13 Ağustos 2016 Cumartesi

DARBE OLMUŞ, ULALIYA NE?

Sevr Antlaşması imzalamış, kapitülasyonlar altında ezilmiş Osmanlı Devleti’nin, Gazi Mustafa Kemal Paşa tarafından gerçekleştirilmiş Kurtuluş Savaşı’yla özdeşleştirilerek (nasıl bir özdeşleştirmeyse bu) 2. Kurtuluş Savaşı’na çevrilen, altı saatlik “kalkışımlı” darbe girişiminin üzerinden neredeyse bir ay geçti. OHAL durumu da devam ediyor. Herkes bu garip hal ile baş etmenin yolunu, bir şekilde, kendine göre bulmuş. Günler güne ekleniyor, her gün kanun hükmünde bir kararlar çıkıyor, yasaklar konuyor, kimisinden vazgeçiliyor, tutuklananlar, gözaltına alınanlar gırla, sonra bazıları serbest bırakılıyor, destan havasında mitingler yapılıyor, M.K. Atatürk’ün “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sözünden yola çıkılarak “Hâkimiyet milletindir” lafı, imzasız, her yere kocaman kocaman asılmış falan. Özetle bir keşmekeş devam ediyor, kimse ne yaptığını bilmiyor ama herkeste bir tedirgin bekleme hali belirgin. Hangi düşünceye sahip olursa olsun, bu durumun nasıl sonuçlanacağını, ülkenin nasıl bir nihai alacağını her bir vatandaş merakla, endişeyle, umutla bekliyor.

Herkes bu garip halle baş etmenin yolunu kendine göre bulmuş dedim ya, ben de darbenin ertesi günü, baktım uçaklar kalkıyor, kızımın bu gergin ortamın içinde olmasını istemediğimden, zaten var olan biletimizi kullanarak güneye doğru yola çıktım. Uzaklardan, rüzgârın taşıdığı selâ sesine rağmen demokrasi nöbetçilerinin olmadığı bu tatil beldemize daha önce gelmiş olan insanlar normal bir şekilde tatillerine devam edip denize giriyorlardı. Deniz, güneşle pek aram olmadığından, ata topraklarım olan Ula’ya gittim. Son zamanlarda, her ruhum sıkıldığında, her yalnız kalıp içime dönmek istediğimde, her bu yapmacık, sahte, insani değerlerini yitirmiş dünyadan uzaklaşıp saflığa, basitliğe, gerçekliğe ihtiyacım olduğunda gidip sığındığım bir yer Ula.

Merkez nüfusu 5.685, civar köyleriyle birlikte nüfusu 23.000’lere varan, Muğla’nın bir ilçesi Ula. Sıklıkla İzmir’in Urla ilçesiyle karıştırılıyor. Son zamanlarda adı duyulmaya başlayan Ula’ya bağlı Akyaka’dan evvel, adı pek bilinmediğinden, hemen Urla’ya bağlıyor insanlar. Hayır, Urla değil Ula demekten dilimde tüy bitti ama olsun. Hoş, çok da bilinsin mi, oraya akın akın gelip dokuyu bozsun istiyor muyum o da ayrı konu. Ulalı yönetmen sevgili Yüksel Aksu, Ula’da ve Ulalı halkı oyuncu olarak kullanarak çevirdiği Dondurmam Gaymak, Entelköy Efeköy’e Karşı ve İftarlık Gazoz filmleriyle yöreyi yeterince tanıttı zaten. Meydandaki kahvede, kahve içerken konuştuğum kahveci bu durumdan biraz şikâyetçi. “5000 nüfus yabancılarla 10.000’e yaklaşıyor. Bozulacak buralar, huzurumuz kaçacak abla” diyor mesela. O kadar parada gözleri yok yani. Ancak okumak için büyük şehirlere gidip oralarda kalanların, geri gelip aile yadigârı evlerine sahip çıkıp onarmalarından, bilgilerini, tecrübelerini ilçeye taşımalarından memnunlar.


