Dün akşam edebiyatımızın değerli isimleri Haydar Ergülen, Feryal Tilmaç ve Nalan Barbarosoğlu ile yemek yemek şansım oldu. Masanın diğer misafirleri, benim gibi yazmanın büyüsüne kapılmış, yazmayı ve okumayı daha iyi anlama çabasıyla bu hocalardan ders alan diğer kursiyerlerdi. Yuvarlak bir masanın etrafında hayat ve edebiyatla dolu bir gece...Ne mutluluk. Zaten edebiyat hayatın bir yansıması değil midir?
Satırları arasında kaybolduğunuz, sihirli kelimeleri ile sizi bir dünyadan öbürüne alabilen yazarlarla aynı sofrada oturmak ayrı bir keyif. Gayet gündelik bir sohbetin tonu bile edebi. Yarattıkları eserlerdeki mistik karakterlerin ardında sizin, benim gibi hayat gaileleri olan insanlar olmaları insanı şaşırtıyor bir anlığına. Komik tabii. Onlar da herkes gibi etten, kemikten bir insan. Ancak en basit olaya bile bakışlarında farklı bir derinlik var. Muhtemelen bu derin bakış onlara o sarsıcı cümleleri yazdıran.
Doğal olarak sohbet başka kitaplardan, yazarlardan, yazmaktan, okumaktan oluştu. Haydar Bey yeni keşfedip çok etkilendiği bir yazardan bahsedince Feryal Hanım hemen yazarın adını kaydediyor.Çok hoş. Ben de kaydettim kafama. Yazarın adı Aleksandar Hemon. Aşk ve Engeller adında bir kitabını Haydar Bey kurs programına almış. Okumadıkları yazar, bilmedikleri kitap yok gibi. Doymak bilmeyen bir açlıkla, her yazarın dünyayı, duyguları, düşünceleri ifade edişini, anlatımını merak ediyorlar. Besleniyorlar da muhtemelen. Başka yazarlardan hayranlıkla bahsediyorlar. Kıskançlık yok yani. Yazmanın ilk şartının çok okumak olduğunu bir daha hissediyorum." Başka yazarları çok okursak taklit etmez miyiz?" diye sormuştu bir derste bir arkadaşımız. " Edebilirsin ama ne kadar taklit edersen et, senin sesin başka çıkar" demişti Nalan Hocamız. Doğru.
Haydar Bey, kendisi için en güzel 1974 yılının olduğunu söyledi. Nedenlerini anlatırken " bu anlatıdan bir öykü çıkar hatta roman bile olabilir" diye geçti aklımdan. Öyle güzel anlatıyor ki! Hiç hangi yılın benim için en güzel olduğunu düşünmemişim. Bunu düşünmek bile insanı içsel bir yolculuğa çıkarıyor. Bana göre her yıl, iyisi ve kötüsüyle geçip gidiyordu bir şekilde. Mutluluk duygusunun ağır bastığı bir yıl olmalı herhalde derken hayır, umut duygusunun ağırlıklı olduğu bir yıl daha iyi geliyor bana.
Feryal Hanım, Murakami için "yazdığı şeyler genellikle karanlık olmasına rağmen, huzur dolu bir anlatımı var. Bana çok iyi geliyor " dedi. Murakami'nin bütün kitaplarını, hatta daha Türkçe'ye çevrilmemiş son kitabını da okumuş. Oysa Japonca okunduğunda sert bir dili olduğu söyleniyormuş." İngilizceye çevrildiğinde o sertlik kayboluyor, o da dilin cilvesi" dedi. Doğru çevirinin, çevirmenliğin ne kadar önemli olduğunu konuştuk.
Haydar Bey'e kendisinin "Neyse" demek iyidir, 'bu da geçer' demek gibidir… Geçmez, herkes bilir geçmediğini, geçmiş gibi yapılır." cümlesinden yola çıkarak bir yazı yazdığımdan bahsedince, konu mektup bitişlerine geldi. Sık sık neyse diye bitirirmiş kendisi. Kimi sevgiyle, kimi muhabbetle, kimi öperek, kimi sarılarak, kimi kucaklayarak bitiriyor mektuplarını. Haydar Bey genç bir şair arkadaşının ( adını unuttum maalesef) "güneşle" diye bitirdiğinden bahsetti. Bunu çok sevdim. Bu kelime içinde o kadar şey barındırıyor ki! Aydınlık, sıcaklık, enerji, neşe, keyif...
Keyifli bir geceydi. Beslendim, öğrendim. Kendimi iyi hissettim. Bu organizasyonu yapan arkadaşıma en içten teşekkürlerimi yolluyorum.
Güneşle arkadaşlar güneşle...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder