Her sokağa çıktığımda, bir kitapçının önünden geçiyorsam
eğer, o kitapçıya girme, kitapların kendisine has kokusunu içime çekme,
kitapları karıştırma dürtüsüyle dolarım her zaman. Çoğu zaman da en az bir veya
birkaç kitap alır çıkarım oradan. Okuma listesi çıkaranlardan olmadığımdan,
karıştırırken o anda ya kapağından, ya arkasındaki açıklamadan ya da içindeki
bir cümleden beni içine alan kitaplar olur bunlar. Bu nedenle kütüphanemde
sayısı sürekli değişen ama asla tükenmeyen “okunacak kitaplar” bulunur.
Bir kitap bitip yenisine başlayacağım zaman bu rafın önünde
durur, kitaplar arasında elimi gezdirir, beni çağıran bir kitabı alır onu
okumaya başlarım. Genellikle o anki ruh durumuma uygun, beynimde uçuşan
düşüncelerin karşılığı olan bir kitap olur bu. Bu güne kadar asla planlı
programlı kitap okuyamadım, okuma listelerim hiç olmadı. Bu, beni okur olarak
nereye koyar bilemiyorum.
29 Ağustos günü, yaklaşık bir hafta önce bitirmiş olduğum
kitabı sindirmiş, etkisinden yavaş yavaş sıyrılmış olarak yeni bir kitap seçmek
üzere gene geçtim rafın karşısına. Doris Dörrie’nin öyküleri ile Gabriel Garcia
Marquez’in Benim Hüzünlü Orospularım el uzattı bu defa. İkisini de elime
alıp karıştırmaya başladım. Dörrie’nin kitabının ilk öyküsü olan Bin Dokuz Yüz
Altmış Sekiz' in ilk cümlesinde geçen göğüs durumu nedense ilgimi pek çekmedi.
Marquez’in kitabının ilk cümlesi “Doksanıncı yaşımda, kendime bakire bir
yeniyetmeyle çılgınca bir aşk gecesi armağan etmek istedim. “ ise içinde
barındırdığı doksan yaş, bakire, yeniyetme, çılgınca ve aşk gecesi gibi
birbirine tezat, yan yana durması bile garip kelimeleri ile kışkırtıcıydı.
Doksan yaş! Dile kolay… Bir ömür, hem de uzun bir ömür.
Nasıl dolar ki bu kadar zaman? Yapmak istediklerini öteleye öteleye mi gelirdi
insan bu yaşlara sıkılmadan? Yoksa yaptıkça, okul bitince, evlenince, çocuk
sahibi olunca, işte ilerleyince, emekli olunca gibi her aşamada yeni hedefler,
yeni hayallerle mi gelebilirdi insan bu yaşa? Belli bir yaştan sonra insan
bedeninin getirdiği kısıtlamalarla hayaller de kısıtlanmaz mıydı? O yaşa
gelebilse bile bir insan, böyle bir arzusu olur muydu gerçekten? O yaşa gelmiş
birinin neden böyle bir arzusu olurdu? Beynime üşüşen onca soruya rağmen, ilk
cümlenin içine sıkışmış yalnızlık, sevgisizlik, hüzün ve acı yüreğimi burktu.
Demin kullandığım “ yüreğimi burkmak “ deyimine bakıyorum
da, ne kadar yüksekten bakan bir ifade olmuş. Sanki benim yüreğim yalnızlıktan,
sevgisizlikten zaten burulmamış, bu güne kadar sevgi dolu, neşe içinde bir
hayat geçirmiş gibi yalnız ve sevgisiz bir hayata kendini mahkûm etmiş bu
isimsiz doksan yaşındaki karaktere acıma lütfunda bulunuyorum. Trajikomik!
Otuzuncu sayfada karşıma çıkan 29 Ağustos ifadesine, tesadüfen aynı tarihte
okumaya başlamış olmamdan dolayı, bu kitabın bana bu güne kadar dolduramadığım
boşluğu doldurabilecek bir şeyler fısıldayacağı gibi yüce (!) anlamlar yüklemem,
olsa olsa içimde büyüyen uçurumdan çıkamamanın çaresizliğindendir.
Yıllar içinde arsızca büyüyerek beni kaplayan, ne yapsan içi
dolmaz boşluğun, tüm iyi okullara, iyi bir iş hayatına rağmen çocukluğumdan
beri hep bir kenara iliştirilmiş hissetmemle ilgisi olmalı. On üç yaşındayken, ilk
evliliğini yapan kocasının ailesinin gözüne daha fazla batmamak adına beni
çağırmadığı bir düğünle ikinci evliliğini yapan annemin yeni ailesinin
sofralarının kenarına iliştiğimden beri bir gereklilik haline dönüşen
görünmezlik duygusu belki de bu boşluğu yaratan. Kalabalığın içinde göze
batmadan, içinde esen şiddetli rüzgârlara aldırmadan tüm kurallara uyarak, hiç
bir şey istemeden, sorunsuz bir çocuk olarak daha birkaç sene evveline kadar
baş tacı edildiğin ana yüreğinde eski yerini tekrar elde etme hayali ile
yaşamak. O şiddetli rüzgârları deli fırtınalara çeviren bir yaşama biçimi.
Kırgınlıkla yoğrulmuş öfkenin, başka güzelliklere, sevgilere yer açmasına izin
vermeyen, kaybedilmiş bir mücadelenin acısıyla yoğrulmuş, boşa geçmiş yıllar toplamı.
İnsanın içini acıtıyor.
Kendin olmayı yadsıyarak hatta zaman içinde unutup hep
başkalarının istediği biçimde davranmak ya da karakterimizin yaptığı gibi
aşktan kaçıp tensel zevki satın almak, sevgiyi hak ettiğine dair bir öz güven
eksikliği değil mi? Olduğun gibi kabulün mümkün olmadığına dair kesin inancın
insanın cesaretini kırdığı, karanlık bir hücrenin içinde nefessiz bıraktığı
zavallı bir durum…
Yüreğimi burkmaktan ziyade tanıdık bir duygunun sahiline
taşıdığından o ilk cümle, kitaba iştahla devam ettim. Tanış olmadığı sevme
duygusu içinde nasıl yoğrulduğunu, belki bütün ömrü boyunca kendine yarattığı
rutinler içinde kendinden nasıl kaçtığını, sevgi denen o büyüleyici enerji ile bütünleştikçe
nasıl kendiyle ve geç kalınmış bir hayatla barıştığını izledim sayfalar
boyunca. 57. Sayfada “Doksanınca yaşım geçip giderken, onun sayesinde ilk kez
kendi doğal halimle yüz yüze geliyordum.” cümlesi ne kadar hazin…
Hep uyurken izlediği Delgadina’yı bir gün uyanık, giyimli
görme korkusunu o kadar iyi anlıyorum ki! Yaratılan, hayal edilen, tutunulan
aşkın, yaşam sevincinin yerle bir olması anlamına gelebilir bu. İnsan
sevdiğinde gerçekten karşısındaki kişiyi değil de, hayalinde yarattığı kişiyi
seviyor aslında. Hele de hayalini yıkmayı mümkün kılmayacak şekilde uzaktaysa
daha da büyüyor bu sevda. Belki de onu olduğu gibi görmek istemeden, ona
atfettiğin özellikler, hatalarına, kötü yanlarına onun adına bulduğun
açıklamalara tutunabildiğin kadar sürüyor aşklar. Kulağa geldiği kadar korkunç
bir şey değil bu. Hepimizin yaptığı ama idealist bir yaklaşımla “onu olduğu
gibi kabul ediyorum “ söylemi içinde kendini kandırdığı bir durum.
Karşımızdakini hayalimizdeki gibi kabul ediyoruz gerçekte.
Seksen yaşında ölümle randevusuna hazırlanan babamın yanında
kendini ona adamış eşini gördükçe 82. Sayfada “Dünyada tek başına ölmekten daha
büyük bir felaket olmaz “ cümlesi daha vurucu bir anlam kazanıyor benim için.
Kızımla kurduğumuz ikili dünyanın “süreli “ olduğu düşüyor aklıma. Kedili, deli
kadın olmaya aday mıyım? Hele kahramanımızı yatağında ağırlamış eski
orospulardan Casilda’nın “ Allah’tan benim Çinli’yi tam zamanında buldum.
İnsanın küçük parmağıyla evli olması gibi bir şey, ama yalnızca bana ait.” cümlesindeki
“yalnızca bana ait” kısmına öylece bakakalıyorum. Kim kime ait olmuş ki şu
dünyada? İpi kopmuş sandal gibi, bir yere, bir kimseye ait olmadan akıntıyla
sürüklenmenin yalnızlığını bildiğimden, yüreğimde karşılığını bulan acınası bir
çaresizlik okuyorum bu cümlede.83. sayfada, gene aynı orospunun “ Âşık olarak
düzüşme zevkini denemeden ölmeye kalkma sakın.” cümlesi ise, aşkın yatağa girdiğinde,
o hayvansı birleşmeyi nasıl da değiştirip büyülü bir hale soktuğunu
hatırlatıyor bana.
Kitabın final cümlesi ise, burada yazmayacağım ki kitabı
okumaya niyetli olanlar için heyecan kaçmasın, bana her zaman inandığım,
yaşadığım onca olumsuzluğa rağmen inanmaktan asla vaz geçmediğim, bilakis daha
da sıkı sıkı yapıştığım yaşamdaki tek gerçeğin sevgi olduğu ve tüm
güzelliklerin, iyiliklerin sevginin varlığında ortaya çıktığı tezime bir
gönderme âdeta.
İçgüdüme güvenerek, Dörrie’nin öykülerini bırakıp Marquez’in
bu kitabını, tam doğru zamanda, sevginin gücünü sorguladığım bir zamanda, okumak
sevgiye olan sarsılmış inancımı tazeliyor yeniden. Marquez Usta’ya
teşekkürlerimi yolluyorum içimden.