29 Ağustos 2014 Cuma

KARALAMA

Her sabah ama istisnasız her sabah, beynimin içinde uçuşan cümlelerle uyanıyorum. Kimi zaman merakla bekliyorum kümeleşip bir yağmur oluştururlar  mı diye, kimi zamansa hemen fırlayıp bilgisayarımın başına geçiyorum yaz yağmuru gibi aniden gelip çabucak geçiveren bu düşünce yağmurunu resmetmek için. Her iki şekilde de uyandığım anda beynimde oluşmuş düşünce bulutlarını olduğu halleri ile yakalayamıyorum. Kalkıp kahvemi alıp ekran başına geçinceye kadar bazen tamamen kayboluyorlar, bazen de ucundan yakalamayı başarıyorum. Hareket halinde bir şeyi çekmek istediğinizde, fotoğraf makinesini çıkarıp çekinceye kadar istediğiniz kadrajın kaçıp gittiği ama illa çekmek istediğiniz için yarım yamalak çektiğiniz fotoğraflara benzetiyorum yazılarımı. Öyle yarım, öyle eksik…

Bu sabah uyandığımda baktım saat henüz 06:30. Her zamankinin aksine tekrar gözlerimi kapatıp beynimde uçuşan cümlelerin ritmine bıraktım kendimi. Ninni gibi bana usul usul söylenmelerini dinledim. Uyku kendi kuytu köşesine çekti beni. Duygularımı, düşüncelerimi verdim uykunun kucağına ve yeniden uyudum. Kalktığımda istikamet gene bilgisayar başı oldu. Yazmanın büyüsünden uzak duramadım.

Yazmak insanın kendi kendisiyle sohbeti aslında. Belki biraz da oyun. Oraya buraya kaçışan düşünceleri, ürkeklikten duvarın arkasına saklanıp çıkmayan duyguları, özetle yaramazlık yapan düşünsel ve duygusal dünyayı rapt-ı zapt altına almak, disipline etmek ve etrafa fazla zarar vermeden oyalamanın bir yolu. Bu oyun hoşuma gidiyor. Son zamanlarda çevremdeki insanlardan ziyade, bu oyuna kaptırmış, kendimle konuşuyorum daha çok. İçime tam ne zaman yerleştiğini bilemediğim eksiklik duygusunu tamamlamaya çalışıyorum belki de. Okuyarak, yazarak sürekli arıyorum. Eksiğin adını koyabilirsem tamamlayabilirim de belki. Sonra Nalan Barbarosoğlu’nun Okur Postası adlı kitabı vasıtasıyla tanıştığım Bülent Somay’ın “ Bir Şeyler Eksik “ kitabından yaptığı alıntıyı ( “ Eksik doldurulamaz, kapatılamaz, kamufle bile edilemez. Marifet eksikle birlikte yaşamasını öğrenmekte.) hatırlıyorum.  Beceriksizim işte, o zaman niye yaşıyorum? Bu soru beni korkutuyor… Bu sorudan kaçmak için daha da sıkı sarılıyorum yazmaya.

Geçen gün çok güzel öyküler yazan bir arkadaşımla sohbet ettik. Yarattığı naif tiplemelerin satırlar arasına saklı duygu ve düşünce dünyasında gezdiriyor bizi. Bana “ ben de senin gibi daha çok duygu koyabilsem öykülerime “ dedi. Ben ise onun gözlem ve yaratma kabiliyetine hayran “ ben de keşke senin gibi değişik karakterlerle kurgu yazabilsem “ dedim. Yazım biçimlerimiz farklı olmasına rağmen bir araya getirebilsek sanki tamamlanabilecekmiş, tam olacakmış gibi hissettim. Sanırım o iç dünyasından, bense dış dünyadan kaçtığım için ikimizin de yazıları yarım.

Gene oradan buradan düşünceler uçuşmaya başladı beynimde. Farklı konularda, farklı yoğunlukta geziniyorlar içimde. Birisinin peşine takılıp gitmeye çalışırken diğeri çekiştiriyor. Bu sağa sola çekiştirilmekten, her birinin dediğini anlamaya çalışmaktan sersemliyorum. Uyku, kara bir şövalye gibi yetişiyor imdadıma. Onun güçlü, sıcak kollarına kendimi atıp savaş meydanından uzaklaşmak iyi olacak. Yazmak yüzleşmekse uyku da kaçış...


28 Ağustos 2014 Perşembe

NALAN BARBAROSOĞLU'NA AÇIK MEKTUP

Sevgili Nalan Hanım,

Kitabınız “Okur Postası”nda yarattığınız tüm okurlar ürkek başlıyorlar mektuplarına. Ben de biraz aynı ruh hali içindeyim. Ne bileyim, sizi rahatsız etmek, vaktinizi almaktan yana bir endişem var. Öte yandan bu kadar “insanca” mektuplar yazabilen bir kişinin, hiç tanımadığı birisinden mektup almaktan sevineceğini düşünüyorum. Bu ürkeklik, tanımadığımız bir insanla iletişim kurmanın ürkekliğinden ziyade nedense sanatçılara, müdürlere, patronlara, başkanlara, zenginlere yakıştırdığımız ulaşılmazlık payesinden. Belki de olmak isteyip de olamadığımız için bu payeyi yapıştırmak işimize geliyor. Halbuki yazarlar da bizler gibi insan değil mi? Satırlarının arasından buram buram kokan özlemleri, yalnızlıkları, yoksunlukları, açlıkları, korkuları yazarla biz okurları aynı düzleme taşımıyor mu? Kurgu dahi olsa satırların arasından onların ruhuna dokunabiliyormuşum gibi hissediyorum ben. Onlar nasıl bazı cümleleriyle benim ruhuma dokunuyorlarsa, aynen öyle. Bu, aynı ya da benzer duyguyu yaşamanın getirdiği bir eşitlenme oluyor yazarla aramda. Sadece benim ifade etmekte zorlandığım bir duyguyu böyle güzel dile getirebildikleri için bir hayranlık besliyorum. Edebiyatın böyle bir güzelliği var.

Ayrıca her yazarın yarattığı eserin okurlar üzerinde nasıl bir duygu yarattığını bilmek isteyeceğini hayal ediyorum. Okurların duygu dünyasında nerelere dokunduğunu, dünyasında nasıl bir değişiklik yarattığını, yazarken anlatmak istediğinin nasıl algılandığını merak eder gibi geliyor. Bilmem yanılıyor muyum? Başka insanlara dokunmak, onlara ulaşmak, kendi ruhunu yırtan duyguları paylaşmak isteği değil midir bir yazara kitap yaptıran? Yoksa kendi kendine yazar, çekmecesinde saklardı. Değil mi? Lütfen ukalalık olarak algılamayın. Dediğim gibi bilmiyorum sadece hayal ediyorum. Size bu satırları yazmamdaki cüreti bağışlayın. Yarattığınız mektup öykülerinizdeki içtenlik, insanın derisine işleyen cümleleriniz beni buna iten.

Utanarak söylemeliyim ki, bu kitabınızdan önce sizi tanımıyordum. Sevgili bir dostumun kitabınızı hediye etmesiyle sizinle tanıştım. Hemen yazmış olduğunuz diğer kitapları da almak istedim ama maalesef hepsi tükenmiş. Sahaflara yolum düşecek anlaşılan. Kitabınızda mektup yazılmış birçok yazarı da tanımadığımı itiraf etmeliyim. Kendimi iyi bir okur zannetmeme rağmen aslında yanıldığımı, edebiyat okuru yerine piyasa okuru olduğumu fark ettim. Bu anlamda kitabınız beni yeni bir yolculuğa çıkardı. Yaptığınız alıntılardan yola çıkarak kendime yeni bir okuma listesi çıkardım. Bunun için size ayrıca teşekkür ederim.

Kitabınız hediye edileli bir süre geçmiş olmasına rağmen, her elime alışımda nedense geri bırakıp daha kolay akacak, beni fazla yormayacak romanlara yöneldim. Hayatın keskin bir virajında yer aldığım şu dönemde kendi ruhumun karmaşasına başka yorgunluklar, yalnızlıklar, yoksunluklar ekleyemedim sanırım. Kendi dünyamda netleşmemiş, yerini bulmamış duygu ve düşüncelerimin yoğunluğundan, sizin cümleleriniz bende karşılığını bulamadı bir süre. Daha adını kendim koyamamışken, sizin pamuk yumuşaklığında sunduğunuz, ucu sivri bıçaklarla yüreğimin üstüne duygularımı kazımanızı göğüsleyemedim.

Artık dibe, en dibe, ışıksız karanlığın en içine gömüldüğüm bir sırada gene elime aldığımda, karıştırırken kitabınızı Leyla Erbil’e yazılmış mektupta “ Kabuğunda kendi içine büzülmüş bir hayatı sürüklüyorum nefes alma düzeyinde. “ cümlesiyle göz göze geldim. Dondum kaldım. O an ki beni bu kadar net, bu kadar güzel anlatabilir miydi başka bir cümle? Kitabınızla aşkım işte bu cümleyle başladı. Karanlığımı daha da siyaha boyayan duygularımla yüzleşmeye hazır olduğumun bilincinde kitabınıza başladım.

Siz ve ben el ele ilerledik sayfalar boyunca. Yarattığınız her okurun öyküsünde, geçmişimde veya bu günümde yaşadığım, yaralandığım, yüzleştiğim ya da yüzleşemediğim duygu yoğunluğunun arasından süzüldüm. Her mektup rüzgârda dalgalanan bir tül perde gibi öptü geçti yaralarımın üstünden. Hiç ses bulmamış duygularım coşkuyla yer buldular benliğimde. İçlerinde kalmış irini boşaltmak istercesine, acıyarak, acıtarak bir türlü kabuk bağlayamamış yaralarımı tekrar tekrar kanattım kelimelerinizle. Geçmişle geleceğin arasındaki hayatımda gezindim cümlelerinizden oluşan süpürgeyle. O kadar ben ki, o kadar biz!.. Yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz, yaşantımız farklı olsa da ne kadar aynıyız aslında yoksunluklarımızda. Bunları yok etmek, yok saymak için nasıl da bir kandırmacanın içindeyiz! Hepimiz başka bir giysinin içinde avutmaya çalışırken kendini, yalnızlığımızda birleştiğimizi görmüyoruz, göremiyoruz.

J. D. Salinger “ Kitabı bitirdiğinizde yazarın iyi bir arkadaşınız olduğunu hissedip, onu istediğiniz zaman arayabileceğiniz hissine kapılabildiğiniz bir kitap iyi bir kitaptır. Ancak bu çok sık olmaz “ demiş. Salinger’ın dediği gibi kitabı bitirdiğimde size yazmak, duygularımı paylaşmak isteği doğdu içimde. Mektuba başlarken içime yerleşen ürkeklik duygusu da yazdıkça geçti. Varlığınız, kitaplarınız, duygularıma ses verdiğiniz için size ancak kuru bir teşekkür edebiliyorum. Eskilerin deyimiyle mürekkebiniz kurumasın Nalan Hanım. Başka kitaplarda, başka duygu ve düşüncelerde kesişmek üzere…

Sevgi ve Saygılarımla,

Yasemin Pforr


24 Ağustos 2014 Pazar

BAHÇEMİN MİSAFİRLERİ











 



MUDANYA - TİRİLYE - GÖLYAZI

Hayatın kötü sürprizlerini ardı ardına bana sunduğu bir yıl yaşıyorum bu sene. Sene başından beri, 2010 yılından bu yana yavaş yavaş girdiğim dönemecin içinde öyle virajlar yaşıyorum ki savrulmadan yolda kalmak neredeyse imkânsız. Bu, yanları uçurum, keskin virajlarla dolu yolda durmadan ilerleyebilmek, kesilen nefesime tekrardan kavuşabilmek için ara ara yavaşlayarak bu virajların etrafına serpilmiş güzellikleri görmeye, onları hayatıma dâhil etmeye çalışıyorum. Başka türlü uçurumdan aşağı düşmemem mümkün olmayacak. Düşersem de sağ çıkabilir miyim, orası meçhul.

Bu güzelliklerden birini daha eklemek nasip oldu sepetime. Annesinin ani gelişen hastalığı yüzünden benimle aynı kaderi paylaşan arkadaşım ve benzer bir korku, endişe, yalnızlık, çaresizlik psikolojisinin içinde yaşamın temsilcisi olarak kendilerine yer bulmaya çalışan kızlarımızla iki günlük bir kaçamak yaptık. Her ikimizde yaşadığımız travmanın çocuklarımıza yansımasından duyduğumuz suçluluk duygusuyla tüm yaz boyunca sunamamış olduğumuz tatili en azından iki günlüğüne sunmak, ayaklarını suya sokamamış kızlarımıza içinde bulunduğumuz ağır ortamdan uzak, en azından denizi koklatmak ve en önemlisi şefkatimizden yoksun geçirdikleri son zamanları telafi etmek, hala ve hala bizlerin yaşamda en önemli varlıklarımız olduğunu tekrar hatırlatmak üzere düştük yola.

Yenikapı’yı nedense Kabataş olarak algılamış olmamdan dolayı daha güne uyanmamış şehrin kıyı sahilinden ulaştık Yenikapı’ya. Sabah serinliğinde trafiksiz, bomboş yollarda ilerlerken, günlük karmaşa, telaş içinde güzelliğini fark edemediğimiz İstanbul’u içimize çekerek başladık yolculuğa. Yeni doğmuş güneşin sarı ışıkları altında mistik bir havaya bürünmüş kartpostallık İstanbul manzaralarının yanından geçtik ve ben bir daha hayran oldum bu şehre. Hayıflandım içten içe bu güzelliğin, bu kendine has karakterin yavaş yavaş yok edilişine. Sahip çıkmayışımıza, çıkamayaşımıza…

Mudanya’ya varıp internet üzerinden öylesine seçtiğimiz konaktan bozma butik otele vardığımızda, en azından bu seferlik, tanrının kötü sürprizler bohçasının içinde yer almadığımızı gördük. Belki de çocuklarımıza acıdı, kim bilir? Önünde boylu boyunca deniz uzanan, yüksek tavanlı, tertemiz, şık banyolu pırıl pırıl bir oteldi Golden Konak Otel. Ertesi sabah sundukları börek, patates kızartması, nefis omleti dahil mükellef kahvaltıyı da görünce  uygun fiyatlı bu oteli seçtiğimize bir kere daha memnun olduk.

Vaktimiz dar, düştük hemen yola. Esas hedefimiz Gölyazı. Arkadaşımın kızının "Güneşi Beklerken" dizisinde görüp beğendiği bir yer burası. Biz dizi mizi seyretmediğimizden haberimiz yok ama bize yer önemli değil zaten. Sadece yolculuk yapmak istiyoruz biz. Özellikle ben, arabayla yaptığımız bu yolculukta yolda ilerlerken bazı şeyleri geride bırakabilmek umudundayım. Hiç bilmediğim yerler içinde kaybolmak, derimin altında, akan kanımla birlikte ruhumun, bedenimin her yerinde hissettiğim derin sızıyı uyuşturabilmek, belki, belki bir umut, iki günlüğüne acısız yaşamayı hayal ediyorum. Öyle olmuyor… Arkadaşımın kendi kederi içinde yakalamayı başardığı, neşeli sesi ve coşkusu karşısında boğazımda boğum boğum kalıyor gözyaşlarım. Nalan Barbarosoğlu’nun Okur Postası’nda yazdığı mektupların birinde dediği gibi “Anneye bakan çocuğun gözleri sızlıyor, yutkunuyor; boğazında az önce rüyasına giren bilyelerin en kocamanı. Gözlerindeki sızıyı, boğazındaki yumruyu kovmak istercesine başını silkeliyor. Faydasız. “ Ben başımı değil yüreğimi silkeliyorum ama fayda etmiyor. Bilye olsa yutacağım ama değil. Öyle büyük ki yutulmuyor. Ağzımın, beynimin, yüreğimin içinde büyüdükçe büyüyor. Belki kusmak lazım…

Dedim ya vakit dar. Mudanya’dan Tirilye’ye gidiyoruz önce. Yol üzerinde adsız bir tepede kahvemizi içiyoruz. Karşı yakada uçsuz bucaksız bir denize yaslanmış puslu bir sisin ardından görünüyor karşı dağlar. Önümüz uçurum. O uçuruma çer çöp atılmış. Bir yerlerde gördüğüm Aşk Tepesi mi Sevda Tepesi mi adını unuttuğum yere benziyor. Çeri çöpü bile aynı. Hatta resmim bile var orada. Muhtemelen sonsuz aşkı yakalamak umuduyla çektirmişim. Ne komik!

Tirilye’ye girdiğimizde bizi karşılayan bir çok otelden, yan yana dizilmiş zeytin ve zeytinyağı dükkanlarından buranın turistler tarafından keşfedilmiş olduğunu fark ediyoruz. Gene de çok bozulmamış Tirilye. Daracık sokaklarında birbirine yaslanmış eski evlerin pencerelerinde hala beyaz dantel perdeler asılı. Dev çınar ağaçlarının gölgesine kurulmuş kahvede serinliyor insanlar. En çok da neredeyse dört beş evde bir asılı Atatürk bayrakları dikkatimizi çekiyor. Nilüfer Belediyesi’nin hazırladığı bayraklar bunlar. Her yerde aynı bayrak. “Devrimlerinin İzindeyiz “ yazıyor üzerinde.Gözlerimiz yaşarıyor hüzünle.


Her turist gibi zeytin ve zeytinyağı alıyoruz biz de eski aile yadigârı eşyalarla otantik bir şekilde döşenmiş bir dükkândan. Fotoğraflar asılı orada burada. Başı açık güzel bir kadının siyah beyaz resmi var mesela. Satıcının kırık Türkçesi dikkatimizi çekiyor. “Avrupa’dan damat geldim yirmi beş sene evvel” diyor adam. Avrupa’nın neresinden diye sorsak da bir yerinden işte diyerek geçiştiriyor soruyu. Belli ki o da hatırlamak istemiyor bazı şeyleri.


Gölyazı’na doğru vuruyoruz arabayı. Kimine göre şuracıkta, kimine göre otuz kırk kilometre var oraya. Herkes farklı tarif veriyor. Bayılıyorum bu insanımızın bilmese de bilir gibi, bilgiç bir tavırla yol tarifi vermesine. Bilmiyorum demeyi ayıp sayıyoruz herhalde. En azından her tarifte ortak olan şey; İzmir otobanına çıkınca Bursa yönüne gidilecek ve oradan Gölyazı beş dakika kısmı. Tirilye’den bize söylenen yönde gidiyoruz. Tirilye’nin hemen çıkışında dizi dizi zeytinyağı işletmeleri var küçük küçük. Üzerlerindeki tabelada fabrika yazıyor yazmasına da fabrika demek için bayağı zorlamak gerek. Gene de ana geçim kaynaklarının zeytin olduğu anlaşılıyor buranın. Zaten yol boyunca her yer zeytinlik.