Darbenin hiç uğramadığı, selânın okunmadığı, demokrasi nöbetçisi diye kimsenin ortalarda gezinmediği bu topraklarda aradığım huzuru buluyorum. Yaz mevsimi olması sebebiyle düğün üstüne düğün olan bu ilçede her gece davul, zurna eşliğinde zeybek, harmandalı, Ankara havaları yükseliyor hatta. Genellikle meydanda yapılan bu düğünler halka açık, kimsenin davetiyeye ihtiyacı yok, düğün sahibini tanıyan tanımayan geliyor. Sıcak havanın evlerde durmayı zorlaştırdığı bu günlerde, sinemaları yıkıldığı için başka eğlenceleri olmadığından, bebeğini pusete koyan, çekirdeğini çantasına atan, ayağında şalvarıyla meydana dizilmiş, filmlerden gördükleri üzere sanırım, üzeri kumaş ve kurdeleyle süslenmiş plastik sandalyelerde yerini alıyor. Kızlar ortada göbek atıyor, oğlanlar duvarın üzerine dizilmiş kızları kesiyor. Ablalar, teyzeler oturdukları yerden karşı cepheyi kesip kimler gelmiş düğüne, kız tarafı kim, oğlan tarafı kim dedikodusu yapıyorlar. Düğünün asıl misafiri olsun, olmasın herkese plastik kaplar içinde pasta ikram ediliyor. Esas ikram öğlen yapılan düğün yemeğinde. Herhalde davetiye düğün yemeği için kullanılıyor. Etli yahni, kuru fasulye, keşkek ve yoğurtlamadan oluşan bu menü tüm düğünlerin ana menüsü. Öğle sıcağında yemesi ağır olmasının yanı sıra hemen hemen her gün aynı yemeği yemek zorunda kalıyorlar ama kimse şikâyetçi değil bundan. Yörenin âdeti öyle. Ben İstanbul şımarıklığımla fark ediyorum sadece. Her akşam, oturduğum bahçeden, bir duble rakı koyarak eşlik ettiğim bu düğünler, darbenin üzerimde bıraktığı tedirginliği davul tokmaklarıyla ezip un ufak ediyorlar. Hatta sonunda, kendimi meydana atıp, o gece iki ayrı mekânda yapılan düğünleri geziyorum. Her iki düğünde de, tanımamalarına rağmen, sıcak bir hoşgeldiniz’le karşılanıyorum. Ne hoş.


Meşhur miting günü, her ne kadar Ula'nın rehavetine kaptırmışsam da kendimi, memleket meselelerinden bu kadar uzak kalmak olmaz diyerek açtığım televizyonu izleyebildiğim yarım saatten sonra, tahammül sınırımı aştığından, kendimi bahçeye attığım an, bahçe duvarı boyunca davul zurna sesiyle yürüyen, direğe takılı bir Türk bayrağı gördüm. 81 ilde naklen yayın yapılacağını bildiğimden, burada da tezahürü böyle demek ki düşünürken, o güne kadar darbe marbe umurları değil, kendi hallerince, küçük dünyalarında mutlu mesut yaşıyorlar diye imrenerek baktığımdan nasıl bir hayal kırıklığı yaşadım anlatamam. Hayal kırıklığının yarattığı bir öfkeyle bahçe kapısına koştuğumda, bayrağın arkasına takılmış bir güruhun davul zurna eşliğinde yürüdüğünü gördüm. Neler oluyor dediğimde “gelin almaya gidiyoruz “ cevabı içime su serpti. Takıldım peşlerine. Gelin evinin kapısında halaylar çekildi, damat omuzlara alındı, gelin naz etti, davullar zurnalar daha da coşkulu çalmaya başladı, gelin evden çıksın diye paralar saçıldı, sonunda hem ağlarım hem giderim havasındaki gelini aldık, yakışıklı damada teslim ettik. Miting kimsenin umurunda değildi. Bu bayrak ve miting konusunu bir Ulalı'ya anlattığımda, “ darbe İstanbul’da olmuş, Ankara’da olmuş, Ulalı'ya ne?” diyerek konuya son noktayı koydu.

Bu basit, olduğunca yetinen ama çocukları kız-erkek diye ayırt etmeden okutmak için çabalayan, az olsun ama öz olsun mantığıyla yaşayan Ula halkıyla geçirdiğim günler sayesinde darbenin ruhumda yarattığı travmayı bayağı hafiflettim. Ülke meseleleri veya özel ne varsa geride bırakıp, sanki anneannemlerle birlikte hep bu topraklarda yaşamışcasına kendimi yeniden doğmuş gibi saf ve mutlu hissettim. İstanbul’a döner dönmez yaşadığım trafik kaosu, Boğaziçi’nin değiştirilmiş adı (buna fena takmış durumdayım. Doğu’da yüzlerce askerimiz şehit oldu, onlara herhangi bir köprü, bir yer bahşedildi mi? Hem de gerçek şehit onlarken…) bana merhaba demekten imtina eden komşular gibi geldiğime bin pişman eden şeyleri gördükçe dönesim geliyor bu naif, basit, hayatı geldiği gibi yaşayan, sıcak, samimi, gerçek insanların arasına. Kalabalığına rağmen, insanın birbirine dokunmaktan korktuğu, gittikçe bireyselleşip yalnızlaştığı büyük şehirlerde varoluşumun yapay kalıplar altında ezildiğini hissediyorum. Ula'da, küçük yerlere mahsus bir dedikodu mekanizması işliyor tabii ama onu da hallediveririz gari. Hem dedikoduyu kim sevmez ki?..


Hiç yorum yok: