14 Ağustos 2015 Cuma

AY DOĞDU

                                                              Küçük Kara Balık – Behrengi’ye saygıyla.

Zil çaldı. Sabahın erken saatinde çalan bu zil Ali’nin derin uykusuna değmeden geçip gitti.  Rüyasında kendisine yer bulmuş “hadi kalk” arkasını dönerek savuşturuldu. Yüzünde şefkatle gezinen el ve yanağına konan öpücük Ayşe’nin silüetinde şekil aldı. Daha sert bir “hadi kalk” ve sarsıntı - dürtülme demek daha doğru - Ali’yi uykunun sımsıcak kavrayan kollarından dehşetle sıyırdı. “Ne oluyo yaa? Deprem mi var?” diyerek korkuyla gözlerini açtı. Annesinin gülen gözleriyle karşılaştı. “Hadi kalk oğlum, bugün okul başlıyor” diyen annesine şiddetle “gitmiceem, gitmek istemiyorum” diyerek başını tekrar yastığa gömdü.

Zil çaldı. Yaz tatilinin ardından öğrenciler sınıf sınıf dizilerek okulun bahçesinde toplandılar. Okul müdürünün yaptığı uzun, sıkıcı konuşmayı henüz uykudan açılmamış gözleriyle, bir sağ bir sol ayaklarının üzerinde sallanarak dinlediler. Ayşe kocaman, beyaz bir kurdele bağlanmış atkuyruğu saçıyla Ali’nin iki sıra önünde, İstiklal marşını göğsüne topladığı derin nefesle coşkuyla, dimdik söylüyordu. Ali de dikleştirdi kendini. İstiklal marşı okunduktan sonra herkes sınıflarına dağıldı. Koridorda önünde, yanında kız arkadaşıyla yürüyen Ayşe, heyecanla yaz ödevi için verilen okuma kitaplarından Küçük Kara Balık’ı çok sevdiğini, o küçük kara balık gibi olmak istediğini anlatıyordu. Ali huzursuzlandı. Öyle bir kitap mı okunacaktı?  Babası tatil başlar başlamaz kitapları alıp odasına koymuştu ama hâlâ ilk bırakıldıkları yerde öylece duruyorlardı. Dağlarda, tepelerde özgürce koşturmak, derede bir balık gibi yüzmek varken kitap mı okunurdu? Kendisi bir küçük kara balıktı zaten. Annesinin ısrarıyla ne zaman defterin başına geçse hayallere dalar, elindeki kurşun kalemle hayallerini şekillendirirdi sayfalarda. Defter dolmuştu.

Ayşe sınıfın en çalışkan öğrencisiydi. Her zaman kolalı bembeyaz yakalı, jilet gibi önlüğüyle okula gelir, ödevlerini hiç aksatmaz – çoğunlukla öğretmenin istediğinden de fazlasını yapar-, öğretmen tarafından örnek öğrenci olarak gösterilirdi. Ali’lerin evinin az ötesinde, etrafı yüksek taş duvarla çevrili, büyük bahçeli bir evde oturuyorlardı. Zaman zaman Ali bu taş duvarın çatlakları arasından bahçeyi gözetler, sıklıkla onu geniş dalları, iri yapraklarıyla doğal bir kameriye haline gelmiş incir ağacının altında kitap okurken ya da ödev yaparken görürdü. Ağacın üzerinde olgunluktan çatlamış bardacıkları gördükçe Ayşe’nin onları nasıl görmediğine, görüyorsa bile onları yemek için ağaca tırmanmadığına şaşardı. Kendi bahçelerindeki incir ağacında hiç meyve bırakmamıştı. Daha sofraya gelemeden, ağacın tepesinde iştahla mideye indirmişti hepsini. Annesi “azıcık bize de bırak” diye şakayla karışık kızardı ona. Bardacıkları toplayıp Ayşe’ye verebilse Ayşe onu görür müydü?

Tam sınıf kapısında Ayşe birden arkasını döndü. Göz göze geldiler. Ali kızardı ve utangaç gülümsemeye çalıştı. Ayşe’nin bakışları Ali’yi geçti, arkasında duran birine kadar uzandı. “Geç kaldın… Merak ettim seni” dedi o birine. Dönüp arkasına baktığında o birinin Ayşe gibi sınıfın başarılı öğrencilerinden İnek Mehmet olduğunu gördü. Kıskançlık ve nefret birbirine karıştı. Kendisi hasta olup okula gelmediği günlerde Ayşe onu da merak eder miydi? Etseydi evlerine uğrar, sorardı herhalde. Gelseydi ona odasını, oyuncaklarını, kimseye göstermediği resimlerini gösterir, ağaçlardan meyveler toplar, en irilerini, en sulularını ona verirdi ama hiç gelmemişti. Bir keresinde okuldan eve kadar “beraber yürüyelim mi?” demişti de Ayşe kısaca “olmaz” diyerek yürüyüp gitmişti. Bir daha Ayşe’yle konuşamamıştı Ali.

Ders başladığında öğretmen yaz boyunca neler yaptıklarını sormuş, kimilerini ayağa kaldırıp anlattırmıştı. Allahtan bana sormadı diyerek rahatladı. Anlatacak fazla bir şeyi yoktu. Tüm yaz boyunca sokaklarda arkadaşlarıyla top oynamış, köyden gelen dedesiyle derede balık tutmuş, komşu bahçelerden meyve yemişti. Hayır, çalmamıştı. Canının çektiği kadarını yemiş gerisini bırakmıştı. Diğerleri gibi büyük şehirlerde yaşayan akrabaları yoktu. Babası malzeme almak için bazen büyük şehre giderdi ama ne onu ne de annesini hiç götürmemişti. “Görecek bir şey yok oralarda, buralar cennet, kıymetini bilin,” derdi hep. Babasına inanırdı. Hiç merak etmemişti oraları. İlçenin yakınındaki dere, orada çağlayan küçük şelale, dağlar, bayırlar yetiyordu ona. Bir de renkli kalemleri ve kâğıt olmalıydı hayatında. Babası her gittiğinde getirirdi.

Öğretmen yaz ödevlerinin yapıldığı defterleri masanın üstüne bırakmalarını istedi. Bu defterlerde tatile çıkmadan önce verilmiş kâğıtlardaki soruların cevapları ve okunmuş kitapların özetleri olmalıydı. Ayşe hemen süslü bir kapla kaplanmış iki defter çıkardı. Ali iyice huzursuzlandı. Öğretmen “yaz ödevini yapmayan var mı?” diye sorunca yüzüne al bastı. “Yapmayan varsa neden yapamadığını şimdi söylesin yoksa sıfır vereceğim” dedi. Kimseden ses çıkmadı. Öğretmen öğrencilerinin üzerinde gözlerini gezdirdi. Yerinde kıpırdanan birkaç öğrenci gördü. “Bir daha soruyorum, şimdi söylerseniz, doğruyu söylediğiniz için size bir hafta daha zaman vereceğim. O bir haftada yapabildikleriniz üzerinden not vereceğim” dedi. En önde oturan Ayşe arkasını dönüp sınıfa baktı. Ayşe’nin baktığını gören Ali kaldırmakta olduğu elini indirdi. Birkaç el kalktı. Kalkan ellerin arasında Mehmet’in eli yoktu. Allah kahretsin! Montofon n’olucak! Kimisi tüm kitapları okuyamadığını, kimisiyse kitapları okuduğunu ama özetlerini çıkarmadığını, kimi de matematik, sosyal ve fen konularını içeren kâğıtları yapmadığını söyledi. Ödevlerin hiçbirini yapmamış kimse yoktu. Ali sıfır almakla Ayşe’ye rezil olmak arasında sıkışıp kaldı. Ensesinden boşanan terleri hissetti. Öğretmen sıralar arasından geçip kendisine doğru geliyordu. Kalbi hızlandı. Tam önünde durdu. “Ali sen yaptın mı ödevlerini?” diye direk ona sordu. Bütün sınıf ona bakıyordu. Dili damağı kurumuş ağzından tek kelime çıkamadı. Öğretmenle göz göze geldiler. Öğretmen “Ali?” diye yineledi sorusunu. Başını “ yaptım “ anlamında salladı hızlıca. Öğretmen Ali’nin gözlerindeki korkuyu görmüştü, “aferin” diyerek arka sıralara doğru ilerledi.
Ders bitip yaz ödevlerinin olduğu defterleri masanın üzerine bırakıp sınıftan çıktılar. Ayşe’nin baktığını gören Ali, sabahleyin aleltelaş çantasına attığı defteri koydu defterlerin arasına. Allah vere de öğretmen defterlere baktığında, ödevini yapmamış olduğunu görünce sınıfın ortasında rezil etmeseydi onu. Annesinin babasının okula çağrılıp şikâyet edilmeye razıydı da Ayşe’nin önünde küçük düşmeye razı değildi gönlü. Gece yatağında bunun için dua etti. Ninesi bir şeyi çok istersen Allah’a dua et, istediğini sana verir dememiş miydi?

Ertesi hafta Pazartesi derse başladıklarında öğretmen tüm defterleri getirip dağıtmaya başladı. Ali geçen hafta içinde bu konu bir daha açılmadığı için bu konudan yırttığını sanıp rahatlamıştı. Masanın üzerinde bir kule oluşturmuş defterleri görünce midesine sancı girdi. Artık kaçış yoktu. Öğretmeni onu sınıfın önünde azarlayacak, Ayşe de ömür boyu onun yüzüne bir daha bakmayacaktı. Gözlerine yaşlar doldu. Hayır ağlamayacaktı, erkekler ağlamazdı. Boğazına bir yumruk gibi oturmuş acısını yutkunmaya çalıştı ama bazen boğaz acıya dar geliyordu. Dişlerini sıktı, omuzlarını dikleştirdi. Ayşe defterden beş almıştı, gururla yerine oturdu. Sıra kendisinden daha uzun boylu olduğu için daha arka sıralarda oturan Mehmet’e geldiğinde, yanından geçerken ona çelme takıp yere düşürdü. Bütün sınıf güldü. Mehmet yüzünden fırlayıp giden gözlüğünü takarken “görürsen sen” diye tısladı. “Dışarıda görüşürüz” diyerek tehdidini gördü Ali. Öğretmen “neler oluyor orada? Sessizlik lütfen” diye sınıfı azarladı. Mehmet’in aldığı beş kargaşaya geldi. Ali mutsuz gülümsedi. Nedense bu içini rahatlatmamıştı. Önündeki deftere öfkeyle çizmeye başladı. Geri kalanların kaç aldığıyla ilgilenmedi. Deftere çizdiği desen gittikçe büyüyor ve kararıyordu. Gittikçe kanatlarını kocaman açmış, ağzından ateş püsküren bir ejderha şekillenmeye başladı.

Masada tek defter kalmıştı. Öğretmen “Ali Yüksel, dört” dediğinde defterin içine iyice gömülmüş, adının okunduğunu bile duymamıştı. “Ali gel buraya” diye tekrar çağırdı onu öğretmen. Defteri Ali’ye vermeden önce sınıfa dönerek “Ali ödevini çok farklı, çok güzel yapmış, görmenizi isterim. Kitapları çok güzel resimlemişsin ama verdiğim kâğıtları yapmamışsın, onun için dört” dedi. Defterin içinde derenin içinde yüzen balıkları çizdiği sayfayı açıp tüm sınıfa gösterdi. Ali kıpkırmızı oldu. Utanarak defterini aldı ve yerine oturdu. Sevinç ve şaşkınlık arasında bir yerde kalakalmıştı.

Zil çaldı. Sınıftan çıkarken Ayşe yanına yaklaştı. “Eve beraber yürüyelim mi? Yaptığın resimleri bana gösterir misin?” dedi hayran hayran parlayan gözleriyle. Ali’nin içine ay doğdu.


10.08.2015

Hiç yorum yok: