Dün gene
düştü yolum Kadıköy’e… Bu aralar sık sık düşeceğe de benziyor zira tipik bir
Türk insanı olarak yıllarca dişlerimi ihmal edince sıkı bir bakım ve tedavi
gerektiriyor haliyle. Yakın bir dostumun hararetle önerdiği diş hekimi Kadıköy’de
olunca, el mahkum her hafta Kadıköy’e düşüyor yolum. Başlarda akıl karı değil
diye düşünsem de, bu yolculukların hayatıma kattığı zenginlikleri, renkleri
düşününce dostuma teşekkürlerimi yolluyorum içimden.
Güneşin tüm
neşesini yansıttığı taze sabah saatlerinde düştüm yola. Her sabah İstinye’den
kalkan deniz otobüsü ile yapıyorum yolculuklarımı. Bu sefer akıllanmış olarak
kitabın yanına fotoğraf makinemi de alıyorum. Kitap yol boyunca değil de dişçide
sıramı beklerken okumak için artık. İstanbul, 1001 gece masallarındaki Şehrazad
gibi her gün yeni bir hikaye buluyor anlatacak. Bu gün deniz otobüsünün öbür
tarafına oturuyorum bilinçli olarak. Bir de o yakanın anlattıklarını dinlemek
istiyorum.
İstinye-
Beşiktaş arası Avrupa kıyısına yakın gittiğinden, benim oturduğum tarafta
kıyıdan ziyade Boğaz hakim. Güneşin Boğaz’ı, laciverdinin üzerine işlenmiş
pullarla görkemli bir tuvalete çevirişini seyrediyorum. Hani şöyle kalabalığın
arasına girdiğinde ışıl ışıl gözleri kamaştıran, tüm kafaların dönüp baktığı, zerafeti
hayranlıkla izlenen bir kadın gibi Boğaz. Alıp götüren, baktıkça bakası gelinen…
Bu ışıltılı atlası üzerinden gelip geçen gemiler, vapurlar, tekneler kesiyorlar
orasından burasından bazı bazı. Bunların arkalarında bıraktıkları köpükler bu
güzelliği bozsalar da bir süre sonra kaybolup gene güzelliğe yer veriyorlar.
Aynı yaşam gibi, hayatımızda olan olumsuzluklardan sonra güneşin yeniden açması
gibi… Yaşanan acılardan, atlatılmış badirelerden sonra hala ayakta kalabilmiş
olmanın verdiği sağlamlık ve güçle daha da pırıl pırıl parlayan…
Kabataş
yolcularını da aldıktan sonra istikamet Kadıköy… Daha açık sulardan ilerliyor
deniz otobüsü. Koyunda sessiz, durgun dururken su, açıldıkça çalkalanmaya,
dalgalar oluşmaya başlıyor. Bir süre
kıyı görünmüyor, sanki bilinmez bir boşluğun içinde ilerliyor gemi. Hafif hafif
sallanarak, dalgaları yararak… Elimde olmadan gene düşünüyorum; insanoğlu gibi,
kendi koyunda çalkantısız, güvenli yaşamayı tercih edenler hep aynı manzaraya
bakıp hayatlarına mevcut renklerden başka renkler katamıyorlar. Oysa biraz
çalkantıya razı gelenler daha farklı renklere de ulaşabilip daha geniş bir
açıyla bakabiliyorlar hayata. Merak ederim bazen, bu kendi koyundan çıkmayan
insanlar hiç merak etmezler mi diğer koyları, karşı yakayı?
Yol boyunca
fotoğraf çekiyorum. Gördüğüm güzellikleri, düşüncelerimi, duygularımı karelere
sığdırmak istiyorum sanki. Her hayattan yıldığımda tekrar bakmak üzere belki…
Bilmiyorum.
Her ne kadar
her vatandaş gibi dişçiye gitmeyi sevmesem de, benim diş hekimi sohbetli Allah’tan.
Ondan bundan, hayattan sohbet ederek ne olduğunuzu anlamadan yapıveriyor
dişlerinizi. Keyifli yani. Ardından uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımla
buluşuyorum Caddebostan’da. O da ayrı bir keyif. Sonunda dönüş saati geliyor.
Gene konumlandırıyorum kendimi cam kenarına. Sanırım diş çekimi için verilen
uyuşturucudan dolayı kendimi yorgun hissediyorum. Pek dinleyemiyorum bu sefer
Boğaz’ı. Sadece suyun üstünde öbekler halinde uçan kuşları seyrediyorum.
Bembeyaz bir martının denizin üstünde uçarken ki zerafetini içime çekiyorum.
Bulutsuz sabah maviliğine karşın, bulutların engin maviliğin üzerinde yer
alışlarına bakıyorum. Tüm yorgunluğuma rağmen yaşamı hissediyorum. Yorgun ama
dolu dolu bir keyifle gemiden inip evime, kızıma dönüyorum. Bir mutluluktan
diğer bir mutluluğa kucak açıyorum…