçekten karşısındaki kişiyi değil de, hayalinde yarattığı kişiyi seviyor aslında. Hele de hayalini yıkmayı mümkün kılmayacak şekilde uzaktaysa daha da büyüyor bu sevda. Belki de onu olduğu gibi görmek istemeden, ona atfettiğin özellikler, hatalarına, kötü yanlarına onun adına bulduğun açıklamalara tutunabildiğin kadar sürüyor aşklar. Kulağa geldiği kadar korkunç bir şey değil bu. Hepimizin yaptığı ama idealist bir yaklaşımla “onu olduğu gibi kabul ediyorum “ söylemi içinde kendini kandırdığı bir durum. Karşımızdakini hayalimizdeki gibi kabul ediyoruz gerçekte.

Seksen yaşında ölümle randevusuna hazırlanan babamın yanında kendini ona adamış eşini gördükçe 82. Sayfada “Dünyada tek başına ölmekten daha büyük bir felaket olmaz “ cümlesi daha vurucu bir anlam kazanıyor benim için. Kızımla kurduğumuz ikili dünyanın “süreli “ olduğu düşüyor aklıma. Kedili, deli kadın olmaya aday mıyım? Hele kahramanımızı yatağında ağırlamış eski orospulardan Casilda’nın “ Allah’tan benim Çinli’yi tam zamanında buldum. İnsanın küçük parmağıyla evli olması gibi bir şey, ama yalnızca bana ait.” cümlesindeki “yalnızca bana ait” kısmına öylece bakakalıyorum. Kim kime ait olmuş ki şu dünyada? İpi kopmuş sandal gibi, bir yere, bir kimseye ait olmadan akıntıyla sürüklenmenin yalnızlığını bildiğimden, yüreğimde karşılığını bulan acınası bir çaresizlik okuyorum bu cümlede.83. sayfada, gene aynı orospunun “ Âşık olarak düzüşme zevkini denemeden ölmeye kalkma sakın.” cümlesi ise, aşkın yatağa girdiğinde, o hayvansı birleşmeyi nasıl da değiştirip büyülü bir hale soktuğunu hatırlatıyor bana.

Kitabın final cümlesi ise, burada yazmayacağım ki kitabı okumaya niyetli olanlar için heyecan kaçmasın, bana her zaman inandığım, yaşadığım onca olumsuzluğa rağmen inanmaktan asla vaz geçmediğim, bilakis daha da sıkı sıkı yapıştığım yaşamdaki tek gerçeğin sevgi olduğu ve tüm güzelliklerin, iyiliklerin sevginin varlığında ortaya çıktığı tezime bir gönderme âdeta.

İçgüdüme güvenerek, Dörrie’nin öykülerini bırakıp Marquez’in bu kitabını, tam doğru zamanda, sevginin gücünü sorguladığım bir zamanda, okumak sevgiye olan sarsılmış inancımı tazeliyor yeniden. Marquez Usta’ya teşekkürlerimi yolluyorum içimden.





Hiç yorum yok: