Sevr Antlaşması imzalamış, kapitülasyonlar altında
ezilmiş Osmanlı Devleti’nin, Gazi Mustafa Kemal Paşa tarafından
gerçekleştirilmiş Kurtuluş Savaşı’yla özdeşleştirilerek (nasıl bir
özdeşleştirmeyse bu) 2. Kurtuluş Savaşı’na çevrilen, altı saatlik “kalkışımlı”
darbe girişiminin üzerinden neredeyse bir ay geçti. OHAL durumu da devam
ediyor. Herkes bu garip hal ile baş etmenin yolunu, bir şekilde, kendine göre
bulmuş. Günler güne ekleniyor, her gün kanun hükmünde bir kararlar çıkıyor,
yasaklar konuyor, kimisinden vazgeçiliyor, tutuklananlar, gözaltına alınanlar
gırla, sonra bazıları serbest bırakılıyor, destan havasında mitingler
yapılıyor, M.K. Atatürk’ün “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sözünden
yola çıkılarak “Hâkimiyet milletindir” lafı, imzasız, her yere kocaman kocaman
asılmış falan. Özetle bir keşmekeş devam ediyor, kimse ne yaptığını bilmiyor
ama herkeste bir tedirgin bekleme hali belirgin. Hangi düşünceye sahip olursa
olsun, bu durumun nasıl sonuçlanacağını, ülkenin nasıl bir nihai alacağını her
bir vatandaş merakla, endişeyle, umutla bekliyor.
Herkes bu garip halle baş etmenin yolunu kendine
göre bulmuş dedim ya, ben de darbenin ertesi günü, baktım uçaklar kalkıyor,
kızımın bu gergin ortamın içinde olmasını istemediğimden, zaten var olan
biletimizi kullanarak güneye doğru yola çıktım. Uzaklardan, rüzgârın taşıdığı
selâ sesine rağmen demokrasi nöbetçilerinin olmadığı bu tatil beldemize daha
önce gelmiş olan insanlar normal bir şekilde tatillerine devam edip denize
giriyorlardı. Deniz, güneşle pek aram olmadığından, ata topraklarım olan Ula’ya
gittim. Son zamanlarda, her ruhum sıkıldığında, her yalnız kalıp içime dönmek
istediğimde, her bu yapmacık, sahte, insani değerlerini yitirmiş dünyadan
uzaklaşıp saflığa, basitliğe, gerçekliğe ihtiyacım olduğunda gidip sığındığım
bir yer Ula.
Merkez nüfusu 5.685, civar köyleriyle birlikte
nüfusu 23.000’lere varan, Muğla’nın bir ilçesi Ula. Sıklıkla İzmir’in Urla
ilçesiyle karıştırılıyor. Son zamanlarda adı duyulmaya başlayan Ula’ya bağlı
Akyaka’dan evvel, adı pek bilinmediğinden, hemen Urla’ya bağlıyor insanlar. Hayır,
Urla değil Ula demekten dilimde tüy bitti ama olsun. Hoş, çok da bilinsin mi,
oraya akın akın gelip dokuyu bozsun istiyor muyum o da ayrı konu. Ulalı
yönetmen sevgili Yüksel Aksu, Ula’da ve Ulalı halkı oyuncu olarak kullanarak
çevirdiği Dondurmam Gaymak, Entelköy Efeköy’e Karşı ve İftarlık Gazoz
filmleriyle yöreyi yeterince tanıttı zaten. Meydandaki kahvede, kahve içerken
konuştuğum kahveci bu durumdan biraz şikâyetçi. “5000 nüfus yabancılarla
10.000’e yaklaşıyor. Bozulacak buralar, huzurumuz kaçacak abla” diyor mesela. O
kadar parada gözleri yok yani. Ancak okumak için büyük şehirlere gidip oralarda
kalanların, geri gelip aile yadigârı evlerine sahip çıkıp onarmalarından,
bilgilerini, tecrübelerini ilçeye taşımalarından memnunlar.
Darbenin hiç uğramadığı, selânın okunmadığı,
demokrasi nöbetçisi diye kimsenin ortalarda gezinmediği bu topraklarda aradığım
huzuru buluyorum. Yaz mevsimi olması sebebiyle düğün üstüne düğün olan bu
ilçede her gece davul, zurna eşliğinde zeybek, harmandalı, Ankara havaları
yükseliyor hatta. Genellikle meydanda yapılan bu düğünler halka açık, kimsenin
davetiyeye ihtiyacı yok, düğün sahibini tanıyan tanımayan geliyor. Sıcak
havanın evlerde durmayı zorlaştırdığı bu günlerde, sinemaları yıkıldığı için
başka eğlenceleri olmadığından, bebeğini pusete koyan, çekirdeğini çantasına
atan, ayağında şalvarıyla meydana dizilmiş, filmlerden gördükleri üzere
sanırım, üzeri kumaş ve kurdeleyle süslenmiş plastik sandalyelerde yerini
alıyor. Kızlar ortada göbek atıyor, oğlanlar duvarın üzerine dizilmiş kızları
kesiyor. Ablalar, teyzeler oturdukları yerden karşı cepheyi kesip kimler gelmiş
düğüne, kız tarafı kim, oğlan tarafı kim dedikodusu yapıyorlar. Düğünün asıl
misafiri olsun, olmasın herkese plastik kaplar içinde pasta ikram ediliyor.
Esas ikram öğlen yapılan düğün yemeğinde. Herhalde davetiye düğün yemeği için
kullanılıyor. Etli yahni, kuru fasulye, keşkek ve yoğurtlamadan oluşan bu menü
tüm düğünlerin ana menüsü. Öğle sıcağında yemesi ağır olmasının yanı sıra hemen
hemen her gün aynı yemeği yemek zorunda kalıyorlar ama kimse şikâyetçi değil
bundan. Yörenin âdeti öyle. Ben İstanbul şımarıklığımla fark ediyorum sadece.
Her akşam, oturduğum bahçeden, bir duble rakı koyarak eşlik ettiğim bu
düğünler, darbenin üzerimde bıraktığı tedirginliği davul tokmaklarıyla ezip un
ufak ediyorlar. Hatta sonunda, kendimi meydana atıp, o gece iki ayrı mekânda
yapılan düğünleri geziyorum. Her iki düğünde de, tanımamalarına rağmen, sıcak
bir hoşgeldiniz’le karşılanıyorum. Ne hoş.
Meşhur miting günü, her ne kadar Ula'nın rehavetine
kaptırmışsam da kendimi, memleket meselelerinden bu kadar uzak kalmak olmaz
diyerek açtığım televizyonu izleyebildiğim yarım saatten sonra, tahammül
sınırımı aştığından, kendimi bahçeye attığım an, bahçe duvarı boyunca davul
zurna sesiyle yürüyen, direğe takılı bir Türk bayrağı gördüm. 81 ilde naklen
yayın yapılacağını bildiğimden, burada da tezahürü böyle demek ki düşünürken, o
güne kadar darbe marbe umurları değil, kendi hallerince, küçük dünyalarında mutlu
mesut yaşıyorlar diye imrenerek baktığımdan nasıl bir hayal kırıklığı yaşadım
anlatamam. Hayal kırıklığının yarattığı bir öfkeyle bahçe kapısına koştuğumda,
bayrağın arkasına takılmış bir güruhun davul zurna eşliğinde yürüdüğünü gördüm.
Neler oluyor dediğimde “gelin almaya gidiyoruz “ cevabı içime su serpti.
Takıldım peşlerine. Gelin evinin kapısında halaylar çekildi, damat omuzlara
alındı, gelin naz etti, davullar zurnalar daha da coşkulu çalmaya başladı,
gelin evden çıksın diye paralar saçıldı, sonunda hem ağlarım hem giderim
havasındaki gelini aldık, yakışıklı damada teslim ettik. Miting kimsenin
umurunda değildi. Bu bayrak ve miting konusunu bir Ulalı'ya anlattığımda, “
darbe İstanbul’da olmuş, Ankara’da olmuş, Ulalı'ya ne?” diyerek konuya son
noktayı koydu.
Bu basit, olduğunca yetinen ama çocukları kız-erkek
diye ayırt etmeden okutmak için çabalayan, az olsun ama öz olsun mantığıyla
yaşayan Ula halkıyla geçirdiğim günler sayesinde darbenin ruhumda yarattığı
travmayı bayağı hafiflettim. Ülke meseleleri veya özel ne varsa geride bırakıp, sanki anneannemlerle birlikte hep bu topraklarda yaşamışcasına kendimi yeniden doğmuş gibi saf ve mutlu hissettim. İstanbul’a döner dönmez yaşadığım
trafik kaosu, Boğaziçi’nin değiştirilmiş adı (buna fena takmış durumdayım.
Doğu’da yüzlerce askerimiz şehit oldu, onlara herhangi bir köprü, bir yer
bahşedildi mi? Hem de gerçek şehit onlarken…) bana merhaba demekten imtina eden
komşular gibi geldiğime bin pişman eden şeyleri gördükçe dönesim geliyor bu
naif, basit, hayatı geldiği gibi yaşayan, sıcak, samimi, gerçek insanların
arasına. Kalabalığına rağmen, insanın birbirine dokunmaktan korktuğu, gittikçe bireyselleşip yalnızlaştığı büyük şehirlerde varoluşumun yapay kalıplar altında ezildiğini hissediyorum. Ula'da, küçük yerlere mahsus bir dedikodu mekanizması işliyor tabii ama onu da
hallediveririz gari. Hem dedikoduyu kim sevmez ki?..