Denizden uzaklaşıp karanın içine girdikçe inanılmaz güzellikte yemyeşil vadiler karşılıyor bizi. Sanki Toscana’dayız. Arkadaşım yok Champange diyor. Gitmiş görmüş oraları. Ben bilmiyorum. İçimden kızıyorum. El âlem tanıtmasını biliyor ülkesinin güzelliklerini, biz ise değil yurtdışına tanıtmak kendi insanımıza bile tanıtamıyoruz doğal güzelliklerimizi. Sonra da nefesimizi kesen güzel bir manzara karşısında “ sanki Toscana “ diyoruz. Elin adamı Toscana’dayken sanki Tirilye diyor mu? Neyse.

Artık son dönemlerine gelmiş, sapsarı ay çiçeği tarlalarının yanından geçiyoruz. İnsanoğluna doğanın armağanlarından biri diye düşünürüm bu ortası kara, kenarları sarı yapraklarla taçlanmış bitkileri. Kocaman tarlalarda aynı yöne dönmüş yüzleri ile bir dinginlik verir bana bu yeknesaklık. Aklıma seneler evvel başka bir arkadaşımla İtalya’nın güneyinde ay çiçeği tarlalarının ortasında çektirdiğimiz resimler geliyor. Sahi nerede o resimler? Senelerin silikleştirmesine rağmen, insanın karşısına nasıl da aniden capcanlı çıkıveriyor anılar. Beyne kazılmış anıları hiçbir şey silemiyor. Keşke silinebilse… Keşke bu gün dijital fotoğraf makinelerindeki gibi beğenmediğimizi geri dönülmez şekilde bir tuşla çöpe atabilsek.

Otobana bir türlü varamadığımızdan, doğru yolda olduğumuzdan emin olmak için yolun kenarına tezgâh açmış iki kadına soruyoruz Gölyazı’nı. Kadınlardan bir tanesi “ ben oralıyım, devam, doğru yoldasınız “ diyor. Yemenisi ve güllü dallı şalvarı içinde, yanmış yüzü ve su gibi derin mavi gözleri ile muhteşem güzel bir kadın bu. Sanki huzur bu kadının gülen gözleri ve dudaklarının gülümseyen kıvrımında saklı. Arkadaşım da etkileniyor kadının güzelliğinden. Belki ikimizde aynı şeyi görüyoruz, belki görmüyoruz ama ikimizde aynı şeyi arıyoruz; iç huzur…

En nihayet varıyoruz dizi sayesinde adını duyurabilmiş Gölyazı’na. Anakaraya geliş-gidiş çift şeritli kısa bir yolla bağlanan yarımada bir kısmı var. Yürüyerek çevresi dolaşılabilecek büyüklükte, yarımadaya geçer geçmez kocaman bir çınarla gölgelenmiş köy meydanının olduğu bir yer. Yarımadanın tümü küçük küçük evlerle kaplı. Bir SİT alanı. Henüz el değmemiş olduğu görülüyor. Göze çarpar bir tane restoran var. Sizi gölde gezdiren sandal turu yaklaşık on beş dakika tutuyor. Bu konuda bilgili olmadığımız için türlerini bilemediğimiz değişik kuşlar uçuyor gölün üzerinde. Uzaktan bakınca göle vuran güneşinde etkisiyle tablolara konu olabilecek güzellikte görüntüler sergiliyor göl ancak yakınına geldiğinizde gölün pisliği insanın içini burkuyor. Neden temiz değiliz? Hani temizlik imandan gelirdi?  Müslüman olan bir ülkede İslam’ın temel öğretilerinden biri olan temizlik niye sadece evlerle sınırlı kalır da insanın yaşadığı çevreye, sokağa yansımaz? Müslüman ülkelerin neredeyse tümünde olan bu pisliği neye bağlayabiliriz? Kuran-ı Kerim’in bazı öğretilerine bu kadar sıkı sıkı yapışırken aslında dine bağlı olmadan temel bir gereklilik olan temizliği neden es geçeriz? Bir anlasam… Bu arada Müslüman bir ülke olan Umman’ın hakkını yemeyeyim. Bu güne kadar gördüğüm, sokaklarında tek çöp olmayan nadir temiz ülkelerden birisiydi. Hazır aklıma gelmişken Umman’ı da ayrı bir yazı konusu olarak yazayım.

Anakaraya dönüyoruz kısa bir turdan sonra. Anayoldan beri Gölyazı tabelalarının altında yer alan Ağlayan Çınar’ı görmek istiyoruz. Zaten internetten de Gölyazı diye araştırdığınızda muhakkak görülmesi gerek diye çıkıyor burası. Ağlayan Çınar yan yatmış ulu bir çınar. Görkemli ve etkileyici bir havası var. Gölgesinin altına atılmış tahta masa ve sandalyelerde bir çay ya da kahve içmeden gitmemek gerek. Beni etkileyen ağacın altına monte edilmiş mermer levhada yazan şu satırlar oldu:
TARİHİN VERDİĞİ YORGUNLUKLA, YAN YATMIŞ ULU BİR ÇINAR.
LAKİN YAŞAMAKTAN UMUDUNU KESMEMİŞ, UZANMIŞ ÖYLESİNE
BAĞRI YANIK, YAPRAKLARI HÜZÜN, İÇİ KAN AĞLARCASINA
SAVAŞLARA, ACILARA, KARA SEVDALARA, TERCÜMAN OLURCASINA
ARDINDA, SEVGİ BAHÇESİ AÇAMAYAN GONCA BİR GÜL
ÖNÜNDE, OLUK OLUK GÖZ YAŞLARININ ESERİ, KOCA BİR GÖL…
Mehmet Okutan

Kimdir Mehmet Okutan diye araştırdığımda aslen Sivaslı bir biyolog olduğunu öğrendim. Bu ulu çınardan öylesine etkilenmiş ki bilinsin, tanınsın diye karayollarına Ağlayan Çınar tabelası koydurmak için iki yıl mücadele vermiş. Bu levhayı çınarın altına koydurmuş bir de çeşme yaptırmış ama maalesef çeşme kuru.

Saat ilerlemiş, karnımız acıkmış. Göl balıkları olan yayın, sazan ve turnadan oluşan ortaya karışık bir balık tabağı ve kıpkırmızı domateslerle bezenmiş, üzerine mis gibi soğuk sızma zeytinyağı dökülmüş salata ile küçük bir ziyafet çektik kendimize.  Güneşi Beklerken dizisinin ana karakteri Zeynep’in geceleri tırmanıp sevgilisinin hayalini kurduğu ağaca da tırmanıp anısına fotoğraf da çekmeyi ihmal etmedik. Nilüfer Belediyesi tarafından restore edilerek geçenlerde Kültür Evi olarak hizmete sunulan Aziz Panteleiman Kilisesi’ni ziyaret ettik. Eskiden nasıldı bilemiyorum ama içinde ne bir fresk ne de vitray kalmıştı. Temiz, pak, beyaza boyanmış duvarları ve dizi dizi dizilmiş sandalyeleri ile önümüzdeki günlerde, aylarda yapılacak etkinliklere ev sahipliği yapmak üzere bekliyordu. Beni en şaşırtan ve mutlu eden şeylerden biri ise kilisenin yanında gördüğüm Gölyazı Yazıevi tabelasıydı. Kapalı olduğu için bilgi alamadığım bu bina, internetten öğrendiğime göre Nilüfer Belediyesi’nin yazarlara ilham olmak üzere açtığı bir yermiş. Alberto Manguel, A.H. Tanpınar’ın “Beş Şehir” eserinden yola çıkarak bu beş şehri yeniden yazacakmış burada. Ne güzel. Memleketimde güzel şeylerde oluyor arada. 


Geceye düşmeden evvel güneşin son pırıltılı armağanlarını göle sunduğu saatlerde ayrıldık Gölyazı’ndan. Sabahın erken saatlerinde yola düşmüş olmanın verdiği yorgunlukla kızlar arabanın arkasında uyuyakaldılar. Arabayı kullanan arkadaşım ve ben kendi iç dünyamızla sohbet ettik sessizce. Yorgun ama keyifli yataklara attığımızda kendimizi, tanrının bu gün bize bohçasından sadece güzellikler sunmasına şükrettik. Son zamanlarda kendime düstur edindiğim çok sevgili bir dostumun dediği “hayat kısa, anlara sarılmalı insan” sözüne uyarak o güne sarılıp uzun zamandır dalamadığım deliksiz bir uykuya daldım. Yeni sabahlara, yeni bilinmezlere uyanmak üzere…

8 Ağustos 2014 Cuma

ALMANYA GEZİ NOTLARI

Babamın teşhisi yeni konan hastalığı nedeniyle bütün planları, arzuları, niyetleri kısaca hayatı askıya aldık bir süreliğine. Onun hastalığı ekseninde dönen endişe, telaş, korku, sevgi, vicdan, şefkat, şaşkınlık, tevekkül gondolları ile bezeli bir dönme dolaba binmiş gibi hissediyorum kendimi. Her çevirişte başka bir gondol duruyor önümde. Bazen öyle bazen böyle…

Kötüleşti diye hastaneye yatırılan babamın yanında olmak, ona moral verebilmek amacıyla apar topar gittik kızımla Almanya’ya. Senelerdir her sene gittiğim Almanya’ya belki de ilk defa farklı gözle baktım bu sefer. Daha bir inceleyerek, gözlemleyerek… Ölümün kıyısında gezinen babam dolayısı ile hayatı yine ve yeniden sorgulama dönemine girdiğimden olsa gerek, önüme gelen her durumu iyice anlama çabasındaydım. On günlük seyahat bana hayatı her açısından inceleme fırsatı sundu bana.

Dördüncü evre kanser teşhisi konan babamın ve eşinin hastalığa bakış açılarında başladı şaşkınlığım. Biz Türklerdeki gibi bir ah vah durumu olmadığı gibi, inanılmaz bir serinkanlılıkla, hayattan asla vazgeçmeden yaklaşıyorlar hastalığa. Ömrünün çok uzun olmadığının bilincinde birkaç sene daha kaliteli bir yaşam sürme derdindeler ikisi de. Eşinde de yandım, bittim, kül oldum söylemleri hiç yok. Hatta babam hastanedeyken bir tanıdıklarının doğum günü davetine katılabilecek kadar hala hayatın içindeler. Bizde olsa kocasını hastanede yalnız bıraktığı için eleştiri bombardımanına tutulurdu kadıncağız. İlk başta ben de şaşırdığımı itiraf etmeliyim ama “bu uzun ve zorlu süreci atlatabilmek için benim de enerjiye ihtiyacım var” dediğinde hak verdim kendisine. Babam da bozulmadı zaten, bilakis gitmesi için teşvik bile etti. Öyle akın akın hastaneye hücum eden bir dost ahbap güruhu da yok. Enfeksiyon kapma riski yüksek dendiği için herkes telefonla arayıp hal hatır soruyor. Zaten hastaneye gittiğinizde kalabalık odalarda yatanların Türk hastalar olduğunu hem kalabalıktan hem de gelen lahmacunvari kokulardan anlıyorsunuz hemen. Doktorlar da şikayetçi bu durumdan ancak yasak koymayı doğru bulmadıklarından, durumu anlatıp insanların kendi aklıselimlerine bırakmayı tercih ediyor Almanlar. Bilseler bizde aklıselim durumu işin içine hastalık girdi mi yok olur gider, belki başka türlü yaklaşacaklar ama anlayamıyorlar.

Bize güzel bir sürpriz yapıp Almanya’ya gittiğimizin ertesi günü hastaneden salıverileceğini öğrenince ben, hemen Türk kafası, babam gelmeden evi temizleyelim diyerek işe koyuldum. Tamam dedi üvey anne. Baktım üstten üstten toz alıyor, olmaz öyle deyip dolapların tepesine çıkıp en dip yerlere kadar toz alıp, silip, süpürüp evi babama hazır hale getirdik. Tabii üvey annede kendince haklı. Bizdeki gibi yardım edecek kimse olmayınca o da altmış yaşıyla yapabildiği kadar yapabiliyor. Kapının önüne buradan götürdüğüm galoşları da koyup “ gelen insanlara bunları giydireceksin “ deyince üvey anne şaşkın şaşkın yüzüme baktı iyice. Dışarıdan ayakkabısı ile giren mikrop taşır diye açıklamak zorunda kaldım. Her ne kadar gelenlere galoş giydirmediyse de kendisi de ayakkabılarını kapı önünde çıkarıp  ayakkabılarını hemen dolaba koymaya başladı. Babamı da tembihledik. O da öyle yapıyor şimdi. Eh, misafirliğe gidildiğinde ayakkabı çıkarma alışkanlıkları olmadığından düşünemiyorlar tabii.

Recep Tayyip Erdoğan’ın yurtdışında yaşayanlara oy verme imkanı sağlayacak değişikliği neden getirdiği hemen anlaşılıyor. İnanılmaz bir Türk nüfusu var Almanya’da. 60’lı yıllarda çalışmaya gidenlerin orada doğmuş çocukları ve onların da çocukları derken iyice büyümüş nüfus. Babamların yakınındaki bir Türk kafesine bir şey içmek için oturduğumuzda Türk garson kızla Türkçe konuşmaya çalıştım ama ne mümkün. Öyle bozuk Türkçesi. Almanya’da doğmuş, evde anne ve babasının bile Almanca konuştuklarını söylüyor. Sadece onlarla yaşayan babaanne ile Türkçe konuşuluyormuş. Almanya’da hala Türk olarak başka bir statüdeler, Türkiye’de ise Almancı olarak gene başka bir statüde. Ne oraya ne buraya aitler. Ortada kalmış, sahipsiz, kendi içlerinde bir birlik kurmaya çalışıyorlar. Türklerin sahip olduğu kocaman markete girdiğinizde de bunu hissediyorsunuz. Herkes Türkçe Almanca karışık konuşuyor. Erdoğan’ın onları kucaklayıcı tavrı onlara Türk kimliklerini yeniden hatırlatıyor. Ait hissediyorlar bir yere. Çoğu sıkı AKP’li…

Her sene gittiğim Almanya’da baş örtülü, pardesülü gezen kesimde inanılmaz bir artış gözlemledim. Eskiden olabildiğince Alman toplumuna uyum sağlamaya çalışan Türkler artık kendi özerkliklerini ilan etmişler, uyum sağlama çabaları hiç yok. Tamamen kendi içlerinde yaşıyorlar. Sadece orada doğmuş, büyümüş çocuklar ailelerinden baskı görmüyorlarsa Almanlaşıp artık o toplumun içinde yer edinmeye çalışıyorlar. Televizyonda birçok Türk sunucu, oyuncu, komedyen görülebiliyor. Bunlar Almanlar tarafından kabul edilip, sevilen kişilikler. Ancak Almanlar kendi içlerine kapanıp, kendi dünyalarından apayrı bir şekilde yaşayan Türkleri aralarında istemiyorlar artık. Zaten işsizliğin yüksek olduğu, ekonomik sıkıntı içindeki Almanya kendi halkına yeterince iş olmadığından şikayetçi. Bu başörtülü, pardesülü, yerine göre çarşafla gezen Türkleri estetik bile değil diyerek aşağılıyorlar.

R. T. Erdoğan’ın özellikle Gezi olayları sonrası sertleşen söylemleri,  insan özgürlüğünü kısıtlayıcı kararlarından sonra bir de dünya üzerindeki diğer İslam ülkelerindeki durmak bilmez kan dökülen olaylardan sonra İslam dininin “ saçma, kan dökücü, insanı değerleri sahip olmayan, kötü “ bir din olduğu konusunda neredeyse hem fikirler. Kendilerince böyle Avrupa Birliği’ne giremezsiniz diye tehdit ediyorlar. Erdoğan’ın ondan çoktan vaz geçtiğinin farkında değiller. Tüm dinlerin temel değerlerinin aynı olduğunu düşünürüm hep. Ancak bu yaklaşım farklılığından sanki bambaşka şeyler söyleniyormuş gibi algılanıyor maalesef. Artık anlayış, hoşgörü falan hak getire İslam’a karşı nefret tohumları ekiliyor ister istemez.

Kendi kişisel ve sosyal haklarından çok emin, gündelik yaşamlarını sürdürüyorlar Almanlar. Tatile nereye gidelim, evdeki televizyonu daha yenisiyle nasıl değiştiririm, yaşı gelmiş çocuğuma nasıl araba alırım, birçok, bana göre olmasa da olur, bıttırı bızık ev aletini nasıl alırım gibi tüketim odaklı bir hayatları var. Türklerin yaşam mücadelesini, hayata tutunma çabalarını pek anlamıyorlar.

Babam çok yoğun iş hayatımı bırakmamdan memnun ama nasıl geçindiğimi, geçineceğimi bir türlü aklı almıyor. İkinci kitabını da çıkarmadın diyor sanki kitaptan para kazanılırmış gibi. Kitaptan para kazanılmaz ki dediğimde iyice dehşete düştü adamcağız. Hayatımı çok küçülttüm, daha mutluyum diye anlattım. Anlamadıysa bile evet görülüyor dedi. İkinci Dünya Savaşı’nın yoksunluk günlerinden gelen babam için maddi kazanımlar , manevi kazanımların önünde oldu çoğu zaman. Ölümle dans ettiği şu günlerde biraz daha fazla anlamış görünüyor maneviyat ihtiyacını. Senelerdir kiliseye adım bile atmayan babam, eşinden öğrendiğime göre son bir senedir kiliseye gider olmuş. Hatta hastanedeyken kendi gidemediği için eşini yollamış Pazar ayinine. Şaşırmadım desem yalan olur ama yaşlandıkça, yaş aldıkça maneviyatın daha bir önem kazandığına güzel bir örnek.

Şimdi o iyi, bu kötü diye bir yorum yapmayacağım. Sadece kültür farkı diyebiliyorum. Neredeyse her konuda farklı iki toplum Türkler ve Almanlar. Televizyon programlarından, kitapçılarda satılan kitaplardan, vizyondaki filmlerden vs iyice görülüyor bu fark. Biz özgürce yaşamanın savaşını verirken hala, onlar ise ellerindeki özgürlükle ne yapacaklarını düşünüyorlar.  


Temelde insani değerlerin aynı olduğu farklı din ve milliyete sahip insanların, tüm bu kültürel farklarına rağmen, güç, hırs odaklı mecraların içlerine nefret tohumu ekmelerine izin vermeden el birliği ile birbirlerine saygı duyarak, temel değerler etrafında buluştuğu, farklılıkları tehdit yerine zenginlik olarak gördüğü bir dünya için çabalamalarının doğru olduğunu düşünüyor ve bunun gittikçe uzaklaşan bir hayal olarak kalmasından ürküyorum.