9 Ağustos 2015 Pazar

KARDELEN

Gün… Gene aynı... Hep sıradan… Gene kalktık işte boş bir güne. Başımda bir basınç. Tansiyonum mu çıktı gene? İlaçlarımı almalı. Almasam? Ölür müyüm? Ölsem… Şu kuş. Ne güzel de ötüyor sabah sabah. Ölmek istemiyor insan. Korkuyor. Korkuyorum ölümden. Ölsem geçer mi içimdeki sızı? Fena geçmedi hayat aslında. Ne çok gezerdik Adnan’la. Ne çok şey gördüm sayesinde. Allah rahmet eylesin. Adnan erken bıraktın beni. Sen varken azalmıştı. Unutmuştum neredeyse! Unutmamıştım tabii, insan unutamıyor ama hafiflemişti sanki. Düşünmeden geçirdiğim günler oluyordu. Sonra acı bir suçluluk hissediyordum. Ah! Adnan sana hiç söyleyemedim. Nevrotik sanıyordun beni. Hahaha! Ben de sığındım buna. Hahahaha! İyi kalpli kocam benim, hiç düşünmedin neden böyleyim diye. Sorsaydın, belki? Güzel bir oyun oynadık seninle. Hahahaha!

Kuş düşüncelerine ritm tutmuş başka bir notadan ötüyordu sanki. Büyükhanım yatağından yavaş yavaş kalktı. Pencereye gidip perdeleri açtı. Masmavi bir gök, Boğaz’ın derin suları günaydın dediler. Kuş ona şöyle bir bakıp uçtu gitti.

-       Mühibeee! Bu vazoda niye laleler yok? diye gürledi, aşağı iner inmez gözüne çarpan eksikliği fark ederek.

Mühibe “ sabah sabah tövbe, bismillah “ diyerek koşturdu Büyükhanım’ın yanına. Yıllardır bu evde çalışıyordu. Hanımının lale takıntısını biliyordu. 
Konağın Boğaz’a bakan penceresinin önünde duran sehpanın üzerindeki vazoda her daim lale olmalıydı. Nedense! Onun garipliklerine ne kadar alıştım dese de o tiz sesini duydu mu irkiliyordu gene de. Yorgundu, bezgindi. Yaşlıydı.

-       Solmuşlardı, attım ben de. Sipariş verdim çiçekçiye getiriyorlar, dedi bıkkınlıkla.

Büyükhanım uzatmadı Allah’tan. “ Tamam tamam “ diyerek onu gönderdi yerine yani mutfağa. Mühibe hemen kahvesini yaptı. Daha fazla sinirlendirmeye gelmezdi.

Boğaz’ın suları dingin, nazlı nazlı salınıyordu. Güneş daha şimdiden havayı ılıtmış, tüm neşesiyle gülümsüyordu. Açık pencerelerden bahar havası sızmıştı içeri. Pencerenin önündeki ağaçlar çiçek açmış Büyükhanım’a selama durmuşlardı. O hiç birini fark etmedi.

Dalgın dalgın sokağa bakıyordu. Ne telaş vardı sabahın bu saatinde! İnsanlar işe yetişmek için hızlı adımlarla, kaldırım taşlarına vura vura yürüyorlar, çocuklar okula neşe içinde koşuyorlardı. Hele anneler! Çocuklarını okula bırakıp geri dönme telaşı içinde üzerlerine ne varsa geçirirler, bir rüküşlük panayırına dönerdi ortalık. Seviyordu sokağı. Canlıydı. En çok da tam sokağın dönemeç yaptığı noktayı sever, o köşeden aniden çıkacak sürprizleri tahmin etmeye çalışırdı. Oyun işte! Hayat da bir oyun değil miydi?

Birden kalbi duracak sandı.

Tam o köşeden, altında şalvar, üzerinde örgü yeşil hırka, yüzünde verevine sargı olan bir kadın, hoplaya zıplaya giden bir kız çocuğunu elinden tutarak döndü. Yandan iki at kuyruklu, kâhküllü, beyaz yakalı siyah önlüklü, okula yeni başlamış olacak kadar küçük bir çocuktu bu. Çocuk kahkahalar atıyor, annesinin “ dur, yavaş kızım “ sözlerine aldırmadan hoplamaya devam ediyordu.

-       Mühibeee, koş koş. Çabuk gel.
Mühibe, yılların ağırlığını sürüye sürüye geldi.
-       Kim bu kadın Mühibe? Tanıyor musun?
-       Haa o mu? İki sokak ötede kapıcı bunlar. Bakkalda karşılaşıyorum bazı bazı. Talihsiz kadın. Kocası yüzünü bıçaklamış diyorlardı geçen gün.

***
Nimet, o hep önünden geçtiği konaktaki hanımın kendisiyle görüşmek istediğini duyunca şaşırmıştı. Kızını okula götürürken veya alırken bazen pencerede otururken görürdü onu. Saat kaç olursa olsun, topuz yapılmış saçları, mücevherleriyle her an sokağa çıkacak gibi hazır otururdu orada. Ne istiyordu ki ondan?

Leyla’yı okuldan aldıktan sonra çaldı kapılarını. Leyla hiç görmediği kadar büyük bu evin ihtişamından, her an kırılacakmış gibi duran narin, antika mobilyalardan, su damlalarından yapılmış çiçekler gibi asılı avizelerden çok etkilenmişti. “Sakın bir şeye dokunma “ diye sıkı sıkı tembihlenmişti. Annesinin hırkasına yapıştı. O yaşlı teyzenin süt ve kurabiye teklifini aç olmasına rağmen geri çevirdi; annesinin korkusundan.

Beraber çıktılar Büyükhanım’ın yanına. Leyla gözlerini kocaman açmış, ayrı köşelere dağılmış koltuk takımlarına, sehpalara, sehpaların üzerindeki biblolara hayretle bakıyordu. Kendi evleri bu salonun bir köşesi kadar bile yoktu.

-       Adın ne senin? diye sordu Büyükhanım. Biraz sert mi sormuştu?
-       Nimet efendim, dedi çekinerek.
-       Nimet, burada çalışmak ister misin? Mühibe yaşlandı artık, yetişemiyor işlere. Ona yardımcı lazım.

Mutfaktan kulak veren Mühibe duyduğuna inanamadı. Son senelerde artık yapamadığını, kendisine bir yardımcı alınsa iyi olacağını hep söylemiş ama Büyükhanım kulak ardı etmişti bu dediklerini. Şimdi ne olmuştu da fikri değişmişti? Her neyse ne, çok sevindi. Eğer Nimet kabul ederse, hafta sonları izin gününde belki bir gece de kalabilirdi Sultangazi’de oturan kızında. Torununu koynuna alıp şöyle…

Nimet de inanamadı kulaklarına. Başına devlet kuşu mu konmuştu? Devamlı içen kocası ona geçen hafta bıçak çektiğinden beri ne yapacağını düşünüyordu. Sık sık döverdi kocası, ona alışmıştı, ama bıçak çekmek! O başka bir şeydi. Korku girmişti içine. Bu sefer yüzünde bir yarayla kurtulmuştu ama bir daha ki sefer? Alkol şişede durduğu gibi durmuyordu ki!

Bir şangırtıyla hepsi birden irkildiler. Leyla annesinin eteğinden sıyrılmış, az ötedeki sehpanın üzerinde duran porselen kuş bibloyu eline almıştı. Oynarken elinden kaymış ve biblo kırılıp tuzla buz olmuştu. Nimet parçalara bakarken birkaç saniye evvelki umutlarının da tuz buz oluşunu gördü.

-       Ben sana hiçbir şeye dokunmayacaksın demedim mi!

Sesi kapalı dudaklarının arasından tıslayarak çıkıyor, kırılmış umutlarının öfkesi gözlerinde parlıyordu. Hızla kolundan çekiştirerek kızı kaldırdı yerden. Leyla ağlamaya başladı. “ Sus be sus, ağlama! “ İyice sinirlenmişti. Utanç, hayal kırıklığı hepsi birbirine karışmış, bir an önce buradan gitmek istiyordu. Kaçmak… Onu bekleyen bildik karanlığın içine sığınmak…

-       Çok… çok özür dilerim Hanımefendi. Biz gidelim. Hadi Leyla!
-       Nereye gidiyorsun? Daha cevap vermedin teklifime. Hem çocuk o. Oynayacak da kıracak da.

Büyükhanım Leyla’nın yaşlı gözlerine baktı. Kendi Lale’si yaşasaydı da böyle kırıp dökebilseydi keşke. Yaşamadı. Yaşayamadı. Soğuk bir kış sabahında solup gitmişti, daha bir aylıkken. Aynen adı gibi… Büyük aşkla evlendiği ilk kocası Rıza da bebeğin ölümünden sonra gitmişti evden. Dayanamamışlardı acıya. Kar örtmüştü hayatındaki en güzel şeyleri. Bahar hep gelir gibi olmuş ama don yapıp açamamıştı çiçekler. Leyla’yı hayalinde canlandırdığı kızına benzetmişti. Yüreğindeki buz erimişti görür görmez.

-       Gel bakayım yanıma.

Leyla annesine baktı. Annesi başıyla onaylayınca ürkek adımlarla Büyükhanım’ın yanına gitti. Büyükhanım yanındaki sehpanın üzerinde duran gümüş kuş bibloyu aldı, Leyla’ya uzattı.

-       Bununla oynamak ister misin? İstersen senin olabilir. Ben en çok dışarıdaki gerçek kuşlarla oynamayı seviyorum. Onlarla şarkı söylüyorum beraber. Sen de söyler misin?

Leyla çekinerek gümüş kuşu eline aldı. Büyükhanım elini uzattı. Onun buruşmuş, lekeli ellerine elini verip, berjerde ondan kalan küçücük yere sığdı. Bir kuş ötmeye başladı. Baharı hissetti Büyükhanım. Çiçekler mis gibi kokuyordu.


27.02.2015

Hiç yorum yok: