23 Şubat 2013 Cumartesi

EKMEK

Fırından taze çıkmış ekmek gibi kokun.
Açlığıma tek çare...
Geçmişime bağlayan,
Yarınıma umut sağlayan.
Mis gibi
İçime çektiğim.
Katıksız
Beni doyuran...


23.02.2013

19 Şubat 2013 Salı

GELGİT


Üç harfli bir kelimeydi beklenen
Üç harfli bir kelimeydi söylenen
Kavuşup yek olamadılar
Biri gel bekledi
Diğeri git dedi
Bitti…
Suç: Gelgit
Suçlu: Aşk
Karar : Müebbet...

19.02.2013

17 Şubat 2013 Pazar

LABİRENT


Hayata tutunma umuduyla tırnaklarını birbirine geçirerek canhıraş sevişen etler, her seferinde geride paramparça olmuş yürek parçacıkları bırakarak biraz daha kopuyorlar hayattan. Hazzın doruk noktasında ki varoluş labirentinin içinde, yitip giden hayallerinin ardında, biraz daha kayboluyorlar. Çıkışı olmayan bu tünelin içinde, karanlığa iyice gömülmüşlerin el yordamı ile birbirlerini bulduklarında, son bir gayret içinde ışığı görme çabası bu. Halbuki bu birleşme girdaba yakalanmış gibi daha da dibe çekerek derin siyaha boyuyor onları. Işıksa yazıya dökülmüş birkaç kelimenin arasına sıkışmış bir hayal olarak kalıyor, bu anlamsızlığın içinde gittikçe feri sönen…

30.05.2011

Durun İnecek Var adlı kitabımdan...

10 Şubat 2013 Pazar

DURUN İNECEK VAR - ÖNSÖZ


Uzun bir yolculuk hayat… Ara ara nefes almak için mola verilse de aslında hiç bitmeyen… Hiç bitmeyecek olan…  Her gelinen yol ayırımında insanın doğumunda eline verilmiş harita ile gönlünün haritası arasında gidip gelinen… Çoğunlukla hata yapma korkusu ile gönlünü kenara bırakıp, denenmiş haritada kalın çizgilerle belirtilmiş yola göre ilerlenen… Varılacak noktanın önceden bilindiği… Başkalarının çizdiği, doğru bildiği…

Ben de iki sene önce, elime tutuşturulmuş haritaya göre ilerlerken dümdüz, herhangi bir yol ayırımı veya sapak olmamasına karşın, yol üstünde gördüğüm manzaraları sevmediğimden olsa gerek bir mola ihtiyacı hissettim.  Ard arda dizilmiş çirkin, ruhuma hitap etmeyen manzaralardan gönlüm sıkıldı. Her adım gittikçe ağırlaşmaya, güneş artık parlamamaya başladı. Görmez, duymaz oldum… Sanki elimdeki harita beni bir uçurumun kıyısına doğru sürüklüyor hissine kapıldım. Durdum… Ve birden döndüm… Gönlümün haritasına göre ilerlemeye karar verdim. Hiç bilmeden, karanlıkta el yordamı ile bularak… Az gittim uz gittim, dere tepe düz gittim… Karanlıktan aydınlığa doğdum… Aydınlıktan karanlığa düştüm… Ovalarda yürüdüm… Kırlarda coştum… Ormanlarda kayboldum… Dağları aştım… Kayaları tırmandım… Denizlerde boğuldum… Azgın nehirlerde yıkandım… Ağaçlarla hasbıhal ettim… Çiçekleri dinledim… Aç kaldım susuz kaldım… Çöllerde bir damla suya muhtaç kaldım… Dar patikalardan geçtim… Güneş pusulam, ay sırdaşım oldu… Fırtınalar yoldaşım… Rüzgar sevgilim… Yağmur çocuğum… Bulutlar ise hayallerim…

Önceden denenmiş, belirlenmiş haritayı atıp gönlünün haritasına göre gitmek kararını vermek nasıl kolay değilse, gönül haritasını çıkarmak bir o kadar zor. Tüm o kalın çizgileri yok farz edip, onlara gözünüz kaymadan, bilinmez yeni yollar keşfetme hayali güzel ama yapması zor işlerden. Bir kere gözünüzü o kalın çizgileri görmemeye, algılamamaya alıştırmanız lazım… Göz bu, kayıyor gene de… Yorulduğunuzda bazen kolayı seçmek istiyorsunuz… “Hazır var orada işte” diyorsunuz göz ucuyla da olsa…  Allah’tan gönlünüz izin vermiyor buna… Bunun içinde gönlünüzün sesini duymayı öğrenmeniz gerek. Bu da zor işlerden… Her zaman duyduğunuz aslında gönlünüzün bile taktığı maske çoğunlukla… Onun da altını duymanız lazım. Değişik şekillerde seslenebiliyor size… Gönül bu… Oyuncu… Her zaman aynı dille seslenmiyor size. Yabancı dil öğrenmek gibi onunda dillerini öğrenmek lazım… Bazen iç sıkıntısı, bazen aşırı neşe, bazen öfke, bazen kahkaha, bazen kırgınlık, bazen sevinç şeklinde ifade ediyor kendisini… Ancak gönül inatçı, ısrarcı… Hala anlamıyorsanız beden diliyle ulaşıyor size… Hasta ediyor… Öyle veya böyle eninde sonunda anlatıyor derdini…

Yeter ki dinlemeye karar verin, duymayı isteyin…


5 Şubat 2013 Salı

IŞTE ÖYLE BİR ŞEY


Hani kalabalığın içinde gözün onu görür ya… Neden başkası değil de ille de o, bilinmez. Hani gözleriniz birbirine uzaktan değince için bir hoş olur ya, nedensiz… Hani binbir dereden su getirip ne yapılıp tanışılır ya. Önce havadan sudan sohbet edilir sonra derin mevzulara girilir ya. Telefon numaraları, randevulaşmalar derken sevgili olunur ya…

İlk başlarda “canım, cicim, aşkım, bitanem, hayatım” lar havada uçuşur ya. Her okunan satırda, her dinlenen nağmede o düşünülür ya. Hoşuna gidebileceği düşünülen her şiir, yazı, resim, şarkı, türkü anında onunla paylaşılır ya. Artık birbirinizin hayatınızın parçası olursunuz ya. Dükkanda görülen ona yakışabilecek bir şey hemen alınır ya. Onun sevdiği yemekler pişrilip, gizliden gizliye gelecek hayalleri kurulur ya. Hani artık bir yoldaşın vardır ya. Hani artık mutluluktan havalarda uçuyorsun, keyfinden geçilmiyordur ya...

Sonraları nedense aynı heyecanı vermez olur şarkılar ya. Özgürlüğünün kısıtlandığını, seni anlamadığını düşünürsün ya. Ya da sana yeterli ilgi göstermediğini. Başka dünyaların insanı olduğunuzu keşfedersin ya. O gözler aynı bakmaz ya. Başta o havada uçuşan canım, cicim kelimeleri yok olmaya başlar ya. Sonra aramalar, görüşmeler seyrekleşir ya.Hani kurduğunuz hayalleri birer birer gökyüzüne salmaya başlarsın ya. Hani bilirsin adım adım yittiğini, bittiğini ya.  Bilirsin de bir şey yapmazsın, öyle durur beklersin ya. Her şeyin doğru zamanda kendiliğinden olacağını bilirsin ya. Ne bir adım önce ne bir adım sonra. Tam zamanında olmalı her şey ya. Tam zamanında olmalı ki ne canın acımalı ne de canı acımalı ya. Gene de acır canın…

İşte öyle bir şey…

05.02.2013

4 Şubat 2013 Pazartesi

İMKİZM


“Nedir bu İmkizm? Nereden çıktı? Ne akımıdır? Biz neden bilmiyoruz?” diye dertlenmeyin çünkü bu, gönlünün prensini diyar-ı Amerika’larda bulduğu için orada evlenip yerleşen okul arkadaşım sevgili Hesna ile lise yıllarında uydurduğumuz bir kelime. Şöyle ki; aklımıza geleni, düşünmeden, edebi kaygı taşımadan, noktalama işaretlerine dikkat etmeksizin olduğu gibi çıplak, yazıya dökme hali oluyor. O yıllarda çok komik ama bazen de çok ilginç şeyler çıkabiliyordu. Bu gün bende “imkizm” yapacağım zira sabahtan beri düşüncelerim oradan oraya zıplayıp duruyor. Artık ne çıkarsa bahtımıza…

Tüm uykusuzluğuma rağmen bir keyif hali sormayın gitsin. Dün canım kızımın doğum günü olması hasebiyle midir bilmiyorum ama nedense kızımın bu seneki doğum günü beni epey duygulandırdı. Sanırım aldığı bir yaştan ziyade çocukluktan genç kızlığa geçişinin teyidi gibi bir şey olmasından. Zira her sene yapılan kalabalık, palyaço vb özel eğlenceli partilerden istemeyip, kalbine yakın 3-5 arkadaşını davet ederek, daha sakin ama birbirleri ile daha paylaşıma açık bir doğum günü yapma isteğiyle başladık işe. Sabah süslenildi, saçlar yapıldı, hafif makyaj derken karşımda yarınların genç kızı duruyordu. Amannn ne keyif, sormayın…

Bir senedir cesaretimi toparlayıp hislenmelerimi yazıya dökmeye başladığımdan beri yazdıklarımın içeriğindeki değişimi gözlemliyorum. Kapkara, göz gözü görmez fırtınalı yazılardan daha güneşli yazılara doğru gitmişim. Kişisel gelişim yazıları gibiler mübarek… Üfff demin ne güzel kafamdaydı her şey… Şu düşünceler yazıdan hızlı gitmiyor mu? Bak gene kayboldu kelimeler. Gelir birazdan, bekle. Beynimin içinde bir sürü düşünce, karışık ama genel olarak bir keyif havası hakim. Bu gün sağımdan kalkmışım yani. Hoş her sabah yataktaki yatışımdan dolayı solumdan kalkıyorum ama bugün kendimin sağından kalkmışım demek ki… Kar mar diyorlar ama içimin güneşi parlak. İstediği kadar güneş kendini bulutların arkasına saklasın, bana yazmaz. Kendi güneşimle ısınacağım bugün.

Güneş dedim de güneşin her gün yeniden doğduğu gibi, insanoğlu da her gün yeniden doğuyor mu acaba? Her gün değişik bir ruh hali ile kalkıyorum ben. Bazen bulutlu bir güne bazen de pırıl pırıl güneşe. Kimi zaman bulutlar fırtınaya dönüşüyor, kimi zaman ise güneş göz kırpıveriyor aralarından. Ha güneşli bir sabah bulutlanmıyor mu? O da oluyor zaman zaman. Müsaade etmemek lazım… Biz ne kadar izin verirsek o kadar giriyor karanlık hayatımıza. Yak ışığı kardeşim, kararmasın ortalık. Ya da karanlıkta yak derdine bir mum otur… Düşün, taşın, kaşın ama hallet!

Başım dönüyor. Tabii rejim yapıp 10 senedir üstümde taşıdığım kiloları en nihayet verebilince şimdi tekrar alacağım korkusuyla, kuş kadar yersem böyle olur tabii. Kızın doğum günü nedeniyle iki gündür yenildi içildi. Acilen bu iki günün acısı çıkarılacak…

Ay şu bizim kediler alem… Ben burada yazarken kedi irisi Limon Efendi benim 11 inçlik bilgisayarımın kabının üzerine sığmaya çalışıyor. İlla orada oturacak. Yatmayıp dik oturursa poposu ancak sığıyor. Öyle sfenks gibi duruyor. Diğeri Cookie Hanım ise mutad yeri sepetinde yatıyor sırtüstü. Bir bacak havada nedense? O da kısır mısır ama dişi işte. Çok güldürüyorlar beni. Yüzüme koydukları gülümseme için minnettarım onlara. Artık süper dekore edilmiş bir evim yok ama onların hayatıma getirdiği sıcaklığı hiçbir mobilyaya değişmem. Geceleri Limon bacağıma sarılıp uyumuyor mu , gerçekten sıcak!!!

30 sene evvelki grubumuz “yüzkitabı” sayesinde birbirini buldu. Bugün buluşma tarihi netleşti. Buluşmadan evvel bile facebook’taki muhabbetten, seneler geçmiş olmasına rağmen, zamanında birbirimize sıcak duygular beslediğimiz hissediliyor. Heyecanlandım ve keyiflendim. Buluşma gününü iple çekiyorum.

Ne güzel keyif üstüne keyif… Bu gün güzel bir gün… Halime şükrediyorum. Bu gün durduğum noktadan baktığımda sadece varlığı bile yeten bir kızım, her türlü huysuzluğuma ve kaprisime göz yuman bir ailem, her biri pırlanta olan ve hayatımda oldukları için çok mutlu olduğum değerli dostlarım, ruhuma sıcaklık katan iki tane çok sevimli kedim, geçinebileceğim kadar param var. Aşk desen geçmişte yaşadığım, hakkını en azından kendi tarafımdan verdiğim, sevdiğimi ve sevildiğimi hissettiğim birlikteliklerim olmuş. Bir daha olmaz diye bir durum yok. Belli mi olur? Hayat bu… Koca desen Allah’a şükür iki adet ile sıramı savmışım zaten. Hala genç ve güzelim! Kariyer desen kendimi kendime ispatlamışım. Ee daha ne isteyeyim Allah’tan? Belamı mı?  Şükretmek lazım. Olmayanın değil, olanın kıymetini bilmek lazım…

Yarın 8 Mart Kadınlar Günü. Her ne kadar kadınların sorunlarının belli bir güne sıkıştırılmasını çok anlamıyorsam da yurdumun bölgesine göre farklı anlamlar taşıyan kadının bir günlüğüne bile olsa ortak bir platformda değer kazanıp tartışılmasına “hiç yoktan iyidir” diyorum. Çoğu göstermelik bile olsa. Seneler içinde bu konuda ancak bir arpa boyu ilerleyebildiğimize göre…

Ben yazmayı kesmezsem yazı da bitmeyecek. İnsanın düşünceleri durmuyor ki… Kahve kokusu da güzel hani… Ben kahvemi içeyim. Başınızı ağrıttıysam affola, bu günde böyle bir gün işte…

07.03.2011

1 Şubat 2013 Cuma

GÖZDEN UZAK GÖNÜLDEN IRAK


Gözden uzak gönülden ırak “demiş atalarımız. Demişler demesine de neden demişler, nasıl demişler muamma. Gözden uzak olan gönülden ırak olsa anneannelerimiz, babaannelerimiz cepheye veya çalışmaya gönderdikleri aslan gibi yarenlerini paşalar gibi bekleyebilirler miydi? İçleri yana yana cepheden gelecek ucu yanık mektupların yoluna hasret… Kimi zamanda gele gele ölüm haberi gelirdi özlemlerine inat, ömür boyu onları doyasıya bir sevişmeye hasrete kurban ederek…

Rahmetli anneannem anlatırdı. Bir gün atın üstünde, yağız mı yağız, yakışıklı mı yakışıklı, haşmetli, filinta gibi bir subay gelivermiş kasabalarına. Kasabanın kızlarının hepsi ona hayran ama o bir tek anneanneme bakmış dediğine göre. Sonra bakkalın çırağını ulak bulmuşlar kendilerine. Arada nağmeler yollarmış bu filinta subay. Hatta bir keresinde ahırda gizli gizli buluşmuşlar bile. Ağa kızı olan anneannem zengin esnaf oğluna söz verilmiş ama bizimkinin gözü filinta subaydan başkasını görmüyor. Subayda okumuş etmiş ama zengin değil. Vermiyorlar ona yani. Sen misin vermeyen? Kaçırmış dedem anneannemi. Anneannemin yaşı küçük… Acilen evlenmeleri lazım. Anneannem ise süslü … “ Yeni esvap almadan katiyen olmaz, üstümdekilerle evlenemem “ diye kıyameti koparıyor. Hemen çarşıya inilip lila rengi bir elbise alınıyor da nikah kıyılıyor en nihayet. Sonraları rahmeti büyükannenin en sevdiği damat oluyor, o ayrı.

Rahmetli dedem anlatıyor. Gönlü öyle yanık ki bu ağa kızına ondan bir kerecik buse almanın uğruna bu süslü, alımlı kızın konağına, yakalanırsa ordudan atılmayı göze alarak, gizlice giriyor bir gece. Hangisi onun odası bilmediğinden en süslü terlik hangi odanın önündeyse ona dalıveriyor. Başına kadar yorgan çekilmiş hatuna gece karanlığında dikkat etmeden minicik bir buse konduruveriyor yanağına. Yanağına konmuş buseden huylanan hatun dönüyor yüzünü. Dedem bir de ne görsün, yaşlı maşlı bir kadın bu öptüğü. Korkusundan topukları yağlıyor telaşla. “Ne bileyim kızım, öyle süslüydü ki, en süslü onun terliğin olacağı düşünmüştüm ama ailede varmış süs merakı “ diyor anlatırken gülerek.

Rahmetli anneannemin anlattığı bu haşmetli, filinta gibi olan dedem anneannemden olsa olsa 3-4 santim uzundu aslında. Anneannem onu gönül gözüyle öyle gördü hayatı boyunca. Anılarını anlatırken de gözlerinde dedemi ilk gördüğü an ki ışıltı hiç gitmedi. Elli seneyi aşan evliliklerinde dedem anneannemi hep “ keklik “ diye çağırır, anneannemde “Ahmet”ini pek severdi. Bir Ocak sonunda illet hastalığın pençesinde bu dünyaya veda edince Ahmet’i, kekliği de dayanamadı aynı senenin Eylül’ünde göçüverdi bu dünyadan.

Böyle sevdalar yaşanırdı eskilerde. Gözden uzak olan gönülden ırak olmaz, bilakis daha da yakına gelirdi yüreğin sahibi. Atalarımız bu günleri öngördü de bu sözü söylediler herhalde. Günümüzde değil cepheye yollayıp aylarca hatta senelerce görmeden geçirmek, daha köşeyi döner dönmez ırak oluveriyor gönüller. Eskiden var olmayan her türlü iletişim araçlarının varlığına rağmen sadece sözlere dökülmüş, kelimelerin içine aceleyle sıkıştırılmış bir duygu olarak yer buluyor hayatlarımızda. Aleni öpüşmelerin, doyasıya sevişmelerin arasından, kendine yer bulamayan aşk usulca süzülüveriyor. Geriye, ölünün arkasından ölü yakınının eline tutuşturulan üç parça eşya gibi, sadece diş fırçası ve alınmış bazı hediyeler kalıyor. Anılar o kadar hissedilmeden yaşanmış ki, torbada yer almıyorlar bile. Aşk ise hiç yakını olmayan mevta gibi yalnız başına, yeri belirsiz bir mezarlığa gömülüyor sessizce…

01.02.2013