25 Şubat 2015 Çarşamba

HİÇ Mİ GÜZEL ŞEYLER OLMAZ?

Her gün kara bir haber... Bu memlekette hiç mi güzel şeyler olmaz? Şöyle gurur duyup alkışlayacağımız bir başarı, sevinç duyacağımız bir mutluluk. En son ne zaman ülkem adına ortak bir sevinçte buluştuk, hatırlamıyorum bile...

Ölümün kol gezdiği bir ülkede yaşıyoruz. Gün geçmiyor ki içinde anlamsızlık barındırmayan bir ölüm haberi almayalım. Özellikle son iki haftadır nefes aldırmadan yağıyor üzücü haberler. En son dört şehidimiz var. Keşif uçakları düşmüş. Kaza diyorlar. İki uçak aynı anda… Bilmem ki? Şüpheli. Geçen hafta daha da beter. Vahşet gezdi sokaklarda. Eskiden “münferit  olay“ derdi Başgan. Şimdilerde demiyor. Eskidi kelime herhalde. ”Fıtrat “ moda oldu bu ara. Ne memleketiz yahu? Her şey fıtratımızda var! Bu fıtrat hep kötü şeylere mi çalışıyor? Hiç iyi şeyler fıtratımızda olmaz mı? Daha doğarken mi kara yazılmış defter? Öyle olmalı…

Oysa öyle ihtiyacımız var ki iyi haberlere. Dünya Kupası’nda Türkiye’nin üçüncü olduğu yıllardaki gibi hepimizi,  kadın- erkek, sağ-sol demeden yekvücut yapıp sevindirecek başarılara. Göğsümüz kabara kabara Türk olmanın gururunu hissetmeye. Herhangi bir alanda uluslararası arenada kendimizi iyi bir şeyle göstermeye… Son yıllarda, Başgan sayesinde  ülkemiz hiç olmadığı kadar duyuldu dünyada da, hani diyorum güzel şeylerle anılsak. Rezil olmadan, ülkemize yakışır şekilde yer alsak dünya gündeminde. İster spor olsun, ister sanat olsun, ister bilim olsun her hangi bir alanda. Şöyle coşsak hep beraber, sevinsek el ele…

Hoş, benim ki de lâf-ı güzaf! Daha bir genç kızımızın vahşice öldürülmesinde bile tam birleşemedik toplum olarak. Ne acı! Öldürülen üniversite öğrencisi Fırat’ın siyasi kimliği vardı, hadi ondan birleşemedik diyelim ama ya kartopu oynamak gibi son derece masum bir fiiliyatın içindeyken öldürülen Nuh Köklü’de birleşememeye ne demeli? Ama olmaz, o da gazeteciydi. Demiştir bir şeyler. Nitekim de demiş. Attığı tweetlerde gördük. O da olmadı. Ya Özgecan?  Mini etek giymiştir, o da olmadı. Olamıyor…

Toplum olarak böyle acı haberler aldığımızda, sosyal medyada duyarlılık göstermeyip çiçek böcek, bireysel keyiflerini paylaşanlara kızıyorum. Kızıyordum. Bir yandan da düşünüyorum, o kadar kara ki dünya, kendi yarattığımız küçük mutluluklara sığınmaktan başka çaremiz yok. Ayakta kalmak, direnmek için nefes alabildiğimiz dar alanlarda anlık rahatlamalara ihtiyaç duyuyoruz hepimiz. Başka türlü başa çıkılabilecek gibi değil. Bir yaşam biçimi haline dönüştü bu karanlıkta yaşamak. Kapkaranlık bir gecede, yolumuzu kaybetmeden yürümemizi sağlayan yıldızlar gibi bu kaçamaklar.


Gene de göğsümü kabartacak, inancımı yitirtmeyecek milli bir başarı duymak istiyorum. Hasret kaldık güzel haberlere. Spor tabii ki önemli ama sanatsal veya bilimsel alanda olsa… Ooo dediğinizi duyar gibiyim ama gönül bu; istiyor işte…

19 Şubat 2015 Perşembe

KAR ACIYI DA ÖRTER Mİ?

Usul usul kar yağıyor penceremden. Beyaz kar taneleri gökyüzünden süzülüp dantel dantel konuyorlar yeryüzüne. Sanki yeryüzüne dokunmaktan korkarcasına ürkekler bir yandan. Bir tane daha, bir tane daha derken bembeyaz oluyor caddeler, sokaklar, ağaçlar. Gelin gibi süslüyorlar etrafı. Öyle beyaz, öyle saf… Örtüveriyor kar her yeri, her şeyi. Kar acıyı da örter mi? Biliyorum Mersin’de yağmıyor ama gene de Özgecan’ın mezarı üstüne de yağdırıyorum karı zihnimde. Giyemediği gelinlik gibi sarsın, gerçekleştiremediği hayalleri gibi okşasın istiyorum. Kar, içimde sızısını hala hissettiğim Özgecan ve onun simgelediği tüm diğer kadınların masumiyetlerini simgeliyor âdeta.

Kar, yüreğime çöken ezikliği, gözlerime dolmuş yaşları hissetmişçesine şiddetleniyor. İçimde yükselen öfkeyle birlikle deli deli yağıyor. Sert sert vuruyor toprağa. Dövüyor sanki. Belki bir ağıt bu. Tüm pisliklerin, yanlışların, adaletsizliğin üzerini bir an evvel örtmek istercesine hızlı hızlı yağıyor. Yağdıkça beyazlaşıyor sokaklar. Kar yükseliyor. Bembeyaz caddelerde kartopu oynayası geliyor insanın. Aman! Sakın oynama. Kartopu oynadığı için ölebiliyor bu ülkede insanlar. Bir anlığına içinden baş göstermiş çocuk ruhunun kartopu oynamasına izin vermiş Nuh Köklü, bir dükkânın camına geldiği için o kartopu, bıçaklanıverdi mesela daha dün. İnanası gelmiyor insanın. Maalesef gerçek ama… İçimdeki acı daha da derinleşiyor. Kar yağdırıyorum üzerine ama geçmiyor.

Kar tatili veriyor Vali Amca. Seviniyor çocuklar. Hangi çocuk sevinmez ki? Karda oynayacaklarından değil, okul olmayacağından seviniyorlar. Artık karda oynamıyor çocuklar. Evlerde bir gün daha bilgisayar oyunu oynuyorlar. Çocuklar dışındakilere bu ülkede kar eza, cefa demek. Yolların kapanması, trafiğin tıkanması demek. Köyde hastası olanın çaresiz kalması, şehirde işe gidecek olanın perişan olması demek. Kar tatili bu ülkenin beceriksizliğinin göstergesidir aslında. Önlem almayı bilmemesinin, öğrenememesinin göstergesi. Kar tatili dışarı çıkma, tehlikeden uzak dur, yaşama demektir bir anlamda.

Kar diyor insanlar, tatil diyor çocuklar. Boy boy karlı İstanbul resimleri, kardan adam resimleri paylaşılıyor sosyal medyada. Kartopu oynadığı için bıçaklanarak öldürülen Nuh Köklü’nün ne resmi ne haber paylaşılmıyor bile. Çok az kişi olayın farkında. Belki kardan başları döndü, sokaklara fırladılar. Kim bilir? Boş boş bakıyorum resimlere. Benimse önümden nazlı nazlı süzülen kar taneleri keyif değil acı veriyor o anda.

Bu sefer acıların üzerini örtme kar, olur mu? Unutmayalım. Unuttukça daha da büyüyor acılar. Bu gün bahçede keyifle kartopu oynayan çocuğumuzun yarın çocuksu bir keyifle kartopu oynarken gemi azıya almış biri tarafından bıçaklanmayacağı, yarın okula gitmek için minibüse binen kızımızın tecavüze uğramayacağı veya bu kadar trajik olmasa da kızlı erkekli dolaştığı için, mini etek giydiği için tacize uğramayacağı ne malum?.. Öyle olduk çünkü gemi azıya almış bir ülke… At ise tamamen kontrolden çıkmış deli deli sağa sola koşup dehşet saçıyor. Bilmem bilir misiniz? Kontrole alınamayan atları vururlar…

Hayır hayır, idam cezası istemiyorum. Şiddete şiddetle karşılık verilmesini istemiyorum. Bunun daha çok şiddet doğuracağına inanıyorum. Zihniyet değişmedikçe hiçbir cezanın işe yarayacağını düşünmüyorum. Bilakis onay verilecek idam cezası yetkisinin ileride bizleri daha çok üzebileceğinden korkuyorum.

Sadece kadın –erkek, o, bu, şu gibi ayırımcılık yapılmadan herkesin insan olduğunun hatırlanmasını ve üzerine kar yağmış vicdanın tekrar yüreklerimizde hayat bulmasını istiyorum.






14 Şubat 2015 Cumartesi

FENER BALIĞI

Önümde duruyor. Mis gibi, buharı üstünde, domatesli, biberli Fener kavurma. Domatesle tereyağının birleşmesinden çıkan rahiya çok iştah açıcı. Bembeyaz löp etin domatesin kırmızısı ve biberin yeşiliyle yarattığı görsel bir şölen. Yemek için sabırsızlanıyor insan.

Bakmayın fener balığının böyle kuzu kuzu toprak kap içinde kendisini sergilemesine. Pek çirkin bir balıktır aslında. Denizde görseniz korkup kaçarsınız. Hoş, pek öyle kolay kolay da göremezsiniz ya! Herkesten kaçıp denizin derin karanlık sularında yaşar kendi kendini aydınlattığı ışığıyla. Uzun olan dikeninin ucuyla yarattığı ışıkla bulur hem avını hem yolunu. Kafası kocaman, ağzı ise daha kocamandır. Kafanı soksan girer yani, öyle kocaman!  Dişleri sık ve sivridir. Canavar görünümlü bir şey kısaca. İtici, tiksindirici… Ama gel gör ki, burada, bu toprak kabın içinde bir kuzu uysallığında sergiler kendini. İştahı kabarır insanın; bir an evvel ekmekleri suyuna bana bana yiyesi gelir. Biraz ekmek, çatal ucunda bembeyaz löp et, bir yudum da rakı. Atıverir insan ağzına, iştahla. Dişlerinin arasında eziverir. Belki o an yaşıyor olsa hala, kendine denk bir rakip sanabilir insanı. Ne bilsin, insan kendisinin aksine melek görünümlü bir canavar!..

Denizin dibindeki çamurla aynı renkteki pulsuz derisiyle dibe yakın, karanlığın içinde yaşar. Uzaktır herkesten. Vıcık vıcık yapışmaz öyle. Hem karanlıkla, hem de zeminle yeknesak rengiyle korur kendini. İnsanoğlu gibi değil yani. Rengârenk takındığı maskelerle kendini beğendirme çabasında değildir. İnsanoğlu hem fark edilmek için önündekini ezer geçer, hem de korkup zemine uyar. İyi yüzlüdür kısaca. Fener balıkları da yaşar aralarında. Yok olmak istercesine kendi karanlıklarına gömülmüş, küçük dünyalarında yaşamaya çalışırlar. Kimseyi ezme, dişlerinin arasında çiğneme dertleri yoktur. Kendi dertlerini ezememişlerdir daha, başkalarını ne yapsınlar? Sokakta görürüz onları; bazen Beyoğlu’nda sokak serserisi deyip geçeriz, bazen yanı başımızdadırlar; fark etmeyiz. Korkarız bu insanlardan. Sivri dişli, kocaman ağızlı fener balığımıyçasına, denizde görsek kaçacağımız gibi kaçarız onlardan. Berduş deriz, sarhoş deriz, deriz Allah deriz. Bir şey der kaçarız. Kaçtığımızın kendimiz olduğunu fark etmeden. Bir gün onlar gibi hayatın anlamını yitirmekten korkarak kaçarız.

Halbuki bir dinlesek; o Beyoğlu’nda köşe bucak kaçtığımız, kirden mavi kazağının rengi görünmeyen, yıkanmamaktan saçları tiftik tiftik olmuş, içkiden gözleri kan çanağına dönmüş Cihangir Abi’yi veya şehrin en ücra köşesinde yıkık bir evde, iki saksı çiçek ve bir iskemleyle yaşayan Hakan’ı, önümüzdeki löp etli fener balığının lezzeti gibi lezzet bulacağız sohbetlerimizde. Bir rakı ikram edip soframıza buyur etsek, berduş diye yüzüne bakmadığımız Cihangir Abi’nin eskiden engin bir müzik ve resim bilgisine sahip bir kalp doktoru olduğunu öğreneceğiz. Hayatın garip bir cilvesiyle  evli bir kadına duyduğu derin aşk yüzünden çektiği kalp ağrısından hiçliğe vurduğu yaşamının içinde hayatın anlamını çözmeye çalıştığını anlayacağız. İçinde kendinin de olduğu her şeyden arınıp alıp vermek zorunda olduğu nefeslerle başa çıkma çabasını seyredeceğiz. “Bak, herkesin kaçtığı herkes işte. Herkes herkesten kaçıyor. Çünkü herkes herkesi kırıyor. Olamıyoruz severek inanarak. Olamıyoruz sevgiyi her şeyin önüne koyarak. Bizim hikâyemiz biraz daha ağır olabilir bunun için artık kafayı kurtarmaya çalışıyoruz. Ancak olmuyor, kurtulmuyor dediğin gibi. Bak şu halime. Ben kimim, neredeyim, ne haldeyim? Ama olmadı, kurtulmuyor insan hiçbir yerden, kurtulamıyor hiçbir kimseden...” dediğinde duracağız bir. Sarsılacağız. İnanmak istemeyecek ama düşüneceğiz. Kendi derin karanlığımızın en dibinde saklı kalmış korkularımızı bir fener gibi aydınlatacak cümleleri. 

Veyahut “İnsanlar mı? Almayayım, doydum ben “ diyecek kadar insanlara kırıla kırıla kendini, içkiye, yalnızlığa, sessizliğe mâhkum eden Hakan’ın, insanın dipsiz kuyularını ortaya çıkardığı yazılarını artık yazmadığını, zamanında çektiği sanatsal fotoğrafların yenilerini çekmediğini fark ettiğimizde üzüleceğiz. Kimsenin yüzmeye cesaret edemediği karanlık sularda cesurca yüzebilen bu fener balığının kırılganlığını anlayacağız. Onu bulandığı zemin renginden sıyırıp yüreğine batmış dikeninin ışığıyla karanlıklarımızı aydınlatması arzusuyla dolacağız.

Ama heyhat! Biz sadece önümüze gelmiş, buharı üstünde, bembeyaz löp etli fener balığını, dişlerimizin arasında eze eze yemeği biliyoruz. Karanlıkların bu sessiz kahramanlarını, harlı ateşte pişirip kendi zevkimize uygun hale getirdikten sonra soframıza kabul ediyoruz. Daha aydınlatabilecekleri çok yer varken, sonsuz karanlığın içine gömüyoruz. Canavar kim? İnsanoğlu mu fener balığı mı? Bir düşünün isterseniz…





5 Şubat 2015 Perşembe

MARQUEZ'İN FISILTILARI

Her sokağa çıktığımda, bir kitapçının önünden geçiyorsam eğer, o kitapçıya girme, kitapların kendisine has kokusunu içime çekme, kitapları karıştırma dürtüsüyle dolarım her zaman. Çoğu zaman da en az bir veya birkaç kitap alır çıkarım oradan. Okuma listesi çıkaranlardan olmadığımdan, karıştırırken o anda ya kapağından, ya arkasındaki açıklamadan ya da içindeki bir cümleden beni içine alan kitaplar olur bunlar. Bu nedenle kütüphanemde sayısı sürekli değişen ama asla tükenmeyen “okunacak kitaplar” bulunur.

Bir kitap bitip yenisine başlayacağım zaman bu rafın önünde durur, kitaplar arasında elimi gezdirir, beni çağıran bir kitabı alır onu okumaya başlarım. Genellikle o anki ruh durumuma uygun, beynimde uçuşan düşüncelerin karşılığı olan bir kitap olur bu. Bu güne kadar asla planlı programlı kitap okuyamadım, okuma listelerim hiç olmadı. Bu, beni okur olarak nereye koyar bilemiyorum.

29 Ağustos günü, yaklaşık bir hafta önce bitirmiş olduğum kitabı sindirmiş, etkisinden yavaş yavaş sıyrılmış olarak yeni bir kitap seçmek üzere gene geçtim rafın karşısına. Doris Dörrie’nin öyküleri ile Gabriel Garcia Marquez’in Benim Hüzünlü Orospularım el uzattı bu defa. İkisini de elime alıp karıştırmaya başladım. Dörrie’nin kitabının ilk öyküsü olan Bin Dokuz Yüz Altmış Sekiz' in ilk cümlesinde geçen göğüs durumu nedense ilgimi pek çekmedi. Marquez’in kitabının ilk cümlesi “Doksanıncı yaşımda, kendime bakire bir yeniyetmeyle çılgınca bir aşk gecesi armağan etmek istedim. “ ise içinde barındırdığı doksan yaş, bakire, yeniyetme, çılgınca ve aşk gecesi gibi birbirine tezat, yan yana durması bile garip kelimeleri ile kışkırtıcıydı.

Doksan yaş! Dile kolay… Bir ömür, hem de uzun bir ömür. Nasıl dolar ki bu kadar zaman? Yapmak istediklerini öteleye öteleye mi gelirdi insan bu yaşlara sıkılmadan? Yoksa yaptıkça, okul bitince, evlenince, çocuk sahibi olunca, işte ilerleyince, emekli olunca gibi her aşamada yeni hedefler, yeni hayallerle mi gelebilirdi insan bu yaşa? Belli bir yaştan sonra insan bedeninin getirdiği kısıtlamalarla hayaller de kısıtlanmaz mıydı? O yaşa gelebilse bile bir insan, böyle bir arzusu olur muydu gerçekten? O yaşa gelmiş birinin neden böyle bir arzusu olurdu? Beynime üşüşen onca soruya rağmen, ilk cümlenin içine sıkışmış yalnızlık, sevgisizlik, hüzün ve acı yüreğimi burktu.

Demin kullandığım “ yüreğimi burkmak “ deyimine bakıyorum da, ne kadar yüksekten bakan bir ifade olmuş. Sanki benim yüreğim yalnızlıktan, sevgisizlikten zaten burulmamış, bu güne kadar sevgi dolu, neşe içinde bir hayat geçirmiş gibi yalnız ve sevgisiz bir hayata kendini mahkûm etmiş bu isimsiz doksan yaşındaki karaktere acıma lütfunda bulunuyorum. Trajikomik! Otuzuncu sayfada karşıma çıkan 29 Ağustos ifadesine, tesadüfen aynı tarihte okumaya başlamış olmamdan dolayı, bu kitabın bana bu güne kadar dolduramadığım boşluğu doldurabilecek bir şeyler fısıldayacağı gibi yüce (!) anlamlar yüklemem, olsa olsa içimde büyüyen uçurumdan çıkamamanın çaresizliğindendir.

Yıllar içinde arsızca büyüyerek beni kaplayan, ne yapsan içi dolmaz boşluğun, tüm iyi okullara, iyi bir iş hayatına rağmen çocukluğumdan beri hep bir kenara iliştirilmiş hissetmemle ilgisi olmalı. On üç yaşındayken, ilk evliliğini yapan kocasının ailesinin gözüne daha fazla batmamak adına beni çağırmadığı bir düğünle ikinci evliliğini yapan annemin yeni ailesinin sofralarının kenarına iliştiğimden beri bir gereklilik haline dönüşen görünmezlik duygusu belki de bu boşluğu yaratan. Kalabalığın içinde göze batmadan, içinde esen şiddetli rüzgârlara aldırmadan tüm kurallara uyarak, hiç bir şey istemeden, sorunsuz bir çocuk olarak daha birkaç sene evveline kadar baş tacı edildiğin ana yüreğinde eski yerini tekrar elde etme hayali ile yaşamak. O şiddetli rüzgârları deli fırtınalara çeviren bir yaşama biçimi. Kırgınlıkla yoğrulmuş öfkenin, başka güzelliklere, sevgilere yer açmasına izin vermeyen, kaybedilmiş bir mücadelenin acısıyla yoğrulmuş, boşa geçmiş yıllar toplamı. İnsanın içini acıtıyor.

Kendin olmayı yadsıyarak hatta zaman içinde unutup hep başkalarının istediği biçimde davranmak ya da karakterimizin yaptığı gibi aşktan kaçıp tensel zevki satın almak, sevgiyi hak ettiğine dair bir öz güven eksikliği değil mi? Olduğun gibi kabulün mümkün olmadığına dair kesin inancın insanın cesaretini kırdığı, karanlık bir hücrenin içinde nefessiz bıraktığı zavallı bir durum…

Yüreğimi burkmaktan ziyade tanıdık bir duygunun sahiline taşıdığından o ilk cümle, kitaba iştahla devam ettim. Tanış olmadığı sevme duygusu içinde nasıl yoğrulduğunu, belki bütün ömrü boyunca kendine yarattığı rutinler içinde kendinden nasıl kaçtığını, sevgi denen o büyüleyici enerji ile bütünleştikçe nasıl kendiyle ve geç kalınmış bir hayatla barıştığını izledim sayfalar boyunca. 57. Sayfada “Doksanınca yaşım geçip giderken, onun sayesinde ilk kez kendi doğal halimle yüz yüze geliyordum.” cümlesi ne kadar hazin…

Hep uyurken izlediği Delgadina’yı bir gün uyanık, giyimli görme korkusunu o kadar iyi anlıyorum ki! Yaratılan, hayal edilen, tutunulan aşkın, yaşam sevincinin yerle bir olması anlamına gelebilir bu. İnsan sevdiğinde gerçekten karşısındaki kişiyi değil de, hayalinde yarattığı kişiyi seviyor aslında. Hele de hayalini yıkmayı mümkün kılmayacak şekilde uzaktaysa daha da büyüyor bu sevda. Belki de onu olduğu gibi görmek istemeden, ona atfettiğin özellikler, hatalarına, kötü yanlarına onun adına bulduğun açıklamalara tutunabildiğin kadar sürüyor aşklar. Kulağa geldiği kadar korkunç bir şey değil bu. Hepimizin yaptığı ama idealist bir yaklaşımla “onu olduğu gibi kabul ediyorum “ söylemi içinde kendini kandırdığı bir durum. Karşımızdakini hayalimizdeki gibi kabul ediyoruz gerçekte.

Seksen yaşında ölümle randevusuna hazırlanan babamın yanında kendini ona adamış eşini gördükçe 82. Sayfada “Dünyada tek başına ölmekten daha büyük bir felaket olmaz “ cümlesi daha vurucu bir anlam kazanıyor benim için. Kızımla kurduğumuz ikili dünyanın “süreli “ olduğu düşüyor aklıma. Kedili, deli kadın olmaya aday mıyım? Hele kahramanımızı yatağında ağırlamış eski orospulardan Casilda’nın “ Allah’tan benim Çinli’yi tam zamanında buldum. İnsanın küçük parmağıyla evli olması gibi bir şey, ama yalnızca bana ait.” cümlesindeki “yalnızca bana ait” kısmına öylece bakakalıyorum. Kim kime ait olmuş ki şu dünyada? İpi kopmuş sandal gibi, bir yere, bir kimseye ait olmadan akıntıyla sürüklenmenin yalnızlığını bildiğimden, yüreğimde karşılığını bulan acınası bir çaresizlik okuyorum bu cümlede.83. sayfada, gene aynı orospunun “ Âşık olarak düzüşme zevkini denemeden ölmeye kalkma sakın.” cümlesi ise, aşkın yatağa girdiğinde, o hayvansı birleşmeyi nasıl da değiştirip büyülü bir hale soktuğunu hatırlatıyor bana.

Kitabın final cümlesi ise, burada yazmayacağım ki kitabı okumaya niyetli olanlar için heyecan kaçmasın, bana her zaman inandığım, yaşadığım onca olumsuzluğa rağmen inanmaktan asla vaz geçmediğim, bilakis daha da sıkı sıkı yapıştığım yaşamdaki tek gerçeğin sevgi olduğu ve tüm güzelliklerin, iyiliklerin sevginin varlığında ortaya çıktığı tezime bir gönderme âdeta.

İçgüdüme güvenerek, Dörrie’nin öykülerini bırakıp Marquez’in bu kitabını, tam doğru zamanda, sevginin gücünü sorguladığım bir zamanda, okumak sevgiye olan sarsılmış inancımı tazeliyor yeniden. Marquez Usta’ya teşekkürlerimi yolluyorum içimden.





2 Şubat 2015 Pazartesi

DALGACI

Orhan Veli'nin Dalgacı Mahmut'u der ya;

İşim gücüm budur benim, 
Gökyüzünü boyarım her sabah,
Hepiniz uykudayken.
Uyanır bakarsınız ki mavi. 

Ben de karalarım her sabah. Hemen hemen her sabah ya bir cümle, ya bir paragraf karalar dururum. Mavi olmazlar ama... 

Deniz yırtılır kimi zaman
Bilmezsiniz kim diker
Ben dikerim.

Diye devam eder ya, öyle dikmeye çalışırım yırtıklarını ruhumun... Karalayarak... Çoğu zaman bir şey olmaz bu cümleler ama işte anlık bir rahatlama, dururlar bir köşede. Belki de sıralarını bekliyorlardır bir gün bir öykünün içinde yer almak için. Belki alırlar, belki de sonsuz zamanın içinde yok olup giderler. Kim bilir?..

Gene karalamışım uykusuz bir gecenin sabahında...

Zaman 22:42… Gün geceden ayrılalı çok oldu. Gün ışıklarının sahayı terk edip geceye yol vermesine rağmen gün kafamda devam ediyor. Hep öyle değil midir? Karanlıkta daha parlamaz mı hüzünler? Ay ışığı tam da nereye vuracağını bilirmiş gibi gelip yüreğin o en ince sızısını aydınlatmaz mı hep? Duygu ve düşünce bir devinim içinde salınırlar ortada karanlık boyunca. Bir o, bir diğeri insanın başını döndürünceye kadar adeta dans ederler gece boyu.

Uykunun kavrayan kollarıyla karşılaşıyorum. Sımsıkı tutuyor beni. Tüm karşı koymalarıma rağmen, sıcaklığı yavaş yavaş bedenimi sarıyor. Şaşmaz bir saat gibi tık tık devamlı çalışan kafamın içine sızıyor, düşüncelerim uyuşuyor. Severim uykuyu. İyi dostuzdur. Tam ne zaman geleceğini, ne zaman sarıp sarmalayıp o duygu-düşünce girdabından sıyırıp alacağını bilir her zaman. Bu gün de şaşmadı. Onun sıcak kollarının dinginliğine bırakıyorum kendimi.

Zaman 00:12… Uyku, tüm iyi niyetine rağmen, beni zapt edememiş olacak ki, uyanıyorum kan ter içinde. Gece hala taze, ay hala tepede… Uykunun beynime zerk ettiği uyuşturucu etkisi henüz tam geçmemiş, sersem gibiyim. Flu bir perdenin arkasından bana seslenen  düşüncelere yer açmadan tekrar dönmeliyim uykuya. Yoksa gece uzun…

Zaman 01:52… Gene uyanıyorum. Gene kan ter içinde. Sanki hiç nokta konmamış, es verilmemiş gibi, düşünceler tüm kıvraklıklarıyla danslarına devam ediyorlar kafamda. Cümleler çarpışıyor, duygular adım atıyor sahneye, düşüncelerin arasına karışıyorlar. Bir kargaşa bir cümbüş, müzik ritmsiz. Kalk kalk! Karanlıkta bir sigara içiyorum. Adımlarını şaşırmış düşüncelerimi düzene koymaya çalışıyorum. Ritmi yakalıyorlar yeniden. Bu ritm içinde salınıyorum ben de. Uyku tekrar uğruyor benim mahalleye. Yatağa gitme, kıvrıl şu koltuğa. Balkon kapısını da aç. Uçsun gitsin düşünceler. Soğuk soğuk esen rüzgârın esintisinde alevi sönüyor düşüncelerin. Dalıyorum.

Zaman 04:32… Üşüyerek uyanıyorum. Gözlerimi açmamı beklermişçesine gene üşüşüyor düşünceler. Daha sakinler. Belki onlar da yoruldu. Komut bekliyorlar benden. Komutu versem gene sıraya girecekler ve nefesleri tükeninceye kadar sergileyecekler performanslarını; benim de nefesimi keserek. Vermiyorum. Herkes dinlensin. Nefes kazanalım yeniden. Yorgun, bedbin, ağrılı yüreğimi sürüklüyorum yatağa. Sıcağa,  şefkatli bir anne gibi kollarını açmış bekleyen uykuya. Uykuyla sahnelerini vermek istemeyen düşüncelerimin çatışmasını izliyorum. Yatağın içinde bir sağa bir sola dönerek kovalıyorum düşünceleri. Şimdi sıra uykunun, sizin sıranız sonra. Uyku baskın çıkıyor sanırım, sızıyorum.

Zaman 06:22…  Zile basılmış gibi açıyorum gözlerimi. Birden, aniden… Repliklerini sıkıca ezberlemiş düşünceler, birbirlerinin önüne geçmeye çalışarak, akıyorlar ardı ardına. Cümleler, kelimeler, paragraflar kaplıyor beynimi. Doluyor kafam, ağırlaşıyor. Birleşip çoktan kovmuşlar uykuyu sahadan. Güneşsiz bir sabahın ilk ışıkları sızmaya başlamış içeri. Bulutlar gecenin hüznünü kaplamış, günü hazır etmiş sabaha. Kalk kalk, uyku sana haram!

Yağmur yağıyor. Gecenin gözyaşları mı akıyor acaba?..