13 Ocak 2016 Çarşamba

KÜÇÜK ŞEYLER

Bugün güzel bir gün. Güneş, her kışın içinde baharın tomurcuklandığını hatırlatmak istercesine pırıl pırıl. Masmavi gökyüzünün üstüne usta bir fırça tarafından özenle konmuş gibi bulutlar. İnsanlar gene oradan oraya koşturuyor, balıkçılar balık tutuyor, dükkânlar müşteri dolu. Hayat akıyor caddelerde, dün hiç olmamış gibi.

Sabah erkenden Kadıköy’e indim. Dişçide randevum vardı. Herkes dişçiden korkar ama benim için keyif. Sohbetlidir Kuzey. Gene oradan, buradan, hayattan sohbetle geçti. Bana söylediği bir şey benim ufkumu açtı. Koydum aklımın bir kenarına. Dişçiden çıktıktan sonra mutad kitapçı ziyaretim için Mephisto’ya doğru yürüyorum. Evde gittikçe yığılan okunacaklar rafıma yenisini eklemeye niyetim yok ama gene de… Seviyorum ne yapayım? Kitap kokusunu içime çekiyorum,  dergileri karıştırıyorum. Besleniyorum. Daha kapısına yaklaşırken çok harika bir ses aldı çekti beni içeri. Elina Duni’ymiş adı. Arnavut kökenli bir sanatçı. 10 yaşında terk etmiş memleketini, İsviçre’de yaşıyormuş. Yoo, eve gelince bakmadım bu bilgilere. Mephisto’daki arkadaşla beraber baktık. Ben Alman sanıyordum, dedi. Yok, Alman olamaz deyince araştırdık beraber. Birbirimize teşekkür ettik. Ben beni bu harika sesle tanıştırdığı için, o yanlış bilgisini düzelttiği için. Hoş. Aklıma dünkü derste hocamızın bahsettiği bir kitap geldi. Sordum var mı diye. Varmış. Sevindim.

Ruhuma hâkim olan keyif duygusuyla, Şeniz arkadaşımın Doğu’daki köy okullarına kitap yardımı için verdiği destekle TEOG kitapları almak için yoluma devam ettim. Bir kırtasiye çıktı önüme. Önü defter yığılı ama nasıl rengârenk. Al beni diyor her biri. Öykülerin bende hayat bulsun der gibi göz kırpıyorlar. Dayanamadım tabii. Ruhumda karşılığını bulan her renkten aldım birer tane. Alacağım kitapları da aldım, güneşin gözünün içine baka baka yürüyorum.  Yüreğim hayat dolu, adımlarım hafif. Öyküler beliriyor kafamda ufak ufak.

Kibar, genç bir sesle sıyrıldım kendi dünyamdan. Bir şey sorabilir miyim, diyordu karşımdaki temiz yüzlü, efendi, yakışıklı genç. Tabii, dedim. Engelliler ile ilgili projeleri, haberlerin olduğu Empati 34 dergisini engelliler için yapılacak projelere fon sağlamak amaçlı satıyorlarmış. Makbuz karşılığı diyor. Dergi 4 TL. Görme Engelliler Derneği için gönüllü çalışıyormuş. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim öğrencisi. Çarşamba günleri Haldun Taner’de görme engelliler için hikâye kaydediyorlarmış. Gelip siz de okuyabilirsiniz dedi. Kendi üniversitesinden 19 kişilermiş İstanbul’a dağılmış. İTÜ ise kantin kazancını veriyormuş derneğe. Adı Oğul. Gerçekten oğul gibi. 21 yaşında. Sohbet ettik biraz. Neden yapıyorsun bunu diye sordum. Biz gençler işi ele almazsak gidecek bu memleket dedi. İçimde mutluluk kuşları…

Dün Sultanahmet’de patlama oldu. Yayın yasağından evvel 10 ölü, 15 yaralı diye bilgilenmiştik en son. Sayılara sayılar eklendi. Bir kere, bir kere daha kahrolduk. Gene sarıldık klavyelere. Yazdık, çizdik, kınadık. Ağırlaşmış yüreklerimiz bir ton daha ağırlaştı. Keyfimiz kaçtı, adımlarımız ağırlaştı. Yaşam, bilmem kaçıncı kez, anlamını yitirdi.

Ama hayat devam ediyor. Yapılabilecek o kadar şey var ki! Yapılabilecek en iyi şey yaşamaya devam etmek. Kendi doğrularımızdan şaşmadan, korkmadan yaşamak mücadelemizdeki en büyük kozumuz. Bize dayatılan ışıksız, kara sahnenin karanlığına alışıp bize hayat veren küçük şeyleri görme yetimizi kaybetmemek. Yukarıda bahsettiğim Oğul gibi bir şeyler yapmak isteyen gençlere dimdik duruşumuzla örnek olmak, yanlarında durarak destek olmak. Elimizin uzanabildiği, gücümüzün yettiği alanlarda üretmeye devam etmek. Düne inat, düne rağmen… Yarınlar için, barış için.

https://www.youtube.com/watch?v=UfTcXkEp3Q8

8 Ocak 2016 Cuma

YAZI ATÖLYELERİ

Son yıllarda her yerde pıtrak pıtrak yazı atölyeleri açıldı. Yazan, yazmaya çabalayan, yazmak isteyenlere teknik öğreten, yol gösteren, önünü açan atölyeler bunlar. Edebiyatımızın değerli emektarları tarafından veriliyor dersler çoğunlukla. İsimlerini bildiğimiz yazarlar, şairler kadar adlarını duymamış olsak da edebiyat dünyasının arka mutfağında çalışan değerli kişiler de var aralarında. Sayelerinde eskiden sıklıkla çekmecelerde kalan yazılar ortaya saçıldı, kimileri yeni yazarlar olarak aramıza katıldı, kimi blog yazarı olarak yerini aldı, kimiyse kendisi için yazmaya devam etti.

Yazmanın insan ruhunu sağaltıcı bir etkisi var. Gümüşlük Akademisi’nde katıldığım İlk Dosya atölyesinin ilk dersinde “yazmak insanın kendisiyle yüzleşmesidir “ diye yazmıştı hoca tahtaya kocaman harflerle. İnsanı ürperten, zaman zaman yazısına ket vuran bir cümle. Ancak zamanla bundan ürkmemeyi, kendi içindeki hassasiyetleri olumlu kullanmayı öğreniyor insan yazarak.

“Asla yazamam, iki kelimeyi bir araya getiremem” gibi serzenişler duyuyorum sıklıkla. Her ne kadar yazarlık, okurluk, eleştirmenlik, eğitmenlik farklı farklı yetenekler gerektirse de,  bu çemberin herhangi bir yerinde yer alan bir kimsenin yazabileceğine inanıyorum ben. Zamanında gözyaşı dökülmüş bir aşkın arkasından karalanmış bir yazı veya şiirle de olsa kalemle, sözcüklerle bağlantısı olan herkes yazabilir. Her yazanın illâ edebiyatçı olması, kitabının çıkması gerekmiyor. Artık sözel iletişimden ziyade yazınsal iletişim kurduğumuz bu çağda, kendini yazarak doğru ifade etmenin önemi iyice arttı. İyi yazmak, iş hayatımızda, gündelik hayatımızda, yazdığımız mektuplarda, mektup diye bir şey kalmadı ya, e-postalarda diyelim, yaptığımız sunumlarda, hazırladığımız raporlarda kullandığımız, kullanmamız gereken bir özellik oldu. Geçen ders hocamızın “her yazı kurgudur, makale de, deneme de, blog yazısı da olsa kurgudur” demesinin doğruluğunu düşünürsek, hayatımızın büyük bir bölümünde kullandığımız yazıyı iyi yazmanın, kendimizi doğru ifade etmenin önemi dolayısıyla bu atölyelerin değeri daha iyi anlaşılır.

Sadece yazmayı da öğretmiyor bu atölyeler. Yazmak için çok okumak gerektiğinden önce okumayı öğreterek başlıyor iş. Zamanımızın çoğunu okuyarak geçirmemize rağmen ne kadar doğru okuyoruz o ayrı mesele. Önümüzden akarak geçen satırların aslında bize ne anlatmak istediğini anlamadan okuyorsak okuduğumuzun bir anlamı yok. Anlamadım diyerek bir kenara attırdığımız bir metnin, öykünün veya şiirin satırları arasında nasıl bir cevher barındırdığını görmek, anlamak başlı başına ayrı bir zevk. Kullanılan her bir kelimenin o metnin bütünlüğü içinde bir yeri olduğunu öğreniyorsunuz meselâ. Ayrıca, sıkı takipçi değilsek, medyada fazla adı geçmediğinden adını duymadığımız kimi yeni, kimi eski ama raflar arasına sıkışmış yazarı da tanımamıza, bilmemize olanak tanıyor bu atölyeler. Sadece okumanızı geliştirmek için bile katılınabilinir bu atölyelere. İsteseniz de istemeseniz de kendinizi yazarken bulursunuz sonunda.

Birkaç kişi “ee, ne yapılıyor bu atölyelerde? “ diye sordu. Her atölyenin kendine göre yöntemleri farklı olmakla beraber benim yolumun kesiştiği Murat Gülsoy Yaratıcı Yazarlık Atölyesi, Yeşim Cimcoz Yazı Evi ve Gümüşlük Akademisi’nde katıldığım atölyelerden yola çıkarak söyleyebileceğim, o hafta yazılması beklenen konu, teknik veya üsluba göre seçilmiş metinlerin okunması, incelenmesiyle başladığımız. Bu metin incelemesi bize bir öngörü sağlıyor. Bu çerçevede atölye sırasında yazıyoruz. Yazdıklarımızı okuyoruz ve her katılımcı yazdığımız üzerindeki düşüncesini, beğenisini veya eleştirisini yapıyor. Bitmiyor tabii yazılar. Hele romansa bölüm bölüm ancak. Ödev genelde bu başladıklarımızı bitirmek, ayrıca belirlenen tema üzerinde ayrı bir yazı yazmak. Katıldığınız ne atölyesiyse ona göre. Şiirse şiir, öyküyse öykü gibi.

İki senedir bir atölyeden diğerine geçerken yazımın ne kadar geliştiğini, artık kendimce yazıyla oyunlar oynayabildiğimi fark ettim. İlk atölyeden beri hem kendimin hem de hâlâ bu yolda beraber yürüdüğümüz arkadaşlarımın yazılarını, öykülerini sakladığım için, hepsini ilk baştan beri okudum geçenlerde. İstisnasız hepimizde aynı gelişme var. Bu beni motive etti ve daha da sıkı sarıldım yazmaya. Daha yiyecek kırk fırın ekmeğim olmasına rağmen bu gelişmeyi görmek, en ümitsiz gibi gördüğüm yazıları bile bugün yeniden ele aldığımda bir şekle sokabildiğimi görmek sevindirici.

Şimdi sabah sabah bu kadın niye oturdu da bu yazıyı yazdı diye merak ediyorsanız söyleyeyim. Geçen derslerden birinde bir öyküsünü okuduğumuz bir ilk kitabın büyüsüne kapılıp yazarın dün aldığım kitabının ikinci öyküsünü okurken sabah sabah, bu yazarı tanımama neden olan atölyeye minnet duydum. Bir gün, belki, böyle güzel yazılmış bir öykü kitabımın olup olamayacağını sorgularken buldum kendimi. Olmasa bile hayalini kurmak ruhuma iyi geldi. Eskiden böyle bir hayalim bile yoktu… İçimde oluşan olumlu duygudan yola çıkarak bana bunları hissettirebildikleri için hepsine küçük bir teşekkür etmek, şu ara arayışta olanlara kendi tecrübemi aktarmak istedim.

Ezcümle, eliniz ucundan da olsa kalem tutuyorsa bir yazı atölyesine gidin derim. Kendinizde hiç bilmediğiniz cevherlerin olduğunu keşfedince şaşıracaksınız. İyi gelecek. Aynı dili konuşmanın, yazı aracılığıyla içini güvenle dökebilmenin getirdiği sımsıcak yazı dostlukları da cabası…