20 Ocak 2015 Salı

HER ŞEY ÇOK "ABSÜRD"

Bu aralar okuyorum habire… Nefessiz, nefes almaya korkarcasına sarılıyorum kitaplara. Biri biter bitmez, diğerine geçiyorum ara vermeden. Kitabın bende bıraktığı duyguları, düşünceleri içselleştirmeden koşuyorum bir dünyadan diğerine. Durmaksızın aksın önümden sahneler ve ben sadece seyredeyim istiyorum. Film arası da olmasın. Hiç durmasın, hep aksın… Öyle ki boğulayım içinde; o uğultunun içinde kendi sesim boğuklaşsın; duymayayım istiyorum.

Uzun zamandır gazete de okumuyorum, televizyon da seyretmiyorum. Kaçınılmaz olarak duyduğum olayların “absürd”lüğü (garipliği, anlamsızlığı demek yetmiyor artık) karşısında kendimi iyice “absürd “ bir dünyanın içine hapsolmuş hissediyor, bir çıkış yolu göremiyorum. En son Paris’te yaşanan Charlie Hebdo dergisine yapılan saldırı sonucu 12 kişinin hayatını kaybetmesi üzerine bütün dünya ayağa kalkıp terör karşıtı kesilirken, aynı günlerde Boko Haram örgütünün ardı ardına katliamlar yapması aynı tepkiyi almıyor. Charlie Hebdo olayı gazetelerde, sosyal medyada manşet manşet kınanırken Boko Haram’ın katliamları gazete köşelerinde ve bazı duyarlı arkadaşların sosyal medya ortamlarında yer alıyor sadece. Neden Fransızlar Nijeryalılardan daha değerli? Bunu aklımın, beynimin, kalbimin hiçbir köşesi almıyor. Ayırımcılığın dik âlâsını yapıyoruz cümleten.

Aynen Suruç kampındaki IŞİD’den kaçan Kobanili bebekler için yardım toplarken bazılarının” onlar benim memleketimin insanları değil, bana ne” dedikleri gibi… Böyle bir cümle duyduğumda dağılıyorum ben. Kayboluyorum, yok olmak istiyorum. Dini, dili, ırkı, ülkesi farklı da olsa bir bebekten, hayata gelme, hangi coğrafyaya doğacağı seçimini kendi yapmamış bir bebekten, masumiyetin simgesi bir bebekten nasıl esirgeyebiliyoruz vicdanımızı?  Hiçbir açıklama, hiçbir bahane açıklayamıyor bunu yüreğime. Yarın belki elinde silah bana karşı duran biri olabilirmiş o bebek. Öyle diyor bazıları. Evet olabilir, kesinlikle olmaz demiyorum ama bu olasılık, sadece bir olasılık, onun yaşama hakkını elinden alır mı?  Her bu dünyaya gelen insanın yaşama hakkı olduğu gibi, nerede doğarsa doğsun her bebeğin yaşama, büyüme ve seçimlerini yapma hakkı vardır bence. Sanki biz insanüstü varlıklarmışız gibi, başka bir insan hakkında ahkâm kesiyor olmamızı kesinlikle sindirmiyor içim.

Gerçekten bu kadar farklı olsaydık dini, dili, ırkı bizden farklı yabancı bir yazarın satırlarında kendimizle karşılaşabilir miydik? Başka bir çağda, toprakta doğmuş bir müzisyenin senfonisinde kaybolup, bir piyanonun tuşlarında veya bir kemanın tellerinde kendimizi yeniden bulabilir miydik? Acısını, öfkesini, neşesini, sevincini renkler aracılığıyla tuvale aktaran, kimliği önemsiz, her hangi bir ressamın tuvalinde aynı duyguların elinden tutabilir miydik? Hangi toprakta doğarsa doğsun, insanlığın duygularda birleştiğini yadsıyabilir miyiz?


Hadi bunları bırakalım. Daha basite inelim. Hepimizin aynı şekilde karnının acıktığını, temel ihtiyaçlarının aynı olduğunu düşünürsek temelde hepimizin insan olduğu gerçeğini daha net görebiliriz belki. Üzerine giyindiğimiz elbiseler ayırımı yaratan. Çıkarsak elbiselerimizi. Doğum anındaki gibi çıplak kalsak. İnsan olduğumuzu ve insanlık etrafında buluşmamız gerektiğini hatırlasak yeniden. Yoksa her şey çok “absürd”…

1 yorum:

MINDMILLS dedi ki...

Sorun çıplak kaldığımızda (veya kaldığımızı sandığımızda) bile giyinmiş olduğumuz düşünce ve koşullanmalardan öteye gidemediğimizde başlıyor sanki.

Ben de bu aralar kendimi peşpeşe okumalara verdim. Özellikle daha iyi, ideal, hayali dünyaları bulduğumdan, bu dünyanın gerçekliğinden uzaklaştığımdan değil. Bu gerçekliğe bir alternatif yarattığından ve bunu ben seçebildiğim için, zira yaşadığımız dünyayı seçemez hale geldik ya da daha acısı, bilerek veya bilmeyerek tam da bu dünyayı seçtik. İşte bu acı geliyor.

Sevgiler..