Sıradan bir gün… Son zamanlarda günler ne kadar sıradan
olabilirse o kadar sıradan işte. Her zaman ki gibi çocuğu okula gönderdikten
sonra sabahın ilk kahve ve sigarası ile güne başlanan bir gün.
Saat daha çok erken. Kısa bir süre önce terk edilmiş uykunun
mahmurluğu, yatağın sıcaklığı hala üzerimde.
Kafamda binlerce deli düşünce beyin duvarlarıma çarpıp çarpıp
düşüyorlar. Hiç birinin bir yere varacağı yok. Sadece uçuşuyorlar öyle. İşleri
bu. Beynimi meşgul etmek. Bu karmaşanın içinde günü planlamaya çalışıyorum. Arkadaşlarım
gelecek. Bir şeyler yapmak lazım. Elimde kahve, camımın önündeki ağaca
takılıyor gözüm. Çoğu hala yeşil yapraklarının. Yeni yeni sararmaya
başlıyorlar. Sonbahar ucun ucun gösteriyor kendini.
Kalkmalı, misafirlere hazırlık yapmalı. Tam kalkacakken
telefon çalıyor. Telefon için çok erken. İçime sıkıntı giriyor. Ekranda “babam
“ yazıyor. Babam hastanede, babam arayamaz. Ama arıyor işte. Ekrana bakıp
kalıyorum. Açmadan biliyorum. Ama açmak lazım. Duymak, dinlemek… Öyle bir şey
bu. Söylenmeli, bilinmeli, adı konmalı. Oysa ben daha dün akşam yatarken
biliyordum. “Uçağımı bu hafta sonuna alayım, bu hafta sonu da geç olur mu
acaba?” diye içimden geçerken geç olduğunu biliyordum.
Telefonda üvey annem bilindik cümleleri gözyaşları içinde
söylerken gözüm ağaçtan süzülen yaprağa takılıyor. Yarı sararmış, tam kurumamış
ama bir şekilde dalından kopmuş bu yaprak süzüle süzüle iniyor yere doğru.
Kopmuş ağacından, hayattan. Yapraklar kuruyor, düşüyor, yerlerine yenileri
çıkıyor. Ömürlerini tamamlayınca gene başlıyor aynı döngü. Aynı hayat döngüsü
gibi.
Hiçbir şey söylemeden kapatıyorum telefonu. Gözlerim
yaşarıyor ama ağlamıyorum. Sadece ağaca, ağaçtan süzülen yaprağa bakakalıyorum.
Öyle süzülüp gitti işte babam. Üzüntü hissetmiyorum. Sanki onun son dönemde
yaşadığı korkularının sonu geldiği için huzura ulaştığını hissediyorum. İllet
hastalığın pençesine düştüğünü öğrendiğimden tam üç ay sonra. Hızlı oldu her
şey. Bir öğrendik hasta, bir baktık gitmiş. Çabucak, acelesi varmış gibi… Belki
de vardı, kim bilir? Hiç sevmezdi düşkün olmayı. Olmadı da. Hiç düşmedi… Tanrı’nın
sevdiği kullarındanmış.
Yas, metanet, sabır dilekleri ile doluyor etrafım. Yas nedir
ki? Psikologlar gibi bilimsel bir açıklamam yok ama kaybın karşısında duyulan
yoksunluk hissi diyebilirim ben. Genelde kaybedilmiş kişiyle yaşananlardan,
paylaşılanlardan yoksun olma durumunda insanların oluşan boşlukla ne
yapacaklarını bilememe hali. Aslında kaybedilen kişiden ziyade kendi
yoksunluğuna üzülme halidir yas. Bu yoksunlukla başa çıkıp, oluşan boşluğu
kabul etme, o boşluğu anlamlı başka bir şeyle doldurma sürecine kadar geçen
sürenin adı. Bana göre tabii. Psikologlar itiraz edebilir.
Kendi adıma bir üzüntüm yok. Şartlar gereği birbirimizde
ayrı geçmiş, ortalama senede bir kere on-on beş gün tatil kıvamında paylaşılmış
zamanlardan başka fazla bir anım yok maalesef. Yanlış anlaşılmasın; bu ne benim
onu sevmediğim ne de onun beni sevmediği anlamına geliyor. Çok severdik, çok
severiz birbirimizi. Dünyanın en iyi, en tonton insanlarındandı. Kötülük nedir
bilmezdi. Bilmek ne kelime kötülüğü anlamazdı.
Üzüntüm onun ve eşinin adına daha çok. Üç ay evveline kadar
hala hayata dair istekleri, beklentileri, hayalleri olan dinç bir adamdı.
Önümüzdeki sene yetmiş yaşında olacak eşi ile beraber büyük bir yüz elli yaş
partisi yapmayı hayal ediyordu mesela. ( Kendisi de seksen yaşında olacaktı)
Yeni evimi görmek istiyordu. Bir daha İzmir’e gitmek istiyordu. İzmir’deki
İskele restoranda yeniden kalamar yemek. Yok artık orası dediğimde ne
üzülmüştü. Amerika’ya gemi yolculuğu yapmak planları vardı. Vardı da vardı. Hep
böyle değil mi zaten? Hep planlar, arzular bir engele takılmıyor mu?
Ben kötü müyüm? Ruhsuz? Duygusuz? Bilemiyorum. Daha çok bir
suçluluk duygusu hakim. Onun yanında olamamış olmanın verdiği bir suçluluk.
Sadece hastalığı süresince değil. Hayatı boyunca. Başka çocuğu da olmadı. Tam
bir evlat olabildim mi? O tam bir baba olabildi mi? Olamadık. Şartlar izin
vermedi. Okula hiç babam götürmedi. Beraber hiç ders çalışmadık. Neredeyse hiç
dertleşmedik. Beraber hiç ağlamadık. Bol bol güldük ama… Kültür farkı da girdi
araya. Her ne kadar Alman kanı da taşısam, doğup büyüdüğüm Türk topraklarının
kültürü hakim oldu bana daha çok. Bu nedenle bazen anlayamadık birbirimizi.
Gene de hiç sorgulamadı babam beni. Hep güvendi. Attığım hiçbir adıma itiraz
etmedi. Her ne kadar bazen yalnızlık hissi verse de birinin yüzde yüz güvenini
kazanmak da başka artılar getiriyor insana.
Her geldiğinde muhakkak evimin eksiklerini tamamlardı.
Yanmış lambayı, iyi çalışmayan sifonu, bozuk prizi tamir ederdi. Bulamadığı bir
parça için tüm İstanbul’un altını üstüne getirirdi. Uzakta olan kızı için
yapabileceğinin en fazlasını yapmak isterdi. Maalesef bana geçmeyen çok düzenli
bir adamdı. Titizdi de. Evinde halı saçaklarını taramak için özel tarağı
olduğunu söylesem, inanır mısınız? Çok gülmüştüm ilk gördüğümde. O halı
saçakları hep mum gibi olmalıydı. Üzerlerine basıp dağıtırsak söylenirdi. Ama
öyleydi babam. Sevimliydi.
Bütün bu yoksunluklar aramızda derin bir sevginin varlığını
engellemedi. Beni her gördüğünde gözlerinden mutluluk ve sevgi akardı. Ben de
onu çok severdim. Muhtemelen o beni daha çok severdi. Ben gençliğin verdiği
havailikle biraz geç anladım sevgisinin değerini.
Gene de geriye bakıp düşünüyorum da iyi bir hayatı oldu
babamın. Büyük hayalleri yoktu. Olanla yetinen, sevgi ve huzur odaklı bir
hayatı vardı. Çok uzun yıllara dayanan dostlukları, ailesi, eşi ve bizimle
yetindi. Mutluydu. Birçoğumuz için söylemesi ne kadar zor bir cümle. Belki de
bu noktada kendimize dönüp bakmalıyız. Yetinme kelimesinin üzerine basa basa…
Babam fiziken öldü ama ben yaşadıkça, o daima gülen gözleri
ile benimle birlikte yaşayacak. Biliyorum hep yanımızda olacak. Güzel
günlerimizi paylaşacağız gene.
Babacığım gittiğin yerde nur içinde yat. Sonsuz sevginin varlığı
her daim üzerimizde. Biz var oldukça sen de bizimle birlikte, sevgimizde
varsın. Seni seviyorum…
1 yorum:
Sevgili Yasemin, her insan bir bebek üstüne bir tutam emek. Sonra gidiyoruz bir bilinmeyene. Bu bir veda değil inan. Sevgili babacığın aynı tarif ettiğin gibi bir insandı. Nur içinde yatsın elbette ama tanıdığım kadarıyla kendisi bir nurdu zaten. İşte bu noktada düşünüyorum ve bu kelimelerin hepsi kendi babam için de söylenmişti bir zaman önce. Anıyorum ve ağlayarak aynılarını yazıyorum senin de babanın ardından...
Yorum Gönder