25 Nisan 2014 Cuma

ÇOCUK RUHLARIMIZA SELAM OLSUN

Bu gün 23 Nisan, bu gün günlerden çocuk…

Yüce Atatürk’ün, geleceğin mimarları olarak gördüğü çocuklara hediye ettiği Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı. Çocuklar tatil diye sevinç içinde, okullardaki törenlerde görevleri olanlar ise heyecanlı bu sabah. Gene şiirler okunup, şarkılar söylenecek. Gene çocuklarımız için her şey feda minvalinde konuşmalar yapacak devlet. Herkes bu mutluluk oyununda üzerine düşen rolü oynayacak, repliklerinde satır atlamadan. Başarıyla atlatılacak bu gün. Yarın bıraktığımız yerden devam etmek üzere…

İşin aslı, çocuk hakları açısından baktığımızda birçok ülkeden geride bir ülkede yaşıyoruz maalesef. Hala okula gitmeyen birçok çocuğumuz olduğu gibi, sayısını bile tam tespit edemediğimiz çocuk işçilerimiz var. Failleri serbest bırakılan tecavüze uğrayan, kız çocuk diye okula gönderilmeyen kız çocuklarımız var. Değil Anadolu’nun, İstanbul’un bile varoşlarında ayağında giyecek ayakkabısı olmadan okula giden öğrencilerimiz var. Çarpık bir eğitim sistemi nedeniyle tam da çocukluklarını yaşamaları gereken dönemde, törpülenmemiş yaratıcılıklarının eyleme dönüşeceği dönemde iyi bir okula girebilmek için deli gibi çalışan, o dershaneden bu özel derse taşınan on iki-on dört yaş arası çocuklarımız var. Özetle Türkiye nüfusunun çok küçük bir yüzdesini oluşturan şanslı çocuklarımız haricinde çoğu çocuğumuz için pek de bayram değil aslında.

Çocukluk, henüz hayatın virajlı yollarında darbe almadan, saflığın, yaratıcılığın, hayata inancın, yaşam sevincinin dorukta olması gereken yıllar oysa ki!  Çocukluk yıllarında kurulan hayallerin gerçekleştirilmeye çalışılmasıyla geçmeli yetişkinliğe. O hayallerde ekilir geleceğe dair en güzel tohumlar. O tohumları yeşertip büyütmeye çalışmalı çocuklar. Ancak öyle bir olanak tanımıyoruz çocuklarımıza. Daha filizlenemeden çürüyor tohumlar…

Bana göre çocuk bir mucize… Ana rahminden oluşumuyla, doğumuyla, tamamen sıfır kayıtla başladığı hayatta kısa sürede öğrenme yetisiyle, henüz kalıplaştırılmamış beyinleri ile inanılmaz yaratıcılığıyla, örselenmemiş ruhlarının saflığı ile Tanrının sunduğu bir mucize… Dışarıdan görünen, yetişkinlerin çocuklara hayatı öğrettiğidir ama bana göre yetişkinler daha çok öğrenir çocuklardan. Çocuklarını dinleyen, onları anlamaya çalışan, onlara eşlik eden ebeveynler daha çok yararlanabiliyorlar bu ayrıcalıktan. “O daha çocuk, o ne bilsin ki? “ düşüncesi ile yaklaşan ebeveynler kaçırıyorlar maalesef, bu okullarda bile bulunmayan doğal öğrenim şansını.

Halbuki çocuğun geniş hayal paletinden, henüz keşfedilmemiş renklerinden biz yetişkinler de ruhumuzu boyasak, ruhumuzun kararmış kıvrımları arasında saklanmış çocuk ruhumuza oyun oynamaya izin versek daha keyifle yaşanabilir olmaz mı hayat?
Çocuğun varlığı biz yetişkinlere bayram aslında. Kalıplaşmış dünyamıza nefesiyle can katan, önyargılarımızla kirlettiğimiz pencerelerimizi saflığı ile temizleyen, hayalleri ile bize de yol gösteren, neşesiyle kararmış ruhlarımızı aydınlatan mucizevi bir varlık çocuk.

Bu gün 23 Nisan. Sadece yaşı küçük değil çocukların değil, yaşı büyük bizlerin de bayramı kutlu olsun…

Çocuk ruhlarımıza selam olsun...

http://www.bilgelog.com/bu-gun-gunlerden-cocuk/

14 Nisan 2014 Pazartesi

BİZİM EVİN HALLERİ - 7

Müjde! Artık yatağımı paylaştığım bir erkeğim var. Bir evvel ki yazımda anlattığım gibi, Çakıl Oğlan’la yastık paylaşmanın ötesine geçti beraberliğimiz. Dün gece bir baktım, vücudunu olabilecek en uzun hale getirip boylu boyunca bana yapıştırmış uyuyor hınzır. Bu uyuma şeklini alışkanlık haline getirirse yandım ki sormayın. Yazın sıcağında bana yapışık bir kediyle uyumayı düşünemiyorum bile!

Evdeki üç kedinin de kendi karakterleri var. Her insan gibi, kedilerinde huyları şahıslarına özel.  Çakıl Oğlan’a en ufak dokunmanızdan sonra dokunduğunuz yeri dakikalarca yalıyor. Eliniz hala onun yalama alanı içindeyse elinizi de yalıyor. Temizliyor yani… Limon Efendi’de titiz ama o sevdiğinizde yalanmıyor da, tuvalet kabını zamanında temizlemezseniz, kendince temiz bulduğu, genellikle banyo küvetinin içine yapıyor tuvaletini. O da başka cins yani… Cookie Hanım dişi ama onun şişkoluktan fazla temizlikle arası iyi olamıyor evladım. Ancak ulaşabildiği yerleri temizleyebiliyor. Geri kalan yerlerini mecburen anası olarak ben temizliyorum. Kediler suyu hiç sevmediği için tırmık içinde kalıyor kollarım ama olsun temizlik imandan gelir.

Dedim ya, hepsinin huyu ayrı. Çakıl Oğlan karton veya naylon poşet canavarı mesela. Ortalıkta asla poşet veya koli, kitap gibi kartondan yapılmış herhangi bir şey bırakmaya gelmiyor. Diyelim ki es kaza unuttunuz. Sabah her tarafı parça pinçik karton parçaları ile bulmaya hazır olun. Çakıl Oğlan eve ilk geldiğinde, bu huyundan haberim yok, bir sabah bir uyandım; yatak odası bembeyaz. Gözümde pek iyi görmez, yarı uyanık ne olduğunu anlayamadım. Kalkıp bakınca bir baktım ki, tuvalet kağıdı rulosunun ucunu yakalamış, parçalayarak bütün odaya dağıtmış. Onun bu parçalama huyuyla böylece tanışmış oldum. Son anda kurtardığım bir sürü kenarı koparılmış kitapla dolu evim. Artık okuduğum kitabı ortada bırakmayıp kütüphaneye kaldırmayı alışkanlık haline getirdim mecburen. Diğer ikisinin önüne koysan kartonu asla dönüp bakmazlar ama Çakıl Oğlan’nın huyu böyle. Ne yapalım, öyle kabul ettik onu da. Sevmek olduğu gibi kabul etmek değil mi?

Evde kedi tırmalama tahtası olmasına rağmen, ona asla yanaşmayıp, tırnaklarını törpüleme işlemini koltuklar üzerinde halleden ise Limon Efendi. Dört adet deri kaplı mutfak sandalyesini atıp tahta sandalyeler almama sebep olan Limon Efendi, şu anda bu keyfini salonda ki tek kişilik koltuk üzerinde sürüyor. Her gün evde “ hayır Limon” bağırışları olmasına rağmen, daha da ilginci “hayır”ın ne anlama geldiğini bilmesine rağmen, senede bir koltuk kumaşı değiştirmek zorunda kalıyorum sayesinde. Diğer ikisi ise paşa paşa kedi tırmalama tahtasında hallediyorlar manikür işlerini.

Cookie Hatun’un cinsliği ise diğer ikisi fazla kendilerini sevdirmeyi sevmezken, o her daim “sev beni” halinde geziyor. Sürekli yapışık geziyoruz. Oturuyorsak kucağımızda, yatarsak göğsümüzde, yazarken bedeni yapışık yanımda! Ha öyle sessiz sessiz otursa neyse ama öyle değil maalesef. Habire bir miyavlama ve itekleme hali mevcut. Derdini anlatıncaya kadar o miyavlama ve itekleme durumu bitmiyor.” İki seveyim kurtulayım” demek de mümkün değil çünkü bir kere sizi sevmeye ikna ettiğine kani olursa, her duruşunuzda gene başlıyor miyavlama ve itekleme. Bir de su konusunda huysuz Cookie Hatun. Ona her daim taze su vereceksiniz. Su taze değilse su kabının başında, suya bakıp bakıp miyavlıyor. Ne zaman ki o sabah tazelediğiniz suyu boşaltıp yenisini koyuyorsunuz o zaman susuyor.

Üçünün ortak olan konusu ise kuru mamanın taze olması gerekliliği. Mama kabının içinde kalmış mama varsa asla yemiyorlar. Açıkta kaldığı için kokusu gitmiş oluyor sanırım. Onun için mamalarını yedikten sonra kalan mamayı tekrar mama kovasına geri koyup, bir daha ki mama saatinde taze taze koymakta fayda var.

Anlayacağınız, evcil hayvanınızı ailenizin bir parçası gibi görüp o derece sevmezseniz, kolay iş değil. Eve kedi, köpek vs., herhangi bir hayvan almaya niyetlenenlerin çok iyi düşünüp karar vermeleri gereken bir durum. Hayvanlarda, insanlar gibi, hastalanabiliyorlar, özel bakım isteyebiliyorlar. Bunların hepsi zaman, emek ve maliyet işi. İşin bu yanını da düşünmeden alınan kararlar, evcil hayvanın en ufak zorlu bir gününde, pişmanlığa dönüşüp hayvanı terk etmeye, geri vermeye çalışmaya yol açıyor. Oysa evladınızı ne olursa olsun başka bir yere göndermek, hele hele de sokağa bırakmak istemezsiniz değil mi? Onun için baştan iyi düşünmek, bir kere de adım atıldıysa geri dönmemek gerekir.


Sevgi olduğu gibi kabul demiştik. İyisiyle, kötüsüyle oldukları gibi kabul ettiğimiz üç kedimizle gayet sıcak, keyifli, eğlenceli bir hayatımız var kızımla. Parçalanmış kartonları gördükçe kızmak yerine güldüğümüz, Limon tırmalamasın diye “nasıl bir kumaş almalıyım?” diye düşündüğüm, üşenmeden dombili Cookie Hatun’u tırmalanarak da olsa yıkadığımız bir yaşam. Asla onlarsız olmayı düşünemeyeceğim kadar sevgi dolu bir yaşam…

5 Nisan 2014 Cumartesi

PEMBE GÖZLÜK

Bu gün aylardır taktığım kara gözlüklerimi çıkarıp pembe gözlüklerimi takmaya karar verdim. Kara kara baktıkça, kara kara düşündükçe benim de içim karardı valla. Elim kolum kalkmaz, yüzüm gülmez haldeydim aylardır. Hani madalyonun iki yüzü vardır derler ya, ben artık kara değil pembe tarafından almaya niyetlendim işleri. Bu kararımdan beri de “Ankara’nın Bağları” şarkısı eşliğinde oynuyorum sabahtan beri. (İşin bu tarafı şaka ama kızlar bu şarkıyı açınca ilk defa gıcık olmadan dinlediğim gibi, eşliğinde omuzlarımı da oynattığımı fark ettim.)

Bu gün keyifli olmamın sebeplerinden biri evde kızım ve arkadaşının olması. İki genç kız bir arada olunca evde çalan müzik farklı olduğu gibi, evin havası da değişik oluyor. Kahkaha sesleri, şakalaşmalar derken ev şenlikli oluyor. Her ne kadar ben onları yalnız bırakmak için salonu terk edip mutfağa tıkıldıysam da seslerini, konuşmalarını duyuyorum. Bütün umursamaz havalarının arasında memleket meselelerini kendi bakış açılarına göre konuşmuyorlar mı bayılıyorum. Mesela başörtüsü meselesini konuşuyorlardı bu gün. Arkadaşı kızıma “ madem mesele saçın gözükmemesi, kazıtsınlar saçlarını ama takmasınlar, sıcak yaa “ dedi. Kızım da “ olmaz, o saçlarla evde kocalarına cazip görünmeleri lazım “ diye cevap verdi. Ben araya girip “ başörtüsünün sebebi, dışarıda başka erkeklerin dikkatini çekmemek, sadece kendi mahreminin yani kocasının dikkatini çekmek, ona cazip görünmek “ dedim. Kızım “ bu devirde o kapkara çarşaflarla hiç dikkat çekmiyorlar ya, asıl böyle daha çok dikkat çekiyorlar “ dedi. 13 yaşındaki kızlara daha fazlasını anlatamadım ama aklıma senelerdir bende çalışan başörtülü yardımcım Gülden geldi. Gülden’in babası da hoca dolayısı ile dini bütün bir aile. Onunla din ve Kuran üstüne yaptığımız sohbetlerde hep der ki “ sen kapanamazsın mesela çünkü senin çevrende kapanmak dikkati çeker. Esas dikkati çekmemek , göze çarpmamaktır. Dikkat çekecek kadar aşırı açık giyinmedikçe başı açık ya da kapalı olmuş dine aykırılık teşkil etmez.” Üniversite sınavına bu sene giren çok tatlı bir kızı var. Onun da başı kapalı. “Ben zorlamadım abla, kendi öyle tercih etti. Bizde karışmak yoktur. “ dedi. İlkokul mezunu bu kadının kızı üniversiteyi kazansın diye nasıl çabaladığını da görüyorum. “İstanbul dışını yazacak mısınız tercihlerde? “ diye soruyorum. “ Gönlüm istemiyor ama yazacak tabii. Okusun da abla, nereye olsa gönderirim “ diyor. “Geçen seçimlerde ben AKP’ye vermiştim ama çalmak, çırpmak, kul hakkı yemek dinimizde yoktur. Bu seçimde CHP’ye verdim” diyor. Böyle dini bütün olsun, canımı yesin. Saygım sonsuz. Kızı da üniversite sınavına girerken onu arayıp “ yapacaksın biliyorum, sana güvenim tam “ demiştim. Sınav sonuçları belli olup geçtiğini öğrenince hemen beni aradılar mutlulukla. “ Hadi Gizem’cim ikincisini de başaracaksın, eminim ben “ dediğim için evde herkese “ Yasemin Abla’mın yüzünü kara çıkaramam, çok çalışmam lazım deyip çalışmalara hemen başlamış. Kendi kızım kazanmış kadar mutlu olacağım eğer bir yeri kazanıp üniversiteye girebilirse. Gülden ‘de benim kızımı çok sever. Aile olduk seneler içinde.

Bu gün keyfime keyif katan başka bir olay ise Facebook vasıtasıyla tanıştığım, kendisini şahsen tanımadığım 25 yaşında zehir gibi bir genç kız. Facebook üzerinden yazarlarla genç okurları buluşturmayı hedeflemiş bu genç kız sayesinde birçok genç insanla tanışma, sohbet etme fırsatım oldu, oluyor. Ali İsmail Korkmaz’ın adının verildiği İzmir’de yeni açılmış bir  kütüphaneye kitap toplamak için çırpınıyor. Benden de rica etti, kütüphaneye kitabımı göndermemi. Neden olmasın? Zevkle, keyifle. Benim için onurdur. Bu kadar kitapla iç içe olan bu kız bu gün yazışırken “annem bana üniversiteyi okuttu, daha ne yapsın? “ dedi. O an düşündüm. Bizlerin üniversite okuyabilecek miyiz endişelerimizden ziyade “nerede okusak acaba? “ dertlerimiz vardı o yaşlarda. “Yurtdışında mı, yurtiçinde mi okusak?” seçimi arasında gidip gelme lüksüyle yaşıyorduk bir kesim. Halbuki o, ailesinin ona okuma izni vermesiyle mutlu olmuş bir genç kız. Birbirinden ne kadar farklı iki dünya! Dün benden yazacağı bir yazı için destek istedi. Ben de yardımcı olmaya çalışıyorum. “ Annemmm “ diye geliyor artık mesajlar. Ben mutlu olmayayım da kim olsun? Bayılıyorum gençlere. Onlarla iç içe olmak, onlara dokunabilmek beni hem mutlu kılıyor ve hem biraz daha genç!

Bu keyif gazıyla Oy Ve Ötesi’ne başvurup Cumhurbaşkanlığı seçimleri için sandık gözetmeni de oldum. Takılıp durduğum kitabımda ilerlemek ve kendimi geliştirmek adına bana faydalı olacağına inandığım bir yazı atölyesi de buldum. Ona da katılacağım. Kafamın yattığı bir STK bulup ona da katılmayı planlıyorum. Madem çalışmıyorum, vaktimi boşa harcamamalıyım. Kalan enerjimin son damlasına kadar kendim için, kızım için, Türkiye için elimden geleni yapma arzusuyla dolu içim. Ne yapabilirsem, elim, aklım neye yeterse…

Bir arkadaşımın da geçenlerde de yazdığı gibi, herkes kendi küçük alanında nereye kadar uzanıp elinden gelenin en iyisini yaparsa, Gezi’yle başlayan, son seçimlerle ivme kazanan değişim rüzgarına katkıda bulunabiliriz. Yol uzun ancak pes etmeden, yorulmadan, içimizdeki iyiye ve doğruya inanarak alacağımız yol, bizi eninde sonunda sonuca vardıracaktır. Biz 50 yaş üstündekiler yolun sonunu göremesek bile, bayrağı devredeceğimiz gençlere yol açık olacaktır.


Seviyorum pembe gözlüklerimi…

2 Nisan 2014 Çarşamba

SEÇİM ÜZERİNE İKİ KELAM

Dün benim için garip duygularda yüklü bir gündü. Doğumdan ölüme uzanan eksen üzerinde seçim tartışmaları adı altında insanlığa bir bakış attığım bir gün oldu.

Tam seçim hayhuyunun olduğu gün kaybettiğimiz, uzun yıllardır görüşmesem de derinde sevdiğim bir arkadaşımın cenazesiyle başladı gün. Kendi yaş grubumuzdan birinin vefatını ilk kez yaşamak hayatı yeniden sorgulama ihtiyacı getiriyor insana. Belki de bu psikolojiyle, cenazeden sonra bir kafede sohbete devam ettiğimiz sınıf arkadaşlarımızla, seçimleri konuşurken, kendimiz için geç olsa bile çocuklarımız için devam etmemiz konusunda hem fikirdik hepimiz. Orada bulunan hiç birimiz seçim gönüllüsü olarak bu seçimde yer almamış ancak bunun suçluluğunu hissetmiş ve bir daha ki seçimde kesinlikle bu görevi yapacağımızda da hemfikirdik. Bu güne kadar yapılmış her seçimde muhakkak oyunu kullanarak vatandaşlık görevini yerine getirmiş olmanın getirdiği rahatlıkta değildik hiç birimiz. Öğrendik ki sadece oy kullanmakla bitmiyor bu iş. Verdiğimiz oya sahip çıkmamızda gerekiyor. Ayrıca seçim sandıklarında görev almış arkadaşlarımın görev sonrası yazdıkları gözlemlerden de kendi cam fanuslarımızda uzak kaldığımız Türkiye gerçeğinden de manzaralar gördük. Bu da bize başka bir ders…

Şu anda Ankara Belediye Başkanlığı için mücadele veren Mansur Yavaş’ın mücadelesini ve mücadeleye destek verenleri takdirle izliyorum. Eğer seçimi kazanırsa AKP’ye darbe olacağından falan değil. Bir eksik bir fazla da olsa, bir kısmı hileyle de olsa çoğunluk AKP yönetimini tercih ettiğini göstermiştir. Oyları azalmış, çoğalmış orasıyla da ilgilenmiyorum. İlgilendiğim tek şey, Mansur Yavaş’ın efendice, hukuk yolundan giderek hakkını araması ve onun bu hak arayışında, farklı siyasi görüşlerde çoğunluğu genç olan insan topluluğu. Toplum son dönemde iyice yok olan adalet ve hukuğa karşı özlemini ifade edercesine bu mücadeleye sahip çıkmış ve milli iradesini ortaya koymaktadır. Benim ilgimi çeken işin bu tarafı. Bu nedenle bu mücadeleye destek veriyor ve Mansur Yavaş’ın, eğer gerçekten hak ediyorsa, adaletin yerini bulup, bu mücadeleyi diğerlerine örnek teşkil etmesi açısından, Belediye Başkanlığı seçiminden galip çıkmasını arzuluyorum. Mansur Yavaş bu mücadeleden galip çıkarsa CHP’de çok sevinip üstüne alınmamalıdır bence. Kazansa da kaybetse de,Sayın Yavaş ve ona destek olan insanlar, başta CHP olmak üzere toplumun tüm kesimlerine direnmenin nasıl olması gerektiğini göstermişlerdir. Hukuk yolundan sapmadan, şiddetsiz, adilce...

Akşamüstü ise başka bir arkadaşımın doğumgünüydü. Son günlerde yaşanan gergin ortam nedeniyle her ne kadar bir kutlama yapmak içinden gelmediyse de, “hayat devam ediyor” ve “yol uzun, arada mola vermek de lazım” düşüncesiyle biz birkaç yakın arkadaşı olarak nevalemizi kapıp kapısını çaldık arkadaşımızın. Seçim ertesi olması sebebiyle eskilerin “haydi hoppa” şeklinde bir doğumgünü olmadı tabii. Gene ağırlıklı konu olarak seçim konuşuldu doğum gününde. Oradaki bir arkadaşımız “ niye şaşırıyorsunuz ki, Tayyip ayna tutuyor bizlere “ dedi. İlk tepki olarak bir çoğumuz “ne aynası, daha neler? “ dediysek de, arkadaşımızın konuyu derinleştirmesiyle daha derin düşünmeye başladık. Sordu bizlere; Hanginizin başı kapalı, aynı sofrada yemek yediğiniz, sokakta beraber yürüdüğünüz arkadaşı var? Çoğumuzun yoktu. Bunun bir sebebi aslında ötekileştirdiğimizden değil, etrafımızda bu tercihte insanlar olmaması dedim ben. Bir arkadaşımız ise “benim liseden bir başı kapalı bir arkadaşım var ama sınıf toplantılarında o kızı aralarında istemiyor diğerleri” dedi. “ Aaa çok ayıp “ söylemlerinin arasında fark ettim ki aslında kendimize karşı bile dürüst değiliz. En azından kabul etmeliyim ki ben, Üsküdar Amerikan’lı sınıf arkadaşlarım arasında seneler içinde tercihini bu yönde kullanmış olan olsa yadırgardım başta. Ha sınıf toplantılarına gelmesin boyutuna gelmezdi ama gene de…

Seçimlerden beri Facebook sayfalarında “ listemde AKP’ye oy vermiş olan varsa silsin kendini “ açıklamaları okuyorum. Bu güne kadar yazdığım yazılarda siyasi düşüncem zaten belli. Ancak bu tip açıklamalara tamamen karşıyım. Bu tarz yaklaşımların bizi hiçbir yere taşımadığını gördük, görüyoruz. Benim kendini düzgünce ifade eden, küfür, hakaret etmeden kendi düşüncesini paylaşan herkese açık kapım. Özellikle kitabım Durun İnecek Var’ın sayfasında her görüşten insan olduğunu biliyorum. Hatta sıkı bir AKP yanlısı bir yazar dostum da var. Bu görüş ayrılığı bizim dostluğumuzu engellemiyor. Edebiyat ve kitap üzerine güzel güzel sohbet edebiliyoruz. Sayfamın sıkı takipçilerinden bir üye ile de seçimden evvel siyasi tercihlerimiz ve nedenleri üzerinde uzun uzun yazıştık. Kendisi bana neden AKP’ye oy vereceğini gayet güzel anlattı. %100 aynı fikirde olmasam da onun bakış açısının da mantıklı bir dayanağı olduğundan bana ancak onun tercihine saygı duymak düşer.

Başka bir dostum "siyasi görüş farklılıkları insanı birbirine yabancılaştırıyor" dedi geçenlerde. Bu güne kadar belki böyle olmuştur ama süreklilik doğruluğunu ispatlamaz. O dostumla da siyaset konusunda anlaşamasak da hayatın diğer alanlarında çok güzel paylaşımlarda bulunabiliyoruz mesela. Belki seçim dönemleri gibi herkesin siyasete odaklandığı sıralarda bir yabancılaşma oluyorsa da, bu dostluğumuzu kesilme noktasına getirmiyor hiçbir zaman. Buna benzer birçok örnek verebilirim ama ne demek istediğimin anlaşıldığını düşünüyorum.

Hatırlıyorum da kızımın babası ile ilk beraber olmaya başladığım zaman, ailem lise mezunu ve yabancı lisanı olmaması yüzünden çok rahatsız olmuştu. Bir de ailesinin Almanya’da çalışmış bir işçi aile olduğunu duyunca evlenmeme pek de sıcak bakmamışlardı. Onda ne bulduğum konusunu bir türlü çözememişler, benim verdiğim “ alıştığınız kalıplara uygun olmayabilir ama çoğumuzdan daha insan “ cevabı ise bir anlam ifade etmemişti. Bu ailemin “insan “ olmadığı anlamına gelmiyor. O güne kadar toplumun sessizce kabul görmüş “davul dengi dengine “ öğretisinin dışa yansımasıydı sadece. Evet, belki doğru her şey dengine olmalı ama bu denklikte ele alınacak kriterler herkese göre değişken olabilir. Genel olarak kabul görmüş eğitim, statü, maddi refah, aile gibi kriterlerin dışında başka noktalarda denklik olmaz mı? Bu arada itiraf edeyim Galapagos Adaları’nın varlığını eşimden öğrenmiştim mesela. Bazen insanların okuyamamış olması bilmedikleri anlamına gelmediği gibi, okumuş olmaları da bildikleri anlamına gelmeyebiliyor yani… Bu gün boşanmış da olsam kızımın babasının insanlığı konusunda asla ve asla kimseye laf ettirmeyeceğim gibi,  insan olarak saygımdan ve sevgimden bir gram eksilmediğini de belirtmek isterim.

Şimdi bunu niye anlattığıma gelince, toplumun her kesiminde kemikleşmiş düşüncelerin, inançların varlığına dikkat çekmek istedim. Bu günden yarına bu düşüncelerin değişmesi çok zor ama imkansız değil. Gezi olayları sırasında gençlerin bize gösterdiği gibi toplumun her kesimi ile beraberce, karşılıklı anlayış ve saygı çerçevesinde yaşamak mümkün. Bu noktaya gelebilmemiz için önyargılarımızdan kurtulmak, cam fanuslarımızdan çıkmak, ötekileştirmeden birbirimizi dinlememiz gerek. 40 yaş üstü kaçımızın bunu başarabileceğini bilmiyorum. Bu gün başlasak bile içimize yerleşmiş yargılardan kurtulmaya belki ömrümüz yetmeyecek ancak arkamızdan gelen gençlik bu olguya çok daha açık. Belki de bize düşen gençlerin bu açık yüreklerini, zihinlerine saygı duyarak, onları şekillendirmeden bu yolda onlara eşlik etmeye çalışmaktır.

Önümüzdeki yıllarda, ne yıllarca ötekileştirdiğimiz toplum kesimi üzerinden yaptığı siyaset ile bu gün iktidarı elinde bulunduran AKP ne de toplumun belli bir kesimine hitap edebilen CHP ya da MHP kalacak. Kin, nefret ve öfkeye prim vermeden toplumun her kesimini kucaklayabilen partiler gelecekte yerlerini alacaklar. Bunun olabilmesi için önce toplum olarak bizlerin gençlerden örnek alarak bize uymayanı dışlamak yerine, kabul edip saygı göstermeyi öğrenmemiz gerek. Toplumun genel eğilimi ne yöndeyse siyasette o yönde şekil alır. Arkadaşımın dediği gibi ne aman her kesimle aynı sofrada yargılamadan, dostça yemek yiyebilirsek o zaman bu ülke huzura kavuşacak. Belki jenerasyonlar alacak bu değişim ama eninde sonunda olacak.


Bu yazıyı okuyan bazılarının yazıyı fazla iyimser hatta naif olarak değerlendireceğini biliyorum. Belki öyle ama hayal etmekle başlar her şey…