13 Ağustos 2016 Cumartesi

DARBE OLMUŞ, ULALIYA NE?

Sevr Antlaşması imzalamış, kapitülasyonlar altında ezilmiş Osmanlı Devleti’nin, Gazi Mustafa Kemal Paşa tarafından gerçekleştirilmiş Kurtuluş Savaşı’yla özdeşleştirilerek (nasıl bir özdeşleştirmeyse bu) 2. Kurtuluş Savaşı’na çevrilen, altı saatlik “kalkışımlı” darbe girişiminin üzerinden neredeyse bir ay geçti. OHAL durumu da devam ediyor. Herkes bu garip hal ile baş etmenin yolunu, bir şekilde, kendine göre bulmuş. Günler güne ekleniyor, her gün kanun hükmünde bir kararlar çıkıyor, yasaklar konuyor, kimisinden vazgeçiliyor, tutuklananlar, gözaltına alınanlar gırla, sonra bazıları serbest bırakılıyor, destan havasında mitingler yapılıyor, M.K. Atatürk’ün “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sözünden yola çıkılarak “Hâkimiyet milletindir” lafı, imzasız, her yere kocaman kocaman asılmış falan. Özetle bir keşmekeş devam ediyor, kimse ne yaptığını bilmiyor ama herkeste bir tedirgin bekleme hali belirgin. Hangi düşünceye sahip olursa olsun, bu durumun nasıl sonuçlanacağını, ülkenin nasıl bir nihai alacağını her bir vatandaş merakla, endişeyle, umutla bekliyor.

Herkes bu garip halle baş etmenin yolunu kendine göre bulmuş dedim ya, ben de darbenin ertesi günü, baktım uçaklar kalkıyor, kızımın bu gergin ortamın içinde olmasını istemediğimden, zaten var olan biletimizi kullanarak güneye doğru yola çıktım. Uzaklardan, rüzgârın taşıdığı selâ sesine rağmen demokrasi nöbetçilerinin olmadığı bu tatil beldemize daha önce gelmiş olan insanlar normal bir şekilde tatillerine devam edip denize giriyorlardı. Deniz, güneşle pek aram olmadığından, ata topraklarım olan Ula’ya gittim. Son zamanlarda, her ruhum sıkıldığında, her yalnız kalıp içime dönmek istediğimde, her bu yapmacık, sahte, insani değerlerini yitirmiş dünyadan uzaklaşıp saflığa, basitliğe, gerçekliğe ihtiyacım olduğunda gidip sığındığım bir yer Ula.

Merkez nüfusu 5.685, civar köyleriyle birlikte nüfusu 23.000’lere varan, Muğla’nın bir ilçesi Ula. Sıklıkla İzmir’in Urla ilçesiyle karıştırılıyor. Son zamanlarda adı duyulmaya başlayan Ula’ya bağlı Akyaka’dan evvel, adı pek bilinmediğinden, hemen Urla’ya bağlıyor insanlar. Hayır, Urla değil Ula demekten dilimde tüy bitti ama olsun. Hoş, çok da bilinsin mi, oraya akın akın gelip dokuyu bozsun istiyor muyum o da ayrı konu. Ulalı yönetmen sevgili Yüksel Aksu, Ula’da ve Ulalı halkı oyuncu olarak kullanarak çevirdiği Dondurmam Gaymak, Entelköy Efeköy’e Karşı ve İftarlık Gazoz filmleriyle yöreyi yeterince tanıttı zaten. Meydandaki kahvede, kahve içerken konuştuğum kahveci bu durumdan biraz şikâyetçi. “5000 nüfus yabancılarla 10.000’e yaklaşıyor. Bozulacak buralar, huzurumuz kaçacak abla” diyor mesela. O kadar parada gözleri yok yani. Ancak okumak için büyük şehirlere gidip oralarda kalanların, geri gelip aile yadigârı evlerine sahip çıkıp onarmalarından, bilgilerini, tecrübelerini ilçeye taşımalarından memnunlar.


Darbenin hiç uğramadığı, selânın okunmadığı, demokrasi nöbetçisi diye kimsenin ortalarda gezinmediği bu topraklarda aradığım huzuru buluyorum. Yaz mevsimi olması sebebiyle düğün üstüne düğün olan bu ilçede her gece davul, zurna eşliğinde zeybek, harmandalı, Ankara havaları yükseliyor hatta. Genellikle meydanda yapılan bu düğünler halka açık, kimsenin davetiyeye ihtiyacı yok, düğün sahibini tanıyan tanımayan geliyor. Sıcak havanın evlerde durmayı zorlaştırdığı bu günlerde, sinemaları yıkıldığı için başka eğlenceleri olmadığından, bebeğini pusete koyan, çekirdeğini çantasına atan, ayağında şalvarıyla meydana dizilmiş, filmlerden gördükleri üzere sanırım, üzeri kumaş ve kurdeleyle süslenmiş plastik sandalyelerde yerini alıyor. Kızlar ortada göbek atıyor, oğlanlar duvarın üzerine dizilmiş kızları kesiyor. Ablalar, teyzeler oturdukları yerden karşı cepheyi kesip kimler gelmiş düğüne, kız tarafı kim, oğlan tarafı kim dedikodusu yapıyorlar. Düğünün asıl misafiri olsun, olmasın herkese plastik kaplar içinde pasta ikram ediliyor. Esas ikram öğlen yapılan düğün yemeğinde. Herhalde davetiye düğün yemeği için kullanılıyor. Etli yahni, kuru fasulye, keşkek ve yoğurtlamadan oluşan bu menü tüm düğünlerin ana menüsü. Öğle sıcağında yemesi ağır olmasının yanı sıra hemen hemen her gün aynı yemeği yemek zorunda kalıyorlar ama kimse şikâyetçi değil bundan. Yörenin âdeti öyle. Ben İstanbul şımarıklığımla fark ediyorum sadece. Her akşam, oturduğum bahçeden, bir duble rakı koyarak eşlik ettiğim bu düğünler, darbenin üzerimde bıraktığı tedirginliği davul tokmaklarıyla ezip un ufak ediyorlar. Hatta sonunda, kendimi meydana atıp, o gece iki ayrı mekânda yapılan düğünleri geziyorum. Her iki düğünde de, tanımamalarına rağmen, sıcak bir hoşgeldiniz’le karşılanıyorum. Ne hoş.


Meşhur miting günü, her ne kadar Ula'nın rehavetine kaptırmışsam da kendimi, memleket meselelerinden bu kadar uzak kalmak olmaz diyerek açtığım televizyonu izleyebildiğim yarım saatten sonra, tahammül sınırımı aştığından, kendimi bahçeye attığım an, bahçe duvarı boyunca davul zurna sesiyle yürüyen, direğe takılı bir Türk bayrağı gördüm. 81 ilde naklen yayın yapılacağını bildiğimden, burada da tezahürü böyle demek ki düşünürken, o güne kadar darbe marbe umurları değil, kendi hallerince, küçük dünyalarında mutlu mesut yaşıyorlar diye imrenerek baktığımdan nasıl bir hayal kırıklığı yaşadım anlatamam. Hayal kırıklığının yarattığı bir öfkeyle bahçe kapısına koştuğumda, bayrağın arkasına takılmış bir güruhun davul zurna eşliğinde yürüdüğünü gördüm. Neler oluyor dediğimde “gelin almaya gidiyoruz “ cevabı içime su serpti. Takıldım peşlerine. Gelin evinin kapısında halaylar çekildi, damat omuzlara alındı, gelin naz etti, davullar zurnalar daha da coşkulu çalmaya başladı, gelin evden çıksın diye paralar saçıldı, sonunda hem ağlarım hem giderim havasındaki gelini aldık, yakışıklı damada teslim ettik. Miting kimsenin umurunda değildi. Bu bayrak ve miting konusunu bir Ulalı'ya anlattığımda, “ darbe İstanbul’da olmuş, Ankara’da olmuş, Ulalı'ya ne?” diyerek konuya son noktayı koydu.

Bu basit, olduğunca yetinen ama çocukları kız-erkek diye ayırt etmeden okutmak için çabalayan, az olsun ama öz olsun mantığıyla yaşayan Ula halkıyla geçirdiğim günler sayesinde darbenin ruhumda yarattığı travmayı bayağı hafiflettim. Ülke meseleleri veya özel ne varsa geride bırakıp, sanki anneannemlerle birlikte hep bu topraklarda yaşamışcasına kendimi yeniden doğmuş gibi saf ve mutlu hissettim. İstanbul’a döner dönmez yaşadığım trafik kaosu, Boğaziçi’nin değiştirilmiş adı (buna fena takmış durumdayım. Doğu’da yüzlerce askerimiz şehit oldu, onlara herhangi bir köprü, bir yer bahşedildi mi? Hem de gerçek şehit onlarken…) bana merhaba demekten imtina eden komşular gibi geldiğime bin pişman eden şeyleri gördükçe dönesim geliyor bu naif, basit, hayatı geldiği gibi yaşayan, sıcak, samimi, gerçek insanların arasına. Kalabalığına rağmen, insanın birbirine dokunmaktan korktuğu, gittikçe bireyselleşip yalnızlaştığı büyük şehirlerde varoluşumun yapay kalıplar altında ezildiğini hissediyorum. Ula'da, küçük yerlere mahsus bir dedikodu mekanizması işliyor tabii ama onu da hallediveririz gari. Hem dedikoduyu kim sevmez ki?..


3 Ağustos 2016 Çarşamba

TUHAF

En son blog yazımı 21. Temmuz’da yazmışım. Kalkışımlı, girişimli darbe teşebbüsünden altı gün sonra yani. İlk heyecan, şaşkınlık demişim bir şeyler. O zaman dediğimin arkasındayım o ayrı. Sonrasında şaşkınlık tedirginliğe, tedirginlik huzursuzluğa yol açtığından olsa gerek tık yok benden. Zaten durum analizi, stratejik hesaplamalar, yorumlar, olasılık hesapları siyasetçilerin, gazetecilerin, uzmanların işi.  Biz, biraz mürekkep yalamış normal vatandaş statüsünden hariçten gazel okuyoruz işte, neler olduğunu anlamaya çalışarak. Benim ilgi alanım daha çok işin psikolojik yanına, insanlarda yarattığı etkiye bakmak, elim azıcık kalem tuttuğundan, becerebildiğim kadar bu duygusal parabol hakkında iki kelam etmek.

Tam yazın ortasında, bir kısım tatildeyken, bir kısım tatil hazırlığı yaparken herkesi şaşkına çeviren, darbe mi değil mi belli değil – daha çok James Bond filmi kıvamında – darbemtrak girişimden sonra çok demokratik bir ülkemiz varmışcasına olan demokrasiyi koruma, kollama uğruna bayram havasında nöbete duran gürûhun sokağa döküldüğü, döktürüldüğü, düşmanın birden dost oluverdiği, dün indirilen Atatürk posterlerinin yeniden asılıp ayyaş adledilen Atatürk’ün Gazi Mustafa Kemal’den Atatürk denebilecek kadar kıymete biniverdiği, herkesin kandırılabilecek kadar ahmak/salak/aptal olduğunu alenen beyan ettiği, Türk ulusunun her zaman sevgiyle ve saygıyla yaklaştığı ordusunun gözümüzün önünde yok edildiği, Mehmetçiklerimizin yetiştiği tarihi askeri okullarının kapatıldığı, hakimiyet milletin mi Allah'ın mı karmaşasının yaşandığı tuhaf bir döneme girdik. Öyle tuhaf ki, insanın nutku tutuluyor, diyecek bir şey bulamıyor. Eh! Tatil durumu da var. Herkes baktı, ben dahil, yapacak bir şey yok, izinleri kaldırılanlar hariç, bir göz ve kulak gündemde kalmak kaydıyla tatiline devam etti, etmeye çalıştı.

Tabii bu tatil durumu da bir tuhaf. Zaten geçen seneden beri art arda yaşanan patlamalardan kaçırdığımız yabancı turistlerin yerini yerli turist aldı ama nereye gitseniz sohbet aynı minvalde ya da herkes elindeki telefon veya tabletlerden gündemi takip etme çabasında. Garip bir görüntü oluşuyor. Mesela deniz boyunda yürüyüş yapıyorsunuz, kimse manzaraya bakmıyor, herkesin kafa önde, ellerindeki telefonda yürüyorlar. Yeni bir şey okumuş ya da duymuş olan yanındakini dürtüyor, beraber ekrana bakılmaya başlanıyor; karşıdan bu durumu gören bir diğeri gene bir şey olmuş, diye o da telefonunu bızıklamaya başlıyor falan. Eğlence yerlerinin durumunu gitmediğim için bilemiyorum ama takip edebildiğim bir doğaya dönüş söz konusu. Ruhu kararmış herkes, yarınların bilinmezliğinin tedirginliğine bulanmış her ruh kendini doğanın şaşmaz döngüsünün içine atmış, belki de bilinçaltında her şeye rağmen dünya dönüyor, her fırtınadan sonra güneş yeniden doğuyor, her türlü doğa felaketine rağmen tabiat aynı güzellikte ve ihtişamla kendini yeniliyor duygusuna sığınmak ihtiyacıyla, bir nebze de olsa huzur bulmaya çalışıyor. Mevcut bilinmezliğin içinde kendi hayatlarına nasıl bir gelecek biçeceğini bilemeyenler arasında kitaba, müziğe, filmlere sarıp başka başka dünyaların içinde kaybolarak nefes almaya çalışan bir grupta söz konusu. Ne yapacağını, ne olacağını bilemeyip ama Cumbaba’mız ne ederse iyi eder, doğru eder kıvamındaki görev verilmiş grupta, artık korna çalarak, bayrak sallayarak boş boş dolaşmaktan sıkılmış olmalı ki, göreve eğlence katma babında çoluk çocuk piknik tadına çevirerek olacakları bekleme modunda. Ha, bu ülkenin ekonomisini elimde tutan, kazançlarına kazanç eklediği sürece her iktidara eyvallah diyen,  bu ülkenin kaymak tabakasını oluşturmasına rağmen yurtdışında da kendine ev, banka hesabı falan bir yaşam alanı kurmuş elit (!) kesim de yurtdışındaki yaşam alanlarını, hesaplarını vs vs kontrol ederek, ihtiyaç varsa yenileyerek, ekleyerek geçiriyorlar herhalde bu süreci. İlk iki hafta pek görünmediler de yerel tatil bölgelerinde… Yanlışım varsa günahı benim boynuma.

Hangi gruba mensup olursa olsun, bu ülkenin vatandaşı olarak herkesin şu aralar ortak taşıdığı duygu; tedirginlik, yarınlarının nasıl şekil alacağını bilememekten dolayı yaşanan bir huzursuzluk. Tahmin üstüne tahmin yürütmekten, komplo teorileri yaratmaktan veya çözmeye çalışmaktan yorgun. Bu hal insanda bezginliğe, bezginlikten doğan bir boş vermişliğe, amaaan ne olacaksa olsun veya yarın ne olacağı belli olmaz bugün yaşadığımız yanımıza kâr gibi hedonist bir yaklaşım da doğurabiliyor. Karmaşık bir ruh hali yani.


Ülkeye, iktidara darbe sadece demokrasiye değil ruhlarımıza da darbe oldu. İnsanlar, bugüne kadar öyle veya böyle alıştıkları düzende akan hayatlarına vurulan, vurulması ihtimal dahilinde olan darbe karşısında bugüne kadar üzerinde fazla düşünmedikleri, düşünseler de eylem yada söz boyutuna fazla taşımadıkları duruşları, görüşleri, vizyonları konusunda daha derin ve ciddi düşünür oldular. Her şeyi yeni baştan inşa etmek zorunluluğu doğarsa veya bu güne kadar edinilmiş kazanımlardan vazgeçmek gerekirse alınacak yeni pozisyonu belirlemek için kemikleşmiş alışkanlıklar, dile gelmemiş beklentiler, gerçekleşmemiş arzular ortaya saçıldı. Herkesin iç dünyası, bilinçli veya bilinçsiz şöyle bir sarsıldı. Herkes, hayatını nırmal devam ettirir gibi gözükse de herkese bir tuhaf haller hâsıl oldu. Kalkışılan darbe girişimi başarısız olduysa da insanları alt üst etmede başarılı oldu. 

15 Temmuz 2016 Cuma

MÜNASEBETSİZ MUTLULUK

Gece 1’e geliyordu haberi duyduğumda.  Arkadaş sohbetiyle geçmiş keyifli bir gecenin sonunda, yatmadan evvel “e, neler konuşulmuş bizim grupta? “ diye bakarken, bir arkadaşımızın keyifle akan sohbetin arasına birden bırakıverdiği cümleyle tıpkı Atatürk Havalimanı patlamasını Almanya’da gene keyifle yaptığımız Frankfurt gezmesinden yorgun eve döndüğümüzde yorgunluktan mayışmış koltukta otururken, internette bir şey ararken son dakika haberi olarak önüme düşüverdiği ya da geçen yaz Özgürlük grubuna yapılan saldırıyı Ula’da ağaçların altında, önümde uzanan yeşilliğe, ardındaki dağlara, neşeyle öten horozlardan, kuşlardan aldığım hazla çektiğim bir iki fotoğrafı arkadaşlarla paylaşırken birden okuyuverdiğim, bir diğer Ankara patlamasını bir doğum günü yemeğinde duyuverdiğim gibi.

Her bir saldırı, patlama, onlarca masum insanın hayatın içinde normal akışlarında işlerinden, okullarından, gezmelerinden dönerken ölüvermeleri, ruhlarına kazınan yaralarla yaralanmaları insanı sarsıyor, haberi almadan evvel alınan keyiften suçluluk hissettiriyor. Bütün keyif, yarına dair hayaller, umutlar sigara dumanı gibi havaya uçup dağılıyor, yerini karabasan gibi bir umutsuzluk, korku, endişe kaplıyor. Bir süre bu psikolojiyle yaşanıyor sonra insanın içindeki yaşama arzusunun bir tezahürü olarak yeniden normal hayata dönülüyor. Ancak görünen o ki, bu terör örgütü sıklıkla yaptığı  saldırılarla insanları normal hayata döndürmemeye azimli. İnsanların içine dehşet, korku, endişe tohumları ekerek herkesi bir teyakkuz halinde tutmaya niyetli. 

Bu topraklarda yaşan bizler, maalesef, çift taraflı bir terör tehlikesi altında yaşadığımız gibi, ülke yönetiminin neredeyse hemen her gün çıkardığı yeni bir iç karartıcı kararla her taraftan kötülükle, vicdansızlıkla, acımasızlıkla sarılı haldeyiz. Ortaçağ distopyası içinde yaşarken aldığımız, alabildiğimiz iki gram nefeslerle ayakta durmaya çalışıyoruz. Gülmelerimiz endişe, kahkahalarımız suçluluk dolu.  Ah! Herta Müller seni ne çok anıyorum bir bilsen. Her böyle suçluluk dolu bir kahkaha attığımda romanında “münasebetsiz mutluluk anları” deyişin geliyor aklıma.

Ne zaman bitecek bu? Ne zaman yeter diyecekler? Kaç masum insanın ölümü onları tatmin edecek?  Ne olursa hedeflerine ulaşmış olacaklar? Dünyaya savaş açmışlar, neye güveniyorlar? Hem Hıristiyanları, hem yoldan çıkmış Sünni olmayan Müslümanları, Yahudileri dize getirip tüm dünyayı korkuyla, baskıyla Müslüman yapacaklarmış. Korkudan kabul edilmiş bir dinden ne anladım ben? Gerçekten hissederek, inanarak kabul edilmemiş bir dini inançtan kime ne fayda gelir? Bunların arkasındaki gerçek oyun ne? Nato, Birleşmiş Milletlerin elinde bunlarla savaşacak kadar yeterli güç yok mu ki adım atılmıyor? Bunların elinde bu kadar silah, patlayıcı, finansal güç olması ilginç değil mi? Her kimin elindeyse kuklaların ipleri bu kadar vicdansız, acımasız mı? Nedir bu güç merakı? Trump, Johnson gibi kişilerin prim yapması, yükselen ırkçı değerler dünyanın geleceğini daha karanlık günlere hazırlamıyor mu? Bu gözü dönmüş örgüt nasıl bu kadar yandaş toplayabiliyor? Müslüman kökenli olsun olmasın neden bir çok genç erkek-kız bu örgüte katılıyor? Hangi değerlerin, duyguların üzerine oynanıyor bu oyun?Gerçekten artık bir şey anlamıyorum, bilmiyorum. Uykusuz geçmiş bir gecenin ardından, yüreğime binmiş ağırlıkla yazıyorum.

Yalnız bu kadar art arda gelen terör olayının insanda yarattığı ters bir etki oluşmaya başladı. Eskiden bu tür bir olayda günlerce üzülürken artık yarının ne getireceğini bilemediğinden insanlar, bu olayların üstünden daha çabuk geçiyor ve kaderci bir yaklaşımla, önlerinde ne kadar zaman kaldıysa nefes alacak, en iyi şekilde yaşamaya çalışıyorlar. Örneğin ben, eskiden terör saldırısı uyarısı yapıldığında kızıma aman metroya binme, kalabalık yerlere girme uyarısı yaparken, bugün Kadıköy’de arkadaşımla buluşacağım diyen kızıma bir şey diyemiyorum, demiyorum. Yemeler, içmeler, gezmeler, almalar, satmalar azalmıyor bilakis ne kadar yaşayacağım belli mi duygusuyla artıyor gibi bir his içindeyim. Oysa ki, son yıllarda dünyada uzun yıllar karşılığını bulmuş tüketim çılgınlığı azalmaya başlamış, kişisel gelişim, yoga, meditasyon vs gibi ögelerle insanlar kapitalizmin oyunlarından uzaklaşıp kendi içlerine dönmeye başlamıştı. Doğal akışında bırakılsaydı zaman içinde dengeye oturabilecek gibi duruyordu her şey. Kapitalist düzenin aktörlerine iyi gelmedi galiba bu hal.


Bugün sokakta işlerim var. Yarın çıkacağım tatilin son hazırlıklarını yapmam lazım. Yazmakta olduğum öykünün taslağını unutmamam, okumak üzere yanıma alacağım kitapları belirlemem, kedilerimin aşılarını yaptırmam, ödenmemiş faturalarımı ödemem gerek. Yüreğime binmiş tonlarca ağırlığa rağmen bunları yapmalıyım.Münasebetsiz mutluluk anlarıma yenilerini ekleyerek bu çivisi çıkmış dünyada var olmaya, üretmeye, sevginin, iyiliğin, paylaşmanın varlığına inanmayı sürdürmeliyim. Ne de olsa hayat devam ediyor. Etmeli de…

17 Mayıs 2016 Salı

HÂLÂ UMUT VAR


Gün çok keyifli başlamadı bugün. Çalan saate rağmen bir uyanamama, uyanınca da bir kalkamama hali. İsteksizlik. Dün akşamdan sıkıntılı bir hal. Geçmeyen bir baş ağrısı. Eve gelince zarla zorla üç cümle edip odasına kapanan bir genç kız. Sessiz bir ev. Büyüyen bir sessizlik. Büyüdü büyüdü uykumu da kapladı. Huzursuz bir gece…


Sürünerek de olsa kalkılınca, günün haberlerine her zamanki gibi bir göz atmaca. TBMM Boşanma Komisyonu’nun önerdiği azaltılan kadın ve çocuk hakları haberi keyifsizliğimin üzerine tüy dikti. Avusturalya’da, bir televizyon kanalında yayınlanan paneli seyrettim. Panelin konuşmacılarından Somali kökenli, Müslümanlıktan çıkıp ateist olmuş Hollandalı aktivist Ayaan Hirsi Ali’nin İslam’da reform yapılması gerektiğini savunduğu Heretic adlı kitabını incelerken, kitaba okurların yaptıkları yorumları okudukça içimde gittikçe büyüyen onlar nerede, biz nerede hissi. Gittikçe çoğalan bir anlamsızlık duygusu beni çevreledi, sardı, yaşama karşı yoğun bir isteksizlikle sarmaladı.

Ama olmaz! Saat 14:00’de dişçide randevum var. Geçen hafta iptal etmişim zaten. Gitmek lazım. Sokağa çıkmak iyi de gelebilir. Biraz yürümek. İnsan gürültüsünün içine karışmak. Hazırlanıp gittim. Her zaman sohbetli geçen dişçi seanslarım bu sefer konuşmadan geçti. Durgunsun, dedi. Evet, durgunum. Hiçbir şey yapasım yok. Her şey çok anlamsız…

Çıktım oradan. Gene kitap, defter vs’nin içinde biraz keyif yakalamak amacıyla Yapı Kredi Yayınları’na, oradan da kırtasiyecilere uğradım. Aldım gene bir şeyler. Bu sefer sadece iki kitap. Kitap alımı konusunda kendimi eğittim son zamanlarda. Azar azar alıyorum ki, okunacak kitaplar rafım çok şişmesin. Şiştikçe yetişemiyorum diye moralim bozuluyor. Keyfim hâlâ çok düzelmedi. Bahar ayı olmasına rağmen güneş pırıl pırıl oynaşmıyor benimle. Dalgın dalgın yürüyorum. Bana çarpan insanlar dışında kimseleri fark etmiyorum. Balıkçıları görmüyorum. Aklımda gene binbir düşünce. Birinin affedersiniz, demesiyle ayrılıyorum kara düşüncelerden. Tanıdık bir yüz…

Bu tam dört ay evvel, gene aynı noktada karşılaşıp sohbet ettiğim, engelliler için dergi satmaya çalışan Oğul. Hani Küçük Şeyler adlı yazımda bahsettiğim, Sultanahmet patlamasının ertesi günü bana umut aşılayan genç. Hâlâ orada olup, hâlâ aynı amaç uğruna didinmesi içimi aydınlattı. Gene sohbet ettik biraz. Down sendromlu ve otistik çocuklara resim dersi vermeye başlamış. Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim öğrencisiydi. Resim dersi almak isteyebilecek tanıdığınız böyle çocuk var mı diye sordu. Bildiğim yok ama sorarız etrafa dedim. Rahatsızlığı olmayan çocuklara da verir misin ders, diye sordum. Hayır, onların daha çok ihtiyacı var, dedi. Hâlâ Haldun Taner Sahnesi’nde Çarşambaları saat 16:00’da engelliler için kitap okuyormuş. Onun varlığı, gençliğine rağmen yaptığı gönüllü işlerden vazgeçmeyişi içimde kaybolmaya yüz tutmuş yaşam isteğini tetikledi. Ağır adımlarım hafifledi. Beni evime götürecek minibüse doğru yürürken kafamın içinde dolanıp duran “hâlâ umut var” cümlesi kendiliğinden bir şarkıya dönüştü.  Evet, evet benim hâlâ umudum var…

https://www.youtube.com/watch?v=ROtKJurTdbI

10 Nisan 2016 Pazar

ESKİDEN

Dün yollardaydım. Hava sıcak, trafik hafif sıkışık. Radyo açık, art arda güzel müzikler çalıyor. Dalmışım düşüncelere, oradan buradan düşünüyorum bir şeyler. Birden çalan şarkının sözleri çarptı kulağıma. I am nothing without you ( sensiz ben hiçbir şeyim) diyor bir kadın şarkıcı. Yana yakıla bir aşk şarkısı söylüyor. İrkildim. Ne demek sensiz ben hiçbir şeyim? Aşk tabii ki çok güzel bir şey. İnsanı kendi özüne taşıyan en kuvvetli etken ama sensiz ben hiçbir şeyim? Fazla abartılı. “Ben bir şeyim ama seninle her şey daha güzel” daha uygun geliyor bana. Bizim Türkçe şarkılarda da çok vardır bu yandım, bittim, kül oldum durumları. Kendini bir erkeksiz var hissetmeyen kadınlara çok uygun! Halbuki önce varlığımız olabilmeli ki aşk olsun.

Sonra aklım eskilere gitti. Eski dediğime bakmayın üç-beş sene evveli. Bahar ayları geldi mi, facebook gibi sosyal medya ortamlarında bir aşk şarkıları, aşka dair alıntılar, çiçek böcek resimleri, aşk arayışları gırla giderdi. Hatta Durun İnecek Var kitabımda Aşk Olacaksa Eğer başlıklı yazımda buna değinmişim. Yazının tarihi 26.4.2011 yani beş sene evvel. Çok eski değil. Şimdilerde bakıyorum aşkın a’sı geçmiyor paylaşımlarda. İnsanlarda hâl kalmamış, istek kalmamış ya da o kadar karanlık ki gündem aşktan bahsetmeye utanır olmuş insanlar. Çavuşesku dönemini yaşamış yazarlardan Herta Müller’in Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım adlı, dönemin baskısını anlattığı kitabında aşkı, mutluluğu hissettiği nadir anları “münasebetsiz mutluluk “ olarak nitelendirdiği gibi bizlerde sanıyorum artık münasebetsiz buluyoruz aşktan bahsetmeyi. Oysa aşk insanın içine yaşam enerjisi veren, kendi potansiyelini en ortaya çıkaran bir duygu yoğunluğu. Keşke herkes âşık olsa… Daha sıcak, daha sevgi dolu bakardık hayata cümleten. Burada Jack Nicholson ve Helen Hunt’ın oynadığı Benden Bu Kadar ( As Good As It Gets) adlı filmde Jack Nicholson’ın Helen Hunt’a söylediği “ seni seviyorum çünkü sen benim içimdeki iyiyi ortaya çıkarıyorsun “ repliğini anmadan geçemeyeceğim.


Eskiden Pazar yazıları yazardı köşe yazarları. Gündemden uzak, hayata dair. Aşktan, kitaplardan, doğadan, gittikleri yerlerden, genel kültürden, güzelliklerden bahsederlerdi. Bir günlüğüne her şeyden uzaklaşıp insanı hafifleten yazılar. Şimdilerde gündem o kadar acı ve yoğun ki, kimisi hâlâ devam etse de, çoğu gündeme dair ya da bir şekilde ucu gündeme dokunan yazılar yazıyorlar. Haksızlar diyemem. Ancak unuttuğumuz duyguları, içimizdeki iyiyi hatırlamak, var olanı kaybetmemek için hâlâ güzelliklerin paylaşılması gerektiğine inanıyorum. Yılmamak için, yaşama dair inancımızı kaybetmemek için üzerimize boca boca dökülen kötülüklerden ara sıra sıyrılmaya, devam etme gücümüzü korumak için ruhumuzu zaman zaman dinlendirmeye ihtiyacımız var. Şiirden, şarkıdan, sanattan, aşktan bahsedelim biraz. Jack Nicholson’ın dediği gibi içimizdeki iyiyi çıkaralım. En azından Pazarları… 

14 Mart 2016 Pazartesi

İÇİM ACIYOR...

Dün akşamdan beri öyle oturdum kaldım. Tam gülüp söylerken whtasapp’ta arkadaşlarla,  birisinin “Ankara’da patlama olmuş gene “ yazması bomba gibi düştü ortaya. Öyle bırakılıvermiş gibi, aniden…  Cümlenin ağırlığı aklımızı, beynimizi karıştırdı. Havada uçuşan kollar, bacaklar gibi ruhumuzun kıvrımları… Unutmaya çalıştığımız ama unutamadan sadece canlı canlı gömdüğümüz duygular ayaklandı hemen. Biraz gülmeye imkân yok bu ülkede. Suçluluk duygusu yaratıyor insanda. Ne? Ne zaman? Ölü var mı? soruları fişek gibi deldi geçti ekranı. Donmuşum… Televizyona değil, sosyal medyaya döndüm kendime gelince. Bilindik söylemler… Gene.

BBC 5 diyor, yok 24’müş resmi olarak açıklandı şimdi, 24 dedilerse daha çoktur, ya yaralılar? Bu yazışmalar sürüp giderken daha önceki patlamalarda, maalesef adlarını unuttuğum ölenlerin resimleri geçiyor zihnimden birer birer. Karısı mı sevgilisi mi fark etmez, kucağında ölmüş kadına sımsıkı sarılan bir adam vardı meselâ. Gençler, öğrenciler, gülümseyerek hayata umutla poz vermiş genç kızlar, en ferah kahkahalarıyla kameraya gülmüş gençler. Şimdi hiç biri yok. Bir çok görüntü daha eklenecek bunlara diyorum içimden; bir çok hikâye, bir çok yarım kalmış umut… Yıllardır ağlamaktan bitap düşmüş annelere , bakışları donuklaşmış babalara da yenileri… Bir yumru oturuyor boğazıma. Ağlasan ağlanmıyor, göz yaşları bile isyanda kirpiklerimin kıyısında.

Gece huzursuz bir uyku… Dön o tarafa, dön bu tarafa. Sızı geçmiyor. Ter ter akıyor gözyaşlarım. Kızıma bakıyorum, o da uyuyamıyor. Kopkoyu bir karanlığın içinden geleceğini göremiyor. Sabahı sabah ediyoruz beraber. “Korkuyorum, ben de ölüp gidersem istediklerimi yapamadan “ diyor gecenin en derin karanlığında fısıltıyla. Ne diyebilirim ki?!

Sabah siyahlarıyla okula yolcu ettikten sonra geçiyorum ekranın başına. Değişik bir şey yok. Gene aynı laflar, aynı isyanlar, büyüklerimizden gene aynı başsağlığı lakırdıları, geçmiş olsunlar vs vs. Geçmiyor işte, geçmiş olmuyor! Öyle boş bir söz ki geçmiş olsun, kime, neye geçmiş olsun?!

Bir şeyler yazayım diyorum, elim donuk, kalbim donuk yazamıyorum ilk önce. Sonra geliyor kelimeler. Zincirden boşanırcasına acımı, isyanımı, öfkemi kusmaya çalışıyorum art arda cümlelerle. Yavaş yavaş patlamada ölenlerin resimleri, hikâyeleri düşmeye başlıyor ekrana. Gülen yüzüyle o delikanlının, iri kara gözleriyle o gencecik kızın resminin karşısında yazdıklarım, yazacaklarım anlamını yitiriyor. Ne kadar isyan etsek, ne kadar ağlasak, ne kadar yazsak hangimiz yaklaşabiliriz ki evlatlarını yitirmiş insanların acılarına?  Dün akşamdan beri kirpiklerimde takılı gözyaşlarım süzülüyor ince ince.

Kızım geliyor okuldan. Onun gencecik yüzüne bakıyorum yarınlardan koruyamayacağımı bilerek. Kahroluyor içim. Çaktırmamaya çalışıyorum. Aç gelmiş okuldan. Karnını doyuruyorum en normal gündeymişiz gibi. Anlatıyor bir şeyler. Dinlermiş gibi yapıyorum, hatta gülümsüyorum; içim tonlarca ağır.

Hangimize değerse acı acaba anlar devlet, bir canın, bir evladın yitmesinin yapılan onca plana, stratejiye değmediğini? Evlat acısının hiçbir statü, mevkiyle, parayla geçmediğini? Evladın gülümsemesinin dünyada sunulabilecek herşeyden daha değerli olduğunu? Masum gençlerin kanı üzerine yükselen bir ülkeden hayır gelmeyeceğini? İlahi adaletin buna izin vermeyeceğini?..


Terörle yaşamaya alışmamız lazımmış! Öyle buyurmuş bir devlet büyüğümüz. Hayır efendim, alışmıyorum, alışmayacağım. Biz sıradanlaştırmayacağız ölümleri, siz vicdanınızı dinlemeyi öğreneceksiniz!

18 Şubat 2016 Perşembe

SATRANÇ TAHTASI VE PİYONLAR

Doğumgünü kutlamasındayız. Tarih 17 Şubat, yani dün. Saat sekiz suları. Herkes bu özel günün şerefine şık şık giyinmiş, en güzel yemeklerle sofra donatılmış, ev mis gibi kokan çiçeklerle bezeli. Neşeli kahkahalar havada uçuşuyor. Televizyon kapalı, telefonlar sehpanın üzerine atılmış; kimse bakmıyor. Hepimiz doğumgünü çocuğunun mutluluğuna ortak olmanın keyfindeyiz.

Bir an, sehpanın üzerinde duran telefonuma çarpıyor gözüm. Art arda gelen whatsapp mesajlarının yeşiliyle dolmuş ekran. Hızla daha da geldiğini belli edercesine yeşil sürekli hareket halinde. Merak ediyorum. Bir şey var. İyi bir şey olsa bari. Öyle bir ruh halindeyiz artık hepimiz. Alttan alta ruhumuza yerleşmiş bir korku hali… Ne olmuş diye mesajlara baktığımda öğreniyorum patlamayı. Her kafadan bir ses çıkıyor mesajlarda, tam ne olduğu anlaşılmıyor. Ankara’da gene bir patlama olduğunu anlayabiliyorum sadece. Facebook ve twitter’a girip bilgi alayım istiyorum ama ne mümkün! Açılmıyor bir türlü. Olayları her zaman yakından takip eden bir arkadaşıma sorup detayları öğreniyorum. Ölü ve yaralı sayısı şaibeli, yayın yasağı var.

Etrafımdaki neşeli kahkahalar bir uğultuya dönüşüyor. Ankara, çıkıyor ağzımdan. Gürültüde sadece yanımda oturan duyuyor dediğimi. Ne olmuş Ankara’ya diye soruyor. Patlama olmuş gene dediğimde sesim evin gürültüsünün içinde kayboluyor. Onbir ölü, bir çok da yaralı (o saatlerde o kadar biliniyordu),  Genelkurmay’ın yakınında, askeri servis otobüslerinde bomba patlamış, üç otobüs diyorum kendimce daha yüksek sesle. Sesim çıkmıyor olmalı ki, kimse duymuyor. Kahkahalar, konuşmalar devam ediyor hiç birşeyden habersiz. Belki de susmalıyım diyorum. Böyle iyi günler gittikçe azalıyor, olanın keyfini çıkarmak lazım. Benim için keyif bittiyse de o an, olayların henüz farkına varmamış olanların anlık neşelerini kaçırmamak için susuyorum. Aklım şehitlerde, güvenlik zafiyetinde, yarınlarda daha neler olacağının endişesinde. Otobüslerden yükselen kara dumanlar Ankara’dan yüreğime ulaşıyor, kaplıyor, beni de o karanlığın içine alıyor. İçinde bulunduğum salon, gülen insanlar, şen kahkahalar benden uzaklaşıyor; bir fotoğraf karesi gibi donuk, beynime nakşoluyor. Her gün birbirine eklenen acıların, gittikçe yayılan ateşin ne zaman bu karede yer alan hangimize dokunacağını merak ediyorum. Kitaplarda okuduğumuz ya da filmlerde gördüğümüz, okurken veya seyrederken, bir yandan olanlara inanamayıp içimiz sızlarken bir yandan da o dönemlerde, o topraklarda yaşamamış olmanın gizli sevincini yaşadığımız olayların, acının, korkunun, bazılarımız ne kadar uazak sansa da aslında yanıbaşımızda olduğunu düşünüyorum. Düşüncemi teyit edercesine bir arkadaşımın, korkuyla şansına biraz şaşırarak yazdığı “ bugün tam da oralardaydım, olaydan iki saat evvel” mesajı düşüyor ekranıma.

Böyle bir ülke olduk artık. Aslında hep öyleydik ya, şimdilerde daha bariz oldu. Ölümle yaşamın, acıyla sevincin iç içe geçtiği, birinin diğerini alt edemediği bir ülke. Toplumsal acılar içinde küçük, anlık sevinçlerle ayakta kalmaya çalıştığımız, karanlık yarınlara dair umudumuzu yitirmemenin sonsuz gayretinde, hâlâ uzun bir gelecekleri olan çocuklarımızın daha güzel günler görme, yaşama şanslarının olmasını dileğimiz bir ülke.


Sırf bu patlama veya Doğu’daki olaylar değil, son dönemde yaşanan her türlü olayda satranç tahtasındaki piyonlarmışız hissiyle doluyorum. Şahın, vezirle birlikte, atlarını ve fillerini öne sürüp, kalenin ardına sığınarak oyunu kazanmak için kolayca feda edilebilen piyonlar.Koca tahta üzerinde, bize bırakılmış o küçücük kare alan içinde, bir sonraki hamlede yok edilmeden önce, bir varoluş çabası, bir yaşam savaşı veren piyonlar. İster asker, ister sivil, ister kadın, ister çocuk olsun, hayatlarını kaybetmiş her bir vatandaşımız bu oyunda işi bitip kutuya atılmış piyon sanki. Bizlerse, hâlâ nefes alıp verebilenler, henüz sırası gelmemiş, bir sonraki hamlede heran devreye sokulabilecek gibi, tahtanın üzerinde oyun kuranların kuklası gibi çaresiz bekliyoruz.  Oyunu kim kzanırsa kazansın, sonuç değişmiyor; kutuya ilk atılanlar her zaman piyonlar oluyor.

13 Ocak 2016 Çarşamba

KÜÇÜK ŞEYLER

Bugün güzel bir gün. Güneş, her kışın içinde baharın tomurcuklandığını hatırlatmak istercesine pırıl pırıl. Masmavi gökyüzünün üstüne usta bir fırça tarafından özenle konmuş gibi bulutlar. İnsanlar gene oradan oraya koşturuyor, balıkçılar balık tutuyor, dükkânlar müşteri dolu. Hayat akıyor caddelerde, dün hiç olmamış gibi.

Sabah erkenden Kadıköy’e indim. Dişçide randevum vardı. Herkes dişçiden korkar ama benim için keyif. Sohbetlidir Kuzey. Gene oradan, buradan, hayattan sohbetle geçti. Bana söylediği bir şey benim ufkumu açtı. Koydum aklımın bir kenarına. Dişçiden çıktıktan sonra mutad kitapçı ziyaretim için Mephisto’ya doğru yürüyorum. Evde gittikçe yığılan okunacaklar rafıma yenisini eklemeye niyetim yok ama gene de… Seviyorum ne yapayım? Kitap kokusunu içime çekiyorum,  dergileri karıştırıyorum. Besleniyorum. Daha kapısına yaklaşırken çok harika bir ses aldı çekti beni içeri. Elina Duni’ymiş adı. Arnavut kökenli bir sanatçı. 10 yaşında terk etmiş memleketini, İsviçre’de yaşıyormuş. Yoo, eve gelince bakmadım bu bilgilere. Mephisto’daki arkadaşla beraber baktık. Ben Alman sanıyordum, dedi. Yok, Alman olamaz deyince araştırdık beraber. Birbirimize teşekkür ettik. Ben beni bu harika sesle tanıştırdığı için, o yanlış bilgisini düzelttiği için. Hoş. Aklıma dünkü derste hocamızın bahsettiği bir kitap geldi. Sordum var mı diye. Varmış. Sevindim.

Ruhuma hâkim olan keyif duygusuyla, Şeniz arkadaşımın Doğu’daki köy okullarına kitap yardımı için verdiği destekle TEOG kitapları almak için yoluma devam ettim. Bir kırtasiye çıktı önüme. Önü defter yığılı ama nasıl rengârenk. Al beni diyor her biri. Öykülerin bende hayat bulsun der gibi göz kırpıyorlar. Dayanamadım tabii. Ruhumda karşılığını bulan her renkten aldım birer tane. Alacağım kitapları da aldım, güneşin gözünün içine baka baka yürüyorum.  Yüreğim hayat dolu, adımlarım hafif. Öyküler beliriyor kafamda ufak ufak.

Kibar, genç bir sesle sıyrıldım kendi dünyamdan. Bir şey sorabilir miyim, diyordu karşımdaki temiz yüzlü, efendi, yakışıklı genç. Tabii, dedim. Engelliler ile ilgili projeleri, haberlerin olduğu Empati 34 dergisini engelliler için yapılacak projelere fon sağlamak amaçlı satıyorlarmış. Makbuz karşılığı diyor. Dergi 4 TL. Görme Engelliler Derneği için gönüllü çalışıyormuş. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim öğrencisi. Çarşamba günleri Haldun Taner’de görme engelliler için hikâye kaydediyorlarmış. Gelip siz de okuyabilirsiniz dedi. Kendi üniversitesinden 19 kişilermiş İstanbul’a dağılmış. İTÜ ise kantin kazancını veriyormuş derneğe. Adı Oğul. Gerçekten oğul gibi. 21 yaşında. Sohbet ettik biraz. Neden yapıyorsun bunu diye sordum. Biz gençler işi ele almazsak gidecek bu memleket dedi. İçimde mutluluk kuşları…

Dün Sultanahmet’de patlama oldu. Yayın yasağından evvel 10 ölü, 15 yaralı diye bilgilenmiştik en son. Sayılara sayılar eklendi. Bir kere, bir kere daha kahrolduk. Gene sarıldık klavyelere. Yazdık, çizdik, kınadık. Ağırlaşmış yüreklerimiz bir ton daha ağırlaştı. Keyfimiz kaçtı, adımlarımız ağırlaştı. Yaşam, bilmem kaçıncı kez, anlamını yitirdi.

Ama hayat devam ediyor. Yapılabilecek o kadar şey var ki! Yapılabilecek en iyi şey yaşamaya devam etmek. Kendi doğrularımızdan şaşmadan, korkmadan yaşamak mücadelemizdeki en büyük kozumuz. Bize dayatılan ışıksız, kara sahnenin karanlığına alışıp bize hayat veren küçük şeyleri görme yetimizi kaybetmemek. Yukarıda bahsettiğim Oğul gibi bir şeyler yapmak isteyen gençlere dimdik duruşumuzla örnek olmak, yanlarında durarak destek olmak. Elimizin uzanabildiği, gücümüzün yettiği alanlarda üretmeye devam etmek. Düne inat, düne rağmen… Yarınlar için, barış için.

https://www.youtube.com/watch?v=UfTcXkEp3Q8

8 Ocak 2016 Cuma

YAZI ATÖLYELERİ

Son yıllarda her yerde pıtrak pıtrak yazı atölyeleri açıldı. Yazan, yazmaya çabalayan, yazmak isteyenlere teknik öğreten, yol gösteren, önünü açan atölyeler bunlar. Edebiyatımızın değerli emektarları tarafından veriliyor dersler çoğunlukla. İsimlerini bildiğimiz yazarlar, şairler kadar adlarını duymamış olsak da edebiyat dünyasının arka mutfağında çalışan değerli kişiler de var aralarında. Sayelerinde eskiden sıklıkla çekmecelerde kalan yazılar ortaya saçıldı, kimileri yeni yazarlar olarak aramıza katıldı, kimi blog yazarı olarak yerini aldı, kimiyse kendisi için yazmaya devam etti.

Yazmanın insan ruhunu sağaltıcı bir etkisi var. Gümüşlük Akademisi’nde katıldığım İlk Dosya atölyesinin ilk dersinde “yazmak insanın kendisiyle yüzleşmesidir “ diye yazmıştı hoca tahtaya kocaman harflerle. İnsanı ürperten, zaman zaman yazısına ket vuran bir cümle. Ancak zamanla bundan ürkmemeyi, kendi içindeki hassasiyetleri olumlu kullanmayı öğreniyor insan yazarak.

“Asla yazamam, iki kelimeyi bir araya getiremem” gibi serzenişler duyuyorum sıklıkla. Her ne kadar yazarlık, okurluk, eleştirmenlik, eğitmenlik farklı farklı yetenekler gerektirse de,  bu çemberin herhangi bir yerinde yer alan bir kimsenin yazabileceğine inanıyorum ben. Zamanında gözyaşı dökülmüş bir aşkın arkasından karalanmış bir yazı veya şiirle de olsa kalemle, sözcüklerle bağlantısı olan herkes yazabilir. Her yazanın illâ edebiyatçı olması, kitabının çıkması gerekmiyor. Artık sözel iletişimden ziyade yazınsal iletişim kurduğumuz bu çağda, kendini yazarak doğru ifade etmenin önemi iyice arttı. İyi yazmak, iş hayatımızda, gündelik hayatımızda, yazdığımız mektuplarda, mektup diye bir şey kalmadı ya, e-postalarda diyelim, yaptığımız sunumlarda, hazırladığımız raporlarda kullandığımız, kullanmamız gereken bir özellik oldu. Geçen ders hocamızın “her yazı kurgudur, makale de, deneme de, blog yazısı da olsa kurgudur” demesinin doğruluğunu düşünürsek, hayatımızın büyük bir bölümünde kullandığımız yazıyı iyi yazmanın, kendimizi doğru ifade etmenin önemi dolayısıyla bu atölyelerin değeri daha iyi anlaşılır.

Sadece yazmayı da öğretmiyor bu atölyeler. Yazmak için çok okumak gerektiğinden önce okumayı öğreterek başlıyor iş. Zamanımızın çoğunu okuyarak geçirmemize rağmen ne kadar doğru okuyoruz o ayrı mesele. Önümüzden akarak geçen satırların aslında bize ne anlatmak istediğini anlamadan okuyorsak okuduğumuzun bir anlamı yok. Anlamadım diyerek bir kenara attırdığımız bir metnin, öykünün veya şiirin satırları arasında nasıl bir cevher barındırdığını görmek, anlamak başlı başına ayrı bir zevk. Kullanılan her bir kelimenin o metnin bütünlüğü içinde bir yeri olduğunu öğreniyorsunuz meselâ. Ayrıca, sıkı takipçi değilsek, medyada fazla adı geçmediğinden adını duymadığımız kimi yeni, kimi eski ama raflar arasına sıkışmış yazarı da tanımamıza, bilmemize olanak tanıyor bu atölyeler. Sadece okumanızı geliştirmek için bile katılınabilinir bu atölyelere. İsteseniz de istemeseniz de kendinizi yazarken bulursunuz sonunda.

Birkaç kişi “ee, ne yapılıyor bu atölyelerde? “ diye sordu. Her atölyenin kendine göre yöntemleri farklı olmakla beraber benim yolumun kesiştiği Murat Gülsoy Yaratıcı Yazarlık Atölyesi, Yeşim Cimcoz Yazı Evi ve Gümüşlük Akademisi’nde katıldığım atölyelerden yola çıkarak söyleyebileceğim, o hafta yazılması beklenen konu, teknik veya üsluba göre seçilmiş metinlerin okunması, incelenmesiyle başladığımız. Bu metin incelemesi bize bir öngörü sağlıyor. Bu çerçevede atölye sırasında yazıyoruz. Yazdıklarımızı okuyoruz ve her katılımcı yazdığımız üzerindeki düşüncesini, beğenisini veya eleştirisini yapıyor. Bitmiyor tabii yazılar. Hele romansa bölüm bölüm ancak. Ödev genelde bu başladıklarımızı bitirmek, ayrıca belirlenen tema üzerinde ayrı bir yazı yazmak. Katıldığınız ne atölyesiyse ona göre. Şiirse şiir, öyküyse öykü gibi.

İki senedir bir atölyeden diğerine geçerken yazımın ne kadar geliştiğini, artık kendimce yazıyla oyunlar oynayabildiğimi fark ettim. İlk atölyeden beri hem kendimin hem de hâlâ bu yolda beraber yürüdüğümüz arkadaşlarımın yazılarını, öykülerini sakladığım için, hepsini ilk baştan beri okudum geçenlerde. İstisnasız hepimizde aynı gelişme var. Bu beni motive etti ve daha da sıkı sarıldım yazmaya. Daha yiyecek kırk fırın ekmeğim olmasına rağmen bu gelişmeyi görmek, en ümitsiz gibi gördüğüm yazıları bile bugün yeniden ele aldığımda bir şekle sokabildiğimi görmek sevindirici.

Şimdi sabah sabah bu kadın niye oturdu da bu yazıyı yazdı diye merak ediyorsanız söyleyeyim. Geçen derslerden birinde bir öyküsünü okuduğumuz bir ilk kitabın büyüsüne kapılıp yazarın dün aldığım kitabının ikinci öyküsünü okurken sabah sabah, bu yazarı tanımama neden olan atölyeye minnet duydum. Bir gün, belki, böyle güzel yazılmış bir öykü kitabımın olup olamayacağını sorgularken buldum kendimi. Olmasa bile hayalini kurmak ruhuma iyi geldi. Eskiden böyle bir hayalim bile yoktu… İçimde oluşan olumlu duygudan yola çıkarak bana bunları hissettirebildikleri için hepsine küçük bir teşekkür etmek, şu ara arayışta olanlara kendi tecrübemi aktarmak istedim.

Ezcümle, eliniz ucundan da olsa kalem tutuyorsa bir yazı atölyesine gidin derim. Kendinizde hiç bilmediğiniz cevherlerin olduğunu keşfedince şaşıracaksınız. İyi gelecek. Aynı dili konuşmanın, yazı aracılığıyla içini güvenle dökebilmenin getirdiği sımsıcak yazı dostlukları da cabası